Çağlar boyu insan; fiziksel varlığı, anlamsal ve edimsel nitelikleri boyutuyla yine kendi yüklemi olan birçok bilgi ve yordam alanının merak konusu olmuştur. Kendini içinde bulduğu doğaya dair bitip tükenmeyen merak ve keşif çabası, aynı şiddette kendi varlıksal niteliğine yönelmiştir. Bu keşfetme, icat etme, yaratma, kurma süresiz eylemliliği içinde kendini evreninin biricik öznesi, yüklemini de en yücesi olarak görmüştür. İnsan türü; çevresini, evrenini anlamaya, yorumlamaya çalışırken bir taraftan da bütün bunları kendi amaçları doğrultusunda kendisiyle birlikte sürekli bir gelişim, değişim dinamiği içinde tutmayı istemiştir. İnsan; hem keşfedilen, kurulan, icat edilenin fizikî varlığı hem de bütün o nesnelerin anlamsal içeriğinin tek belirleyeni olmaya dair bitip tükenmez bir hırsın sahibi de olmuştur. Skolastik dönemde filozofların; “kendini bul, kendini keşfet, tanı!” komutlarıyla kendisi üzerine düşünmenin ilk adımlarını atsa da insan, henüz, “İnsan, zoon logon ekhon”, yani “insan konuşan varlıktır” düzeyinden çıkamamış ve tam olarak kendi düşünme yükleminin bir nesnesi olamamıştır. Zira düşünme yüklemi, çevresini tanımaktan ve keşiften ayrılıp, düşünmeyi gerçekleştirenin kendi varlığı üzerinde gezintiye çıkmak için yeterli olgunluğa ulaşamamıştı. Bir sava göre insan kendisi üzerinde düşünmeye başladığında önce bilinç kendisinden yola çıkarak kendinin farkına varacak ve daha sonra da yeniden, nesneye yönelecekti. Yani önce Ben’i bilecek, sonra Ben-olmayanı tanıyacaktı. Ancak insan, o çağlarda kendini bilme yolculuğuna henüz yeni başlamıştı.
Öznenin zaman içinde Descartes’ın kullandığı biçimiyle, tasarımlara, düşüncelere, izlenimlere dayanak olan; duyduğunun, algıladığının, düşündüğünün, eylediğinin ardındaki “ben”e dönüştüğünü belirterek devam edelim. Descartesçı düşünce geleneğinde “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesinde özetlendiği gibi varoluşsal anlamda insan, fizikî varlığından önce şüphe eden sonra da bu şüpheyi, düşünüyor olması edimi üzerinden bertaraf eden bir konum içinde ele alınmıştır. Bu gelenekte, insan varlığının tözünü oluşturan, onu özgün ve anlamlı kılan niteliğin düşünme yüklemi olduğu savlanmıştır. Yani, insan türü, varoluş anlamını ve gerekçesini “düşünebilme yüklemi”nde bulmaktadır. Descartesçı geleneğin, insanı bu tanım içinde ele alması, onu Ortaçağ boyunca araçsallaştıran, yok sayan, değersizleştiren, düşünmesini yasaklayan mevcut pratiğe son vermek gayesini de taşımaktadır. Bu tanımın Ortaçağ’ı da içine alan upuzun bir skolastik felsefe tarihi boyunca kullanılmadığı, bunun yerine daha çok Aristoteles’in kullandığı biçimiyle salt zihinsel bir içerik olarak var olmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan, değişen durumlardan etkilenmeyerek kendisiyle aynı kalan aşkın bir şey anlamında kullanıldığını belirtmek gerekir. Bu gelenekte özne ile yüklem arasında doğal, dinamik ve karşılıklı bir ilişki henüz yoktur. İnsan kendi fiziksel, ruhsal varlığının üstünde sabit bir “ide”nin yüklemlerinin eyleyicisidir.
Günümüz felsefesinde özne kavramı, belli bir idrak ve arzu hamili olan etkin bir ifa eden olarak tarif edilir. İnsan eylediklerinin, eylemediklerinin ve bunlara dair bütün duygu ve düşünce durumlarının tümünden sorumlu bir varlıktır. Var olmak kendi başına bir yükleme dönüştüğünden, insan için insani olarak var olmanın gerekleri de zorlu bir yükleme dönüşmektedir. Sorun da insan öznesinin insani niteliklerini bozan, yozlaştıran, onu insani nitelikleri doğrultusunda var olmaktan uzaklaştıran yüklemlerinin ortaya çıktığı noktada başlamaktadır. Toplumsal, siyasal ve ekonomik sistem pratiğinin günümüzde son derece spesifik, kavranması güç, komplike yöntemlerle bireye dayattığı yüklem gerçekliği, öznenin kendi öznel gerçekliği üzerinde olumsuz bir etki yaratmakta ve insanın “derin” niteliklerini yok etmektedir. Kişi, bu kurgusal ve sanal gerçeklik içinde eriyerek, gerçekte kendine ait olmayan, kendi arzusunu, ilhamını ve amaçlarını yansıtmayan yüklemlere koşturularak gerçek “ben”ini tanıma, keşfetme ve onu geliştirme olanaklarından mahrum edilmektedir. Bu bağlamda insan öznesinin kendine ve eylemine yabancılaştığı, giderek yükleminin mutantan, mekanik, değersiz, anlamsız bir eyleyicisi olduğu türündeki tartışmalar yoğunluk kazanmıştır.
Özneyi, “bireysel bilinç” ya da bireyüstü “nesnel tinin bilinci” diye temellendirerek özneye, bütün her şeyden ayrı durarak var olan, aşkın, ulvi metafiziksel bir anlam giydiren idealist felsefe Hegel’in düşünsel katkısıyla özneyi bir şekilde ayakları yere basan bir konuma taşımıştır. Özne Hegel’e göre insanın kendini bilmeye yönelen bilincidir. “Saltık idea”nın belirlenimi olarak kendi bilincinde olan, dünyayı düşünsel ve eylemsel pratikle tanımada etkin eylemlilikte bulunandır. Bu tekil kişi, yüklemlerinin bütün sorumluluğunu yüklenen modern özne olmaya adaydır. İdealleri, kesin doğruları, adanmış bir ruhu vardır. Sarsılmaz düşüncelerinin boyunduruğu altındadır.
XVII. ve XVIII. yüzyıllar boyunca özneye giydirilen bir tür soyut aşkınlık kılıfı, özellikle bu tarihlerden sonra “diyalektik-tarihsel maddecilik” düşünürleri tarafından kabul görmemiştir. Tarihsel maddecilik, tekil insanın idealist anlayışlar tarafından belli bir ifa içinde olsa da temel manasıyla edilgen olan, tarihsel doğasına müdahale edemeyen, yalıtık, değişimlerin öznesi olamayan içeriğine karşı çıkmışlardır. Çünkü özne denince tam anlamıyla toplumsallaşmış, yeteneği, üretim gücü ve genel donanımıyla tarihsel süreçlerin öznesi olabilen insan teki diye anlamak gerekir, demekteler. İster kolektif, ister tekil özne olsun tarihin akışına nesnel müdahalelerde bulunan ve her şekilde toplumsallıkla belirlenen içerik anlaşılmaktadır. Ancak sol cenahın başkişilerinden biri olan Lenin, özne kategorisine ilişkin bir teorik pozisyon almamıştır. Politikasını herhangi bir özne tasarımı yerine, nesnel gerçekliğin zorunlu yasaları dışında kural tanımayan bir içerikte kurmuştur. Lenin başat rolüne rağmen kendini de bir özne olarak tarihsel sürecin içine yerleştirmemiştir. “Devrim bir özne tarafından yapılmaz, devrim olur,” diyerek tarihsel süreçlerin öznesizliğine vurgu yapmıştır. Bir başka Marksist düşünür Georg Lukacs, ise bir bilinçler savaşı olarak tarihin son pozitif bilincine proletarya, parti ya da devrimci özne sahiptir, der. Ona göre bu öznelerin varlığına yönelecek herhangi bir saldırı, dünyanın olumlu dönüşüm çabasına zarar verecektir. Özne, Marksizm’e farklı bir yorum sunma iddiasında olan Althusser eliyle ideolojik bir anlama evrilir. Toplumsal yapıların taşıyıcıları olarak özneler, kendisine verilen rolleri oynayarak kendilerini kuranlardır, der. Ancak devrim süreçlerinde insan öznesi sınırları belli, katı bir disiplin ve kontrol altında, bir düşünsel ve edimsel çerçeve içinde kalmaktan kendini kurtaramamıştır. İradesini, zorunluluk ve gönüllülük sınırları muğlaklaşmış bir seferberlik ruhu içinde devrimin teorik ve pratik erkine teslim etmiştir. Ayrıca sürecin kolektif nesnel iradesi ile kendi öznel iradesi iç içe geçmeye ve aynılaşmaya tabi kılınmıştır.
Öznenin tarihsel maddecilik retoriğindeki yeri modernizm tarihi boyunca sürse de insan tekinin toplumsal ilişkileri sürdüren, değiştiren, bozan, yeniden kuran niteliğine post-modernizm sürecinde karşı çıkılmış ve öznenin taşındığı yücelikten alaşağı edildiği bir dönem başlamıştır. Modern anlamda kişi kurgusu Heidegger, Nietzsche, Derrida gibi bazı düşünürler tarafından hırpalanmış, yerle bir edilmiştir. Hegel idealizmi, tarihsel maddeci, Marksçı ve diğer modern düşünürlerce özneye biçilen tüm yetiler geri alınmış ve özne skolastik felsefe sürecinde taşıdığı konumu dahi elde edememiştir. Özne ne anlamın ne de eylemin başlatıcısı olacaktır, artık. Post-modernistlere göre modernizm boyunca özne, tahakkümcü, totaliter eğilimleri olan, ilişkiye girdiği her şeyi denetimi altına almaya çalışan, bütün bunları yaparken aklın verilerine, rasyonaliteye, bilginin pratik yararına bütünüyle teslim olmuş biridir. Ayrıca modern insan idealleri uğruna kendini ihmal eden, ıskalayan, erteleyen biridir. Mantıklıdır, planlamacıdır, disiplinlidir. Hedefe odaklanan, sorumluluktan asla kaçınmayan yüceltilmiş kişidir. Bu tür bir öznenin kurgusal bir mit olduğunu, araçsal olduğunu ve bir çeşit uydurma kişilik inşası olduğunu söyleyen post-modernistler, bu öznenin gerçek insanı maskelemek için kullanıldığını ileri sürerler. Nietzsche ve Freud, kendi içinde belli bir amaca yönelmiş tutarlı, bütünlüklü özne anlayışına karşı çıkarlar. İnsan ben’inin dil yoluyla kurulmuş bir şey olmaktan öte bir değeri yoktur, onlara göre. Derrida’nın geliştirdiği yapısökümcü felsefeye göre de öznenin belli bir söylemin yarattığı retotik ve dilsel bir söylem dışında bir değeri yoktur. Aynı düşüncenin bir diğer önemli kişisi Foucault’ya göre ise öznenin salt söylemsel bir kurmaca olduğunu söylemek yeterli değildir. Öznenin ne olduğunu anlamak için, ilkece çözümlemeye açık tarihsel pratiklere gitmek gerekir, der. Bir başka düşünür, Leibniz, kişi-yüklem ilişkisini tarif ederken iyi ve tam anlamıyla anlaşılmış özne kavramı, yüklemi de içerecektir, demektedir. Yüklemin, öznenin doğal yapısında yer almakta olduğu, kişinin yüklemi üzerinden şekillendiği türü bir çıkarsama yapılabilir, bu tariften. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz,” demenin bir başka yolu, belki de. Eylemin özü ile öznesinin özü arasında tam bir örtüşmeyi tarif eden bir yaklaşımdır, bu.
Toplumsal hayatın yazgı ve tahakküm teolojisi olarak tanımlayabileceğimiz dine özgü sistemler biçiminde düzenlendiği durumlarda ise özne-yüklem tarifi farklı bir boyut kazanmaktadır. Dinsel toplumların, hayatı aşkın bir varlığın söylemsel emirleri, istek ve arzuları doğrultusunda tanzim etme, anlamlandırma çabaları hem özne hem yüklem için farklı nitelemeler ortaya çıkarmıştır. Sentaktik düzlemde bakıldığında her önermede yüklemi gerçekleştiren bir “mantıksal özne” bulunsa da dinî ve totaliter söylemlerin ve edimlerin oluşmasında özne ve yüklem bir “alt-metin veya zemin metin” üzerinden gerçekleşmektedir. Zira her söylem ve ardından buna dayalı edim, aşkın bir öznenin rivayet edilen ifadesine dayanmaktadır. Bu durumda gerçek özne, en başta aşkın bir kavramın karşılığı olan “Tanrı” veya onu yeryüzünde temsil gücü ve yetkisini üstlenen ve sosyolojik düzlemde “karizmatik bir özne” olan kişi veya kurumdur. Bu tür sosyolojik yapılarda kişi-birey, kendi edimlerini tasarlayan, kuran, gerçekleştiren gerçek bir birey olamadığı için eylemi de özgür bir bireyin yüklemi değildir. Özne kendini temsil edemeyen, hazır metinleri ve edimleri yüklenen, araçsallaşmış bir öznedir. Başkasına ait tasarıların, anlamların, düşünce ve edimlerin taşıyıcısı; ruh, duygu ve düşünce dünyası ele geçirilmiş olan; her yüklemi, kendisine ait olmayan bir alt-metin tarafından yönetilen “sözde özne” esasında “nesne” konumundadır. Özne ve yüklemin birbirleri için temel referanslar olduklarını düşünürsek bu durumda anlamın oluşması kişi ve yüklemin gerçek iradesi dışında gerçekleştiği için kendisi için anlam üreten, tasarı, kurgu ve eylem içinde anlamlı bir varlık olan “insan öznesi” ortada yoktur. Fakat bir nüansı belirtmek adına, insan “eşref-i mahlûkattır” veya “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” düşüncesinde örneklenen düşünsel yaklaşımı, insan öznesine verilen yücelik mertebesi olarak görmek gerekir mi, sorusunu da sormak gerekir. Ancak bu yaklaşımda da insanın kendi öz-varlığı ve varoluşsal hikmeti üzerinden değil de, aşkın bir özneye karşı üstlendiği yüklemler üzerinden değer kazandığı görülüyor. İnsan, aşkın öznenin yeryüzündeki temsilcileri ve statik-dogmatik bir alt-metin üzerinden, zorunluluğa veya gönüllü teslimiyete dönüşmüş bir yükleme koşullanmakta ve öznel varlığına ait tüm düşünsel, pratik edimleri yok edilmektedir. Birey, belli zorunlu yükümlülükler üzerinden ve muğlak bir değer görme sürecinden geçirilerek toplumsal hiyerarşide iradesi dışında bir konuma yerleştirilmektedir. Bu anlamda gerek dinî gerek totaliter gerekse de günümüz küresel kapitalist sistemler içinde insan öznesi ile yüklemi arasındaki anlamsal ilişki koparılmış, birey kendi yararına olmayan bir sistemi, çeşitli algı oyunları ve icbar mekanizmaları sonucu desteklemek ve üretmek zorunda bırakılmış olmaktadır.
Diğer taraftan Yuval Noah Hariri’nin Homo Deus adlı eserinde vurguladığı üzere insanın tanrılaşmaya başladığı bir evrenin içinde olduğumuz bir süreci yaşıyoruz. İnsan sürekli bir ilerleyişin büyüsü içinde kendi yüklemlerinin esiri olmuştur. Yüklemlerini kutsamış, abartmış ve yüklemlerinin nesnesi konumuna taşınmıştır. Çünkü artık, durmaksızın değişen yükleminin anlamsal ve işlevsel değerinin kendi varlığı açısından neyi ifade ettiğinden çok, yüklemin kendisi fetişleştirilmiş ve saltık bir amaca dönüşmüştür. Özne günlük toplumsal yaşamında bir tür “araçsal akıl” devreye koymakta ve giderek varoluşuna dair geliştirdiği başka tür özerk, eleştirel, gelişkin normları olan bir akılı kullanmaktan uzaklaşmaktadır. August Becker’in Günümüzde Halk Felsefesi adlı eserinde “(…) insanlar idenin kuramsal zaferiyle ne yazık ki pek ilgilenmiyorlar. Onlara gözle görülür biçimde bu zaferin pratik olarak nasıl kullanılabileceğini göstermek gerekir (…) İnsanları etkilemek istiyorsanız, onların gerçek çıkarlarını yakalamalısınız (s. 32)” derken sözünü ettiği şey, insan öznesinin aşkın bir kavram olarak “insan” olmaktan feragat ettiği ve yerine hayvani, basit, günlük çıkarları ikame ettiğidir. Makale konusu ettiğimiz özne-yüklem, elbette, homojen, evrensel bir varoluş mantığı üzerine bina edilmiş, idealize bir özne-yüklem tanımı içine konumlandırılmamaktadır. İnsan öznelerinin tekil anlamda belli toplumsal, sosyolojik, tarihsel ve kültürel belirleyiciler üzerinden şekillendiği de göz ardı etmemek gerekir. Burada söz konusu olan, tekil öznelerin, toplumsal öznelere dönüşümünde devreye girerek insanı, ahlâki, düşünsel ilkeleri olan nitelikli bir varoluşa götüren yüklemlerinden uzaklaştıran kötücül yönlendirmelerdir. Zira bu noktada Hegel de tekil insan öznesi ile toplumsal özne arasındaki ilişkiye dair düşüncelerinde modernizm çağında mutlak bir sapmanın kaçınılmaz olduğu saptamasını yapmaktadır. Hegel, meseleye mealen şöyle bakmakta: Tekil özneler ihtiyaçlarını karşılamak için toplumla bir etkileşime giriyor, ona ruhlarından bir şeyler katıyor ve karşılığında da toplumdan kolektifleşmiş bir doğa alıyorlardı. Bu doğa hem tekil öznelerin hem de kolektif öznelerin doğası haline geliyordu. Ancak Hegel’in modern devlet-toplum ve özneler için ifade ettiği bir yorumda bizi daha da karamsarlığa götürecek belirlenimler de var, diyebiliriz: Sanayileşmiş modern toplumlarda kişinin “saf doğası”na yeniden dönebilmesi, varoluşundan taşıdığı “ruhu” bir kez daha kuşanması mümkün değildir. Artık insan öznesinin ruhu sanayi ve teknoloji toplumlarının gereklerine göre biçimlenecekti. Kişi bundan sonra varoluş mücadelesini topluma karşı vermeyecek, tam tersine belli kolektifler bağlamı içinde kendi varoluşuna anlam verecek ve kendi varlığını doğasına bağlı niteliklere değil, dış etkenlere tevdi edecekti. Adorno, W. Benjamin gibi bazı düşünürler bu düşünceyi daha da ileri taşıyacak ve tekil kişinin iktidar öznesi ile aralarındaki mesafesizliğe işaret edeceklerdi. Özünde tekil öznenin de iktidarı hedeflediği ve iktidar gücüyle özdeşleştiğini; iktidar hegemonyası ve karşı-hegemonyanın iç içeleştiğini söyleyeceklerdi. Bu anlamda tekil özne, kolektif özne veya iktidar öznesi birbirlerinin yan ürünleri olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaktalar, denebilir. Bir iktidar biçiminin karşı pozisyonlar biçiminde tüm öznelerce sürekli kopya edildiği bir süreçten söz edebiliriz. İnsan öznesinin yüklemiyle ilişkisinde araçsallaşmasının bir başka göstergesi de budur.
Küreselleşmiş kapitalist, modernist, post-modernist ve de dinî sistemlerin araçsallaştırdığı insan öznesi ile yüklemi arasındaki ontolojik ilişki büyük ve köklü bir yozlaşma ile karşı karşıyadır. Bahsi geçen sistemlerin insanı kendi amaçları için araçsallaştırdığı, kendine ve eylemine yabancılaştırdığı karşı konulmaz bir sürecin içindeyiz. İnsan öznesi bahsi geçen sistemlerin kurguladığı “zemin metinlerin, kodlamaların ve belli niyetlerle güncellenen yazılımların” güdümünde özgür iradesini, bilincini ve ahlâki yapısını kaybetmiş ve insani özüne aykırı yüklemlerin işgal ve talanına uğramıştır. İnsanın yüklemlerinin, kendisinin ontolojik özelliklerini, varoluşundan kaynaklanan tüm iyicil niteliklerini açığa çıkartan ve kendisini keşfetmesine yarayan nitelikte olması gerekir veya böyle olması beklenir. Oysa günümüzde kendi ben’ini diri tutan, olumsuzluklara karşı koruyan, iyicil yönde geliştiren, toplumsalın içinde eriyip gitmesine engel olan, ruhsal derinliğini yapılandıran, estetik beğenisini yükselten adil, eşit, barışçıl nitelikli yüklemler yerine; sürekli kışkırtan, korkutan, asabiyet ve güvensizlik içinde bırakan yüklemlere icbar edilmektedir. Son tahlilde insanın devlet, din, ideolojik ve ekonomik sistemler gibi karmaşık ve gelişkin yüklemleri “insan”ın kendi anlamsal varlığının üzerine çökmüş, gelişimini durdurmuş veya onu özünden saptırmıştır, diyebiliriz.