Yirmi yıl kadar önceydi, dedemle aramızda tartışma konusu olan tek konu, yani İsrail devleti’nin uygulamalarıyla ilgili bir tartışma sırasında, görüp bilmediğim bir yer hakkında atıp tutmakla suçlamıştı beni. Geçerli bir tartışma yöntemi değildi elbet. İnsan sadece gördüğü yerler hakkında fikir sahibi olacak değil ya! Ben hayatımda ne bir penguen gördüm, ne de Ateş Burnu’nda bulundum, ama ikincisinde birincilerin yaşadığını bal gibi biliyorum. Bugün olduğu gibi, bu tartışmayı yaşadığımız günlerde de Güney Afrika’ya hiç gitmemiştim, ama apartheid sisteminin haksız, Nelson Mandela ile Afrika Ulusal Kongresi’ni haklı olduğunu adım gibi biliyordum. Dedeme, seçtiği tartışma yönteminin felsefî zaaflarını anlatmak yerine, “Öde paramı, gidip göreyim!” demiştim; pek de ciddiyetle yapmadığım bu öneriyi kabul etmişti. Halamın kızı Tel Aviv’de yaşıyordu, gidip iki hafta onunla kalmıştım. İsrail’in önde gelen şairlerinden Nathan Zack’la, cezaevinde dost olan Filistinli bir militanla Yahudi bir mahkûmun öyküsünü anlatan Duvar filminin yönetmeni Uri Barbash’la, Sürü filminin oyuncusu (ve hatırlayamadığım bir nedenle İsrail’de bulunan) Tuncel Kurtiz’le söyleşiler yapmış, keyifli günler geçirmiştim.
Bir akşam, bir zamanlar Yeşilköy’de El Al havayollarında teknisyeni olarak çalışmış ve halamlarla dost olmuş Peter’in evine yemeğe gittim. Sohbetin ortasında televizyonda haberler başladı, dinledik. Daha doğrusu, İbranice olduğu için, Peter ve ailesi dinledi, ben görüntüleri izledim. Televizyona kim olduğunu anlayamadığım, Arap görünümlü, ama sorunca Arap Yahudisi (Yemenliydi galiba) olduğunu öğrendiğim birinin çıkmasıyla birlikte, Peter “Schwartze!” diye haykırdı. Onu anlamıştım işte: Almanca “Siyah!” Peter Çekoslovak Yahudisiydi. Çocuk yaşta Amerikan orduları tarafından bir toplama kampından kurtarılmıştı. Kolunda hâlâ duran mavi döğme kamp numarasıydı. Ve soykırımdan kıl payı kurtulmuş, faşizmi bizzat yaşamış olan Peter, bir Arap Yahudisine “zenci” diye bağırıyordu! Araplar hakkında ne düşündüğünü ise Allah bilir. Ama tahmin etmek zor değil.
KURUMSAL VE MEŞRU IRKÇILIK
Artık tahmin yürütmeme gerek kalmadı. Geçtiğimiz Mart ayında, İsrail’in saygın kamu yoklamaları kuruluşu Geocartographia’nın bir araştırması yayınlandı, sonuçlarını Londra Guardian gazetesinin 24 mart tarihli nüshasında okudum. Araştırma sonuçlarına göre, İsrailli Yahudilerin üçte ikisinden biraz daha fazlası bir Arapla aynı binada yaşamayı kabul etmeyeceğini, yarısından biraz azı evlerine bir Arabın girmesine izin vermeyeceğini, yüzde 41’i İsrail’de eğlence tesislerinin Araplar için ayrı, Yahudiler için ayrı olması gerektiğini söylüyor.
Daha da çarpıcısı, ankete katılanların yüzde 40’ı “İsrail devletinin, Arap yurttaşlarının başka ülkelere göç etmesine yardımcı olması” gerektiğine inanıyor. Sorulmamış ama, benden size garanti, böylesi bir devlet yardımını kabul etmek istemeyen “yurttaşların” silah zoruyla sınırların ötesine sürülmesi gerektiğine inananların oranı da yüzde 40’ın çok altında değildir. Yanlış anlaşılmasın, ankette sözü geçen Araplar, “Ortadoğu’nun en demokratik ülkesi” İsrail’in kendi vatandaşları!
Anket sonuçlarına devam edelim. Yüzde 63 Arap yurttaşların “güvenlik ve demografi açısından bir tehdit oluşturduğunu”, yüzde 18 Arapça konuşulduğunu duyunca nefret hissettiğini, yüzde 34 “İsrail kültürünün Arap kültüründen üstün” olduğunu söylüyor. (Bu sonuncusu, ırkçı olduğu kadar gülünç, ırkçılık kadar cehalete işaret ediyor).
Bu vahşi, tüyler ürpertici ırkçılık, dünyanın başka hiçbir ülkesinde böylesi oranlarda, bu kadar rahatlıkla dile getirilemez. Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletleri ile Güney Afrika Cumhuriyeti dünyada ırkçılığın son üç kalesinden ikisiydi. İsrail, kurumsal ve meşru ırkçılığın son kalesi.
DÜŞMAN, ŞEYTAN, KÖTÜ
Bu kurumsallığın ve meşruluğun iki nedeni var. Biri Siyonizme içsel, diğeri Siyonizmin doğal sonucu. Birincisi, İsrail bir “Yahudi Devleti” olarak kurulmuştur. Dolayısıyla, 1948 savaşında Filistin’in tüm yerli Arap halkını öldürmeyi veya sürmeyi beceremediği için Arap yurttaşlara sahip olması, Siyonizm’in çözmesi gereken ama çözemediği, çözemeyeceği bir sorundur. Çözümün önünde engel olan Filistinlilerin düşman, şeytan, kötü olması Siyonizme içseldir. İsrail devletinin ne laik, ne de demokratik olması, ırkçılığı meşrulaştırması kaçınılmazdır.
İkincisi, yerli halkı dışlayan bir devletin vatandaşları olarak, İsrail’in Yahudi halkı 1948’den bu yana sürekli savaş halinde yaşayan bir halktır. Sürekli bir düşman olmuştur, bu düşman hep aynıdır, devlet hep bu düşmanın “bizleri denize sürmek” istediğini anlatır, her an hazırlıklı, her an silahlı olmak gerekir. Her İsrailli her yıl askerlik yapar, her İsrailli birden fazla savaş yaşamıştır. Böylesi bir toplumun şiddetle, vahşetle, travmayla iç içe yaşayan bireylerinin ırkçılığı yanlış bulması zordur.
Evet, İsrail’de büyük bir barış hareketi de var. Ama Ma’ariv gazetesinin Gazze operasyonunun başlangıcı sırasında yayınladığı bir diğer kamuoyu yoklamasına göre, nüfusun yüzde 82’si, Gilad Şalit’in kaçırılmasına karşılık olarak İsrail’in Hamas önderlerini öldürmesini istiyor. Yüzde 82!
İsrailli barış aktivistlerini takdir ediyorum, ama Filistinli olsam, seçeceğim yol onları beklemek olmazdı.
Bu tür yazılar yazdığım zaman, Yahudi düşmanlığının zaten yaygın olduğu Türkiye’de, bu düşmanlığı adeta haklı gösterecek veriler sunuyor olduğumu düşünmemek zor. Ama n’apalım? Sessiz kalmak daha da zor. Hayır, zor değil, imkânsız.
Birgün, 16 Temmuz 2006