Makinenin Ritminden Fosil Çağa: Enerjinin Ekolojisi

Görsel @ Özlem Ölçer

“Nil’in taşkınları ya da makinelerin ritmi, insan iradesiyle değil, ekosistemlerin sınırlarıyla çizilmiştir. Burada biten hikâye aslında yeni bir sorunun kapısını açıyor: Limanlardan uzaklaştıkça makineleşen dünya, Sanayi 1.0 sonrasında Antroposen çağda nasıl bir yol aldı?”

İlk bölümde Osmanlı’nın tabiatla kurduğu ilişkiden yola çıkarak Sanayi Devrimi’nin kırılma anına, yani buhar makinesinin dünyayı değiştirdiği ana kadar gelmiştik. Ancak hikâye orada bitmiyor. Aksine, buharın sağladığı üretim devrimi yalnızca başlangıçtı. Onun ardından gelen enerji rejimleri –elektrik, petrol ve nihayetinde fosil yakıtlarla örülen küresel düzen– bugünün ekolojik krizlerinin temelini attı.[1]

Sanayi 2.0 ile birlikte doğa artık yalnızca bir üretim kaynağı değil, aynı zamanda tüketim toplumunun itici gücü haline geldi. Bu süreç, enerjinin üretim ve tüketim zincirinde yeni bir ekolojik kırılma yarattı. Bugün iklim krizinin geldiği boyutları anlamak için bu tarihsel dönüşümün izini sürmek zorundayız. Çünkü doğa, kapitalizmin “arka planı” değil, en kalıcı aktör olarak hep sahnedeydi.

Sanayi 2.0: Elektriğin Demokratikleşmesi

Buhar makinesiyle başlayan sanayileşme, üretim ölçeğini büyüttü ama aynı zamanda ciddi sınırlılıklara da sahipti. Devasa boyutlarıyla buhar makineleri ancak büyük tesislerde kullanılabiliyor, üstelik çoğu kez nehir kenarlarına mahkûm ediliyordu. Enerjinin mekân bağımlılığı, sanayileşmeyi belirli merkezlerle sınırlı tutuyordu.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru elektrik bu tabloyu kökten değiştirdi. Elektrik, enerjiyi mekândan bağımsızlaştırdı. Artık bir fabrikanın illa su kenarında kurulmasına gerek yoktu; enerji hatları aracılığıyla küçük atölyeler bile üretim sürecine katılabiliyordu. Bu nedenle tarihçiler elektriğin sanayiye girişini “enerjinin demokratikleşmesi” olarak adlandırır.

Elektrik, yalnızca üretim mekânlarının esnekleşmesini değil, aynı zamanda daha geniş toplumsal kesimlerin sanayiye eklemlenmesini sağladı. Zanaatkâr işletmeleri, yani küçük girişimler, yeniden oyuna dahil oldu; büyük tesislere mahkûmiyet kısmen kırıldı. Ancak bu demokratikleşme aynı zamanda yeni bir bağımlılık ilişkisi de doğuruyordu: Enerji artık merkezi şebekeler, devasa üretim istasyonları ve giderek büyüyen şirketler tarafından sağlanıyordu.

Manchester’ın sanayi kenti kimliği, yerini Detroit’in yükselen otomotiv başkentliğine bırakırken aslında yalnızca bir coğrafi kayma yaşanmıyordu. Aynı zamanda enerji rejimiyle birlikte toplumsal düzen de yeniden şekilleniyordu.[2] Sanayi 2.0, elektriğin ritmiyle atıyordu.

Fordizm: Üretimden Tüketime

Elektriğin sunduğu esneklik, yalnızca fabrikanın mekânsal örgütlenmesini değil, üretim süreçlerinin doğasını da değiştirdi. Bu dönüşümün simge ismi Henry Ford oldu. 1908’de üretilmeye başlanan T Modeli, otomobilin kitleselleşmesini sağladı; fakat daha önemlisi, üretim bandı sayesinde standart ürünlerin seri üretimini mümkün kıldı.

Fordizm, yalnızca üretim yönteminde değil, toplumsal yapıda da devrim yarattı. Artık işçiler yalnızca üretici değil, aynı zamanda tüketiciydi. Maaşlar kitlesel tüketimi mümkün kılacak seviyelere yükseltildi. Böylece modern tüketim toplumunun temelleri atıldı.

Ancak üretim bandının bir parçası haline gelen işçiler için bu düzen ağır bir bedel taşıyordu. Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar3 filminde hicvettiği gibi, günün sekiz saati yalnızca bir vidayı sıkan işçinin emeği monotonluk ve yabancılaşma üretiyordu. Kitlesel üretim ile kitlesel tüketim arasındaki denge, emek ile sermaye arasındaki uçurumu da büyüttü.

Fordist üretim sistemi, düşük vasıflı işgücüne dayandığı için işçilerin pazarlık gücünü zayıflattı. Göçmenler, niteliksiz emekçiler kolayca sisteme dahil edilebiliyor, böylece büyük fabrikalar düşük maliyetle devasa üretim yapabiliyordu. Bu üretim modeli kısa sürede yalnızca ABD’de değil, Avrupa’da da yayıldı.

Fordizm’in ardında yatan mantık açıktı: büyük ölçek, düşük maliyet, yüksek tüketim. Ancak aynı zamanda enerji tüketiminin ve hammadde talebinin de geometrik artışını beraberinde getiriyordu. Kapitalizmin büyüme mantığı, doğayı daha önce hiç olmadığı kadar baskılamaya başlamıştı.

Savaş, Sermaye ve Modern Kapitalizmin Temelleri

Yirminci yüzyılın ilk yarısı, sanayileşme ile savaş arasındaki bağın en çıplak biçimde ortaya çıktığı dönem oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda uçak, tank ve kimyasal silah gibi yeni teknolojiler savaşın kaderini belirledi. Artık devletlerin askeri gücü doğrudan sanayi kapasiteleriyle ölçülüyordu. “Askerî-sınai kompleks” kavramı tam da bu dönemde hayatımıza girdi.

İki savaş arasındaki dönemde ise 1929 Büyük Buhranı, kapitalizmin büyüme mantığını yeniden sorgulattı. Say Kanunu’nun (“her arz kendi talebini yaratır”) çöktüğü bu kriz, talep yönlü Keynes tarzı politikaların yükselmesine yol açtı. Artık devlet yalnızca hakem değil, doğrudan ekonominin aktörüydü. Kamu harcamaları, vergiler, sosyal güvenlik mekanizmaları devreye sokularak kitlesel tüketim ayakta tutulmaya çalışıldı.

Refah devleti modeli, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurumsallaştı. Ancak aynı zamanda modern kapitalizmin ekolojik maliyeti de katlanarak arttı.4 Fosil yakıt tüketimi, savaş sonrası dönemin büyüme stratejilerinin temelini oluşturdu. Ekonomi büyüyor, şehirler genişliyor, doğa hiç olmadığı kadar tahrip ediliyordu.

Antroposen ve Büyük Hızlanma

2000 yılında Paul Crutzen ve Eugene Stoermer, insanın jeolojik bir güç haline geldiğini ilan ederek “Antroposen” kavramını ortaya attılar. Başlangıç olarak James Watt’ın 1784’te buhar makinesine aldığı patent önerildi. Yani Sanayi 1.0 yalnızca ekonomik ve toplumsal bir dönüşüm değil, Holosen’in istikrarını sona erdiren jeolojik bir eşiğin adıydı. Daha sonra tartışmalar bu tarihi 20. yüzyıl ortasına, II. Dünya Savaşı sonrası “Büyük Hızlanma” dönemine kaydırdı.

Hangi tarihten başlatılırsa başlatılsın, esas olan doğanın artık bir “arka plan” değil, kapitalizmin maddi sınırlarını belirleyen en kalıcı aktör olduğudur. Nitekim Will Steffen’in popülerleştirdiği “Büyük Hızlanma” kavramı, atmosferden okyanuslara, biyolojik çeşitlilikten azot döngüsüne kadar insan etkinliklerinin gezegenin sınırlarını aşan etkilerini görünür kılar. Modern kapitalizmin tarihi, aslında biyokimyasal döngülerin tarihi olarak da okunabilir.

Sessizlik ve Tahayyül Krizi

Amitav Ghosh, The Great Derangement adlı kitabında modern edebiyatın iklim krizini büyük ölçüde görmezden geldiğini söyler. Ona göre Holosen’in sunduğu istikrar algısı, kültürel tahayyülümüzü şekillendirdi. Oysa Antroposen, istikrarsızlık ve felaket olasılığını merkezine alan yeni bir edebi-politik dil gerektiriyor.5 Bu sessizlik, yalnızca edebiyatın değil, siyaset ve ekonominin de hâlâ Holosen’in hayali güvenlik sınırları içinde düşündüğünün göstergesidir.

Enerjinin Ekolojisi ve Antroposen

Sanayi 1.0’ın buharıyla başlayan yolculuk, Sanayi 2.0’da elektrikle hızlandı; Sanayi 3.0’da petrol ve kimyasallarla küreselleşti. Bugün geldiğimiz noktada, bu enerji rejimlerinin toplam sonucu olarak iklim kriziyle yüz yüzeyiz.

Ekolojik imparatorluktan modern kapitalizme uzanan çizgi aslında tek bir ders veriyor: Doğa, kapitalizmin “arka planı” değil, en kalıcı aktörüdür. Buharın, elektriğin, petrolün ve fosil yakıtların hepsi, ekosistemlerin sınırlarını aşındırdıkça krizleri tetikledi. Nil’in taşkınlarıyla sarsılan Osmanlı ile karbon emisyonlarıyla boğuşan 21. yüzyıl dünyası arasında bu açıdan doğrudan bir süreklilik vardır.

Antroposen çağında esas soru şudur: Enerji rejimlerimizi doğa ile müzakere içinde yeniden kurabilecek miyiz? Yoksa büyüme adına ekosistemleri zorlamaya devam mı edeceğiz? Kapitalizmin tarihsel deneyimi bu soruya yanıt veremiyor; fakat ekolojik tarih bize şunu hatırlatıyor: Tabiatın ritmi olmadan hiçbir uygarlık uzun süre ayakta kalamaz.


[1] Paul J. Crutzen & Eugene F. Stoermer, “The ‘Anthropocene’ (2000),” in Paul J. Crutzen and the Anthropocene: A New Epoch in Earth’s History, Springer. https://doi.org/10.1007/978-3-030-82202-6_2

[2] Phil Mole, “Fordism, post-Fordism and the contemporary city,” From the Margins to the Centre, Routledge, 1996.

[3] Charlie Chaplin’in 1936 tarihli Modern Zamanlar filmi, Fordist üretim bandının işçiyi nasıl bir “makinenin uzantısı” hâline getirdiğini hicveder. Filmde işçi, sekiz saat boyunca yalnızca bir vidayı sıkmaktan ibaret bir rutine mahkûm edilir; bu, kitlesel üretimin yarattığı yabancılaşmayı simgeler. Kapitalizm tarihi açısından film, Fordizm’in verimlilik ve kitle üretimi sağladığı kadar, işçinin öznelliğini ve yaratıcılığını nasıl törpülediğini de gösterir. Günümüzden bakıldığında, yani Antroposen bağlamında ise film, insan emeğini makinelere devretmesiyle başlayan sürecin doğayla ilişkilerimizi köklü biçimde dönüştürmesine işaret eder. Makinelerin ritmi, yalnızca insan emeğini değil, doğanın ritmini de bastıran yeni bir ekolojik rejimin metaforu hâline gelir.

[4] Gough, I. (2015). Welfare states and environmental states: a comparative analysis. Environmental Politics, 25, 24–47.

[5] Ghosh, A. (2019). The Great Derangement. Log, No. 47, 101–105. (Amitav Ghosh, Antroposen çağında iklim krizinin yalnızca bilimsel-politik değil, aynı zamanda bir kültür ve hayal gücü krizi olduğunu savunur; edebiyatın bu krizi görünür kılmadaki rolünü tartışır.)