Herhangi bir fabrikada grev kararı alınması ana akım medyada ya da sosyal medyada pek ses getirmezken, neden Trendyol ya da Yemeksepeti kuryelerinin iş bırakıp kontak kapatması bu kadar görünür oldu? Neden Ezgi Mola ve Cem Yılmaz gibi ünlüler bu eylemlere destek verdi? Neden telefonlardaki uygulamaların silinmesi ve firmaları boykot çağrıları yapılıyor? Trendyol, işçilerin taleplerini niçin bu hızla kabul etmek zorunda kaldı? Beşiktaş Belediyesi, Yemeksepeti sponsorluğundaki Hadise konserini niye iptal etti? Bu yazıda, son dönemde artan kurye eylemlerinin görünürlüğü ve yarattığı etkiyi, kurye emeğinin dijital kapitalizm açısından anlamını ve değerini tartışmaya çalışacağız.
Kapitalizm 1970’lerden bu yana ciddi anlamda dönüştü ve bu dönüşümü açıklamak için “dijital kapitalizm”, “enformasyon kapitalizmi”, “bilişsel kapitalizm” gibi farklı kavramsallaştırmalar ortaya atıldı. Bütün bu kavramların açıklayıcılığı ve problemleri bir yana, küresel ölçekte kâr maksimizasyonu ve emek sömürüsü ortadan kalkmadığı gibi katlanarak arttı. Ancak şu günlerde, kapitalist düzenden şikâyet ederken dile getirdiğimiz şirketlerin isimlerini bir analım mı? Google, Amazon, Facebook, Apple, Uber, Airbnb, Netflix… Türkiye’ye gelelim… Trendyol, Yemeksepeti, Getir. Söz konusu şirketlere ve yaptıkları işlere bakınca, bunların hepsinin birer dijital platform olduğunu görüyoruz. Ancak aralarında farklar var. Örneğin bazıları (Yemeksepeti, Uber, Airbnb) bir hizmet platformu olarak iş görürken, bazıları bilgi ve iletişim platformu (Google, Amazon) ya da mal platformu (Amazon, Trendyol) olarak hayatlarımızda. Bunu yazdığımız anda karşımıza hemen başka bir sorun çıkıyor. Amazon artık dizi de üretiyor! Trendyol artık yemek de dağıtıyor. Peki o zaman nasıl oluyor da bunların hepsine platform diyebiliyoruz?
Operasyonları ve yaptıkları ne kadar farklı olsa da söz konusu şirketlerin “platform kapitalizmi” kapsamında kavramsallaştırılmasını mümkün kılan şey, bu şirketlerin tüketici-üretici ilişkisinin ötesinde ilişkiler ve ağlar üretiyor olması. Bizler, yani tüketiciler, platform kapitalizminde sadece “sipariş ver” veya “sepete at” düğmesine basan bireyler değiliz. Verdiğimiz bilgilerle, uygulamalarda ve web sitelerinde bıraktığımız etkileşimlerle, beğenilerimiz, paylaşımlarımız ve retweetlerimizle algoritmaları beslerken aslında değer üretiyoruz. Yani yemek ısmarlamak ya da film izlemek üzerinden kurulan tüketici-üretici ilişkisinin ötesinde bir durumla karşı karşıyayız.
Bu platformlar sadece getir götür işi yapan, bilgiye erişim sağlayan, dizi veya film yayınlayan şirketler değil. Bu platformlar, onlara sunduğumuz verilerimizi reklam şirketlerine satıp bizim verilerimizle çarklarını döndürürken bize gönderdikleri bildirimlerle benliğimizi de sürekli olarak şekillendiriyorlar. Yani tüketicinin üretildiği, gelecekteki davranışlarının şekillendirildiği ve bu sayede durmak bilmeyen bir ekonominin anbean yeniden kurulduğu bir “gözetim kapitalizmi” ile karşı karşıyayız. Gözetimin üretken olduğu bir toplumsal gerçeklik söz konusu. Kavramı ortaya atan Shoshana Zuboff’a göre gözetimin temel amacı izlemek değil, davranış değiştirmek. Akıllı telefonlarımıza indirdiğimiz uygulamalar, aslında veri ürettiğimiz ve tüketici benliklerimizi kurduğumuz birer fabrika. Fabrika ile kent içerisinde görünürlüğü olan ve kısmen mazide kalmış veya uzak mekânlara taşınmış devasa binaları kastetmiyoruz. 21. yüzyıl dijital kapitalizminin gündelik hayatta kurulduğu sıradan telefon uygulamalarından bahsediyoruz. O kadar sıradan ki dizi ve film izlemenin, yemek sipariş etmenin, bilgi aramanın belli platformlarla çok sıradan bir şekilde özdeşleştiği bir momentteyiz.[1]
Platform kapitalizmi, gözetim ve lojistik mantığı
Dolayısıyla, bu eylemlerin bu kadar ses getirmesinin aslında birinci sebebi, kapitalizmin aldığı form ve kuryelerin iş bırakmasının bu forma yönelttiği tehdit. Bu tehdidin somutlaştığı alan ise artık sıradanlaşan akıllı telefonlarımız. Dijital teknolojiler, 1970’lerden bu yana kapitalizmin girdiği krize uzanan en önemli can simitlerinden birisi. O nedenle David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi başlıklı kitabında, bilişim teknolojileri için “neoliberalizmin imtiyazlı teknolojileri” der. Bu imtiyaz, kısmen şuradan kaynaklanır. Akıllı telefonlar ve kullandığımız uygulamalar bir mecra olarak düşünüldüğünde hem pazarlama aracı, hem bir pazar, hem de ödeme sisteminin ta kendisidir. Yani pazarlama, pazar yeri ve ödemenin entegrasyonu söz konusu. Haliyle akıllı telefonları ve indirdiğimiz uygulamaları yeni ihtiyaçların, gelecekteki davranışlarımızın, aktif öznelerin üretildiği ve en nihayetinde daha fazla üretimin önünü açan teknolojik alanlar olarak düşünmeliyiz. Bu uygulamalar bize anlık reklamlar, indirim haberleri yollayarak 7/24 çalışan bir ekonomiyi mümkün kılıyor. Tıkanan sistemi açmanın bir aracının da dijital ödeme yöntemleri, yani kredi kartları ya da edindiğimiz “sadakat puanları” olduğunu düşündüğümüz zaman, Paolo Virno’nun “sermayenin komünizmi” diye tarif ettiği bir ütopyanın içinde buluyoruz kendimizi.
Kurye eylemleri, tam da bu rejime itiraz ediyor. Kuryelerin çalıştığı şirketler, sadece kurye çalıştırmıyor. Hem kuryelerin ürettiği verilerle hem de bizim verilerimizle güçlendirilen bir lojistik üzerinden reklam şirketleriyle de iş tutuyor. Dolayısıyla kuryeler, aslında Yemeksepeti ya da Getir gibi hizmet platformlarını var eden özneler; ancak bu platformlardaki devasa değeri yaratan tek grup onlar değil. Kuryeler, gözetimi değere çeviren, bizim dijital izlerimizi ve davranışlarımızı takip ederek değer yaratan gözetim kapitalizminin ana unsurları olan platformların lojistik ayağını oluşturuyorlar. Tam da o nedenle şirketler için çok değerliler. Yani sadece yemek, çikolata, ayakkabı taşıdıkları için değil, veri üzerine kurulu bir lojistik sistemi mümkün kıldıkları, bu lojistik sayesinde yeniden üretilen ve gözetime dayalı bir tüketim zincirini sürekli güncelleyerek ve geliştirerek ayakta tuttukları için önemliler. Pandemi döneminde toplumsal yeniden üretimin başat aktörleri arasında yer alan kuryelerin talepleri, riskli çalışma koşulları fark edildiği için değil,[2] platform kapitalizminin bütünü içerisinde durdukları yer ve ürettikleri değer nedeniyle görünür oluyor, bu yüzden örneğin Trendyol özelinde hızla kabul görebiliyor.
Aslında ilk kez savaş sanatı bağlamında ordulara hayatta kalma ve savaşma araçlarının sağlanması bağlamında gündeme gelen lojistiğin, artık tedarik zinciri ve şirketlerin alanına girdiğini söylemek mümkün. Hatta bu durumun da aşıldığı ve lojistiğin artık hesaplayıcı bir mantık olarak doğrudan kent hayatını, bireylerin gündelik hayatını ve öznelerin gelecek projeksiyonlarını şekillendirdiğini görüyoruz. Geleneksel tanımların dışına çıkan lojistiği artık üretim, tüketim ve dolaşımı aynı anda düzenleyen, bunu yaparken de haritalara, tekerleklere, ekipmana (kask, mont, pantolon, elcik koruma vb.), yazılıma, motorlu araçlara, depolara, reklamlara, işçi ve müşteri gözetimine, çalışan bedenlere, telefon uygulamalarına ihtiyaç duyan, Sandra Mezzadra ve Brett Neilson’un tarifiyle “üretici süreçlerin mekân ve zaman içerisinde algoritmik koordinasyonunu” sağlayan bir sistem olarak yeniden tanımlamak gerekiyor. Tam da böylesi bir bağlamda aslında platformların hem medya hem de lojistik firması olarak iş gördüğünü tespit edebiliriz.
Kuryelerin görünürlüğü: Reklamlar ve sosyal medya
Gerek bir medya gerek bir lojistik operasyonu olarak bu sistemi var eden kuryeler, pandemi ile artan elektronik ticaret nedeniyle kent mekânında görünür oldular. Ancak yine pandemi icadı “temassız teslimat” seçeneği ile bizi görmeden kapımıza yemek bırakıp gittiler. Dijital temasın katbekat artıp fiziksel temasın asgariye indiği bir dönemin öne çıkan işçileri kuryeler. Bu da bizi görünürlük meselesine götürüyor. Bunun için iki yere temas edeceğiz. Reklamlar ve kuryelerin sosyal medyada görünürlüğü.
Müziği ve sloganı herhalde zihinlerinize kazınmıştır. “Getir bir mutluluk, getir bir mutluluk, getirr!” Firmanın reklamlarında en çok dikkat çeken şeylerden birisi, kuryelerin ya hiç görünmemesi ya da çok mutlu bir şekilde karşımıza çıkması. Ketçap reklamını kısaca anlatalım:
Arkadaşlarını mangala çağırdın. Her şey de hazır. A, ketçap kalmamış. Neyse ki Getir var, Getir’de mutluluk var. [Marka] acılı ketçabını şimdi sipariş et, dakikalar içinde getirelim.
Reklamda bunlar söylenirken ev sahibi genç, cep telefonunu sıkarak içinden ketçap çıkarıyor. Sonra da ağzına götürerek mutluluğun simgesi olan gülen ağzını ve beyaz dişlerini bizlere gösteriyor. Aynı formül çamaşır suyu, kahve reklamlarında da kullanılıyor ve mutluluğun kapısı aralanıyor. Son reklamlarda Sertab Erener, Edis ve Zeynep Bastık gibi popüler isimler de oynadı. Örneğin Sertab Erener için mutluluk, zencefil ve bal. Neden? Çünkü konserler, çünkü iş! Erener de telefonunu eline alıp “getir” diyor ve yandan kendisine bir torba uzatılıyor. Kurye yine yok, sadece eli görünüyor. Ardından Erener, pakettekileri karıştırıp içtikten sonra Getir’in şarkısını söylüyor.
Kuryeler mevzubahis reklamlarda yok. Trafikte de görünmüyorlar. Müşterilerle ilişki kurmamaları tembihleniyor. Peki neredeler? Birkaç haftaya kadar siparişten siparişe koşuyorlardı ama bugün sokaktalar. Geleneksel fabrika grevlerinden, işgallerden, işçi yürüyüşlerinden farklı bir tablo var karşımızda. Motorlarla otoyollarda kuyruklar oluşturup Boğaziçi Köprüsü’nden toplu halde geçerek seslerini duyurmak isteyen kuryeler, işçi eylemlerinin kentsel mekânla kurduğu ilişkiyi de dönüştürüyorlar. Tek tip üniformaları, ortaya görsel bir şölen çıkmasına engel olmuyor.
Her gün kalabalıklar halinde görüyoruz kuryeleri ancak çok daha öncesinde basında, sosyal medyada da seslerini duyurmaya başlamışlardı. Eylemlerin belki de habercisi olabilecek bu videolardan bir tanesinde Konya’da çalışan bir kurye, asgari ücrete henüz zam yapılmayan bir dönemde, bir sokak röportajında, “60 yaş üzeri adamları” hedef alarak, geleceksizliğe isyan ederken şunları söylüyordu:
Ben günde 14 saat çalışıyorum. 14 saat çalışıyorum abi. Neden 14 saat çalışıyorum? Para yok. 14 saat çalışmasam asgari ücret alacağım. Asgari ücret almamak için 14 saat. Bazen diyorum ki boşver parayı, biraz da sosyal hayat önemli. Bu sefer de cebime para girmiyor. Hadi para önemli çalışayım diyorum, 14 saat varsın olsun diyorum, çalışıyorum. Sosyal hayatım olmuyor. Abi eve gidiyorum, uyuyorum, geliyorum çalışıyorum, eve gidiyorum. Annemin babamın yüzünü göremiyorum. Ya robot ne? Bir gayem yok. Şurada ileride bir araba çarpsın bana, öleyim, Allah belamı versin, samimi söylüyorum, niye öldüm lan dur yaşayacaktım demem. Vallahi de demem billahi de. Bir tane kız arkadaşım vardı, o da bitti gitti. Gayem yok, amacım yok. Ben bunun için mi geldim dünyaya? Çalışmak için mi sadece abi? … Benim geçen sene 30 bin TL birikmiş param vardı. Bir araba alayım dedim. Geçen sene almadım, halt yiyecek gibi almadım. Bu sene arabalar olmuş 80, 90, 100 milyar. Bunun ismi alım gücüdür. Ben geçen sene alabiliyordum 30 bin TL’ye. Dedeme de buradan selam olsun. Dedem diyor ki nankör diyor, vatan haini diyor. Vallahi bak.
Uzun çalışma, çok çalışma, boş zaman yokluğu, amaçsızlık, anlam yitimi, enflasyon altında ezilme ve önceki nesiller tarafından uygulanan sembolik şiddet… Ölse de gam yemeyecek bir genç. İşte reklamlarda görülmeyen kuryelerden yalnızca birisinin dile getirdikleri bunlar. “Kuryeler çok kazanıyor” diyenler ne düşünür acaba?
Biz de pandemi dönemi kurye emeğine dair araştırmamızda yaklaşık kırk kurye ile dijital ortamda görüşmeler yaptık ve benzer anlatılarla sıkça karşılaştık. Bu kuryelerden Hayati, 22 yaşında. Ülkedeki en büyük platformlardan birisinde çalışıyor. Meslek lisesi mezunu, ailesiyle yaşıyor. Kurye olarak çalışmak dışında bir seçeneğinin olmadığını düşünen Hayati, bu işi başkalarına asla tavsiye etmiyor:
Yapılacak iş değil. Her gün trafiktesin. Bir de araba gibi değil. Arabada kaza yaparsın, yüzde 90 maddi hasar olur ama motor öyle değil. Kaporta sensin. Her an her şey olabilir. Stresi var. Zaten paketi teslim ediyorsunuz, ne kadar hızlı geldi diyorlar. Ama bir sorun olduğunda direkt dedikleri bu: Motorcular öyle, aralardan, hızlı gidiyor… Zaten güvenlik grubu [kaza olduğunda] yazıyor haklı mısınız haksız mı? İlk dedikleri cümle bu, sizde bir şey var mı değil!
Evet, motosikletler kuryelerin bir tür “kaportası”. Bedenleriyle neredeyse bir bütün olan telefonlar ve motosikletler aslında kuryelerin kullandıkları üretim araçları. Bugünlerde tam da bu üretim araçlarını sokaklarda, genel merkezlerinin önünde ve Twitter, Instagram ve TikTok başta olmak üzere sosyal medyada bu sefer kendi eylemlilikleri için kullanıyorlar. Görüşmelerimizi dijital ortamda yapmak zorunda kaldığımız için, kuryelere, bize kurye olarak çalışmayı bir görselle de tarif etmelerini istemiştik. Yürüme bandı ile imalat bandı arasında bir şey tarif eden Hayati, şöyle dedi:
Bir tarafta kilolu bir insan oturuyor, bir tarafta da yürüme bandı var. Her şeyi ayağına hazır bekliyormuş gibi. Bant kurye gibi, o adamın işlerini hallediyor. O kişi bir şey yaptığını sanıyor ama asıl işi yapan, dönen o bant.
Ergin ve Adem: Anladım. O bant dönüyor sürekli, üstündeki yürüyor ama aslında onu yürüten o bant?
Hayati: Aynen…
İllüstrasyon (Aleyna Çatak): İmalat bandını döndüren kuryeler
İmalat bandının dijital kapitalizm ortamında karşımıza çıkması manidar. Bandı döndürenler kuryeler. Bu durumu aslında pandemi başladığında bazı ünlüler fark edip, kuryelere destek mesajı vermişti. Biz de bu mesajları hatırlatarak Hayati’ye bir kurye olarak işine önem verilip verilmediğini sorduk. Hayati şöyle yanıt verdi:
Kuryelik arttı ama kuryelere bakan, önem veren yok. Piyasada en çok iş yapan, kuryeler, hastaneleri saymazsak… Piyasayı şu anda döndüren kuryeler. Adam kurye arıyorum diyor, asgari ücret veriyor. Asgari ücrete kimse kuryelik yapmaz. Bir şey olduğunda kuryeleri savunacak kimse yok. Yüzde 90 hep kuryeler hatalı zaten.
Sonuç
Hayati’nin deyişiyle “piyasayı döndüren” kuryeler, platform kapitalizminin tekerine çomak soktular. Eylemleriyle kuryeler bize, platform kapitalizminin ve ona eşlik eden lojistik operasyonların teknik değil, politik tasarımlar olduğunu anlatmış oldular. Eylemlere ve taleplere baktığımızda, kuryelerin bedenlerinde ve hayatlarında yaralar açan verimlilik mefhumunun irrasyonel boyutlarını seziyoruz. Mükemmel tasarımlar olduğunu sandığımız akıllı telefon uygulamalarının ve platform şirketlerinin inovasyonlarının sadece mutluluk değil, mücadele de ürettiğini anlıyoruz. Eylemler bize bu işçilerin “şükür işimiz var” demekle yetinmeyip hem daha hakkaniyetli ücretler hem de insan onuruna yakışır çalışma koşulları talep ettiğini gösteriyor. Mevcut enflasyon ortamında, siyasal baskı altında ve can alan çalışma koşullarında çalışan kuryelerin eylemleri, “iş ortağıyız” diye pazarlanan esnaf kurye modelinin ve ideolojisinin, alıcı bulmakta zorlandığını ortaya koyuyor. Kuryelerin örgütlenme çabaları, platform kapitalizminin mobil işçilerinin, bizzat kendilerini görünmez kılan telefon uygulamalarını ve motosikletlerini kullanarak nasıl görünür olmaya çalıştıklarını ve gerek işverenlerden gerek toplumdan nasıl saygı talep ettiklerini ortaya çıkarıyor. Tek tek sipariş götürürken trafikte görünmez olan, hakarete maruz kalan, müşteriyle “temassız” bir ilişki kuran kuryeler yollarda kuyruklar oluştururken, çektikleri videolarla sosyal medyayı bir eylem yerine çevirirken ve en nihayetinde bozuk düzene itiraz ederken, birliktelikleri karşısında tüketicilerin de sessiz kalamayacağının farkındalar. Onlar, sadece günlük ihtiyaçlar taşıyan işçiler değil, gözetim kapitalizminin çarklarını ürettikleri veriler ve ilişkilerle de döndüren özneler. Belki de en güçlü kozları bu.
[1] Bu alanda literatür hakikaten çok geniş. Daha önce Emre Tansu Keten ile derlediğimiz bir liste için bkz. https://t24.com.tr/k24/yazi/dijital-kapitalizmi-anlamak-icin,3061
[2] Durum sadece bundan ibaret olsaydı, bakım emeğinin ekonomi-politik durumu içler açısı olmazdı.