Emperyal Rus Yayılmacılığının Ukrayna İşgali

Vladimir Putin, ilk kez Rusya devlet başkanı seçildikten sonra 2000 yılında David Frost'a verdiği bir mülakatta Rusya'nın NATO'ya üye olması ve NATO ile daha derinden bütünleşmesini yeni yönetim olarak istediklerini ifade etmişti.[1] Yine 2000'de yayımlanan otobiyografisi First Person'da Rusya'nın esasen Batılı bir millet olduğu ve yerinin Batı demokrasileri arasında olduğunu belirtmişti.[2] ABD'nin "terörizmle savaş" bahanesiyle Afganistan'ı işgalini destekleyen ve Rus nüfuz sahasındaki Orta Asya ülkelerini hava sahalarını ABD uçaklarına açmaya zorlayan da Vladimir Putin'di. Rusya o tarihlerde Grozni'yi harabeye çeviren kendi "terörle mücadele" savaşını yürütüyordu ve Putin iktidarının ilk yıllarında "Çeçen" tehdidini bertaraf eden lider olarak Rusya kamuoyunun desteğini almıştı. Ve sözkonusu Çeçen tehdidini bertaraf etme yönteminin Grozni’yi taş taş üstünde bırakmamacasına yıkmak olduğu gerçeğini Batı dünyası görmezlikten gelmeyi tercih etmişti. Altı ay süren İkinci Çeçen Savaşı sırasında başkanlık koltuğuna yeni oturmuş Vladimir Putin, Çeçenistan’ı büyük bir katliam ve yıkımla teslim aldı. 2003’te Birleşmiş Milletler Grozni’yi “dünya üzerinde en fazla yıkıma maruz bırakılmış kent” olarak tanımladı.

Çeçenistan’da yürüttüğü imha politikasını Batı dünyasının anlayışla karşılamasından güç alan Putin, 2003'te David Frost'a verdiği bir başka mülakatta, Rusya'da bir NATO Hazırlık Konseyi kurulmasından duyduğu memnuniyeti ve Avrupa Birliği'yle daha fazla yakınlaşmak istediklerini ifade etmişti.[3] Ancak NATO'nun Irak'ı işgalinden sonra Rusya'yla komşu ya da coğrafya itibarıyla Rusya'ya görece yakın altı ülkenin daha (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya ve Estonya) birliğe katılması ve Ukrayna'da 2004-2005'te gerçekleşen Turuncu Devrim sonucunda Rus yanlısı Viktor Yanukoviç'in devrilip Batı yanlısı Viktor Yuşçenko'nun iktidara gelmesi Putin'in NATO'nun izlediği genişleme politikası hakkında kısık sesle homurdanmaya başladığı bir dönemin miladı oldu ve Putin “tarihî Rusya’nın birliğini yeniden kurma arzusunu” yüksek sesle dile getirmeye başladı.

Putin'in o yıllarda NATO ve ABD'ye güçlü bir itirazda bulunduğu söylenemez zira Sovyetler'in devrilmesinden sonra adım adım inşa edilen Rus kleptokrasisi henüz içerideki yapılanmasını ve restorasyonunu tamamlamış değildi. Putin 2000-2007 arasında kendini "anatavanın savunucusu" veya "emperyal Rusya'yı dirilten lider" olarak sunmaktan ziyade Rusya içindeki yeni servet bölüşümü ve ekonomik reforma başarıyla nezaret eden bir "profesyonel yönetici" izlenimi veriyordu. İktidara geldiği ilk dönemde, 1990’larda SSCB’den kalan büyük kamu işletmelerinin özelleştirilmeleri vesilesiyle bunlara el koyan oligarkların bir kısmına karşı başlattığı operasyon, görünüşte bir temizlik harekâtıydı ama gerçekte Putin’in ve onun çevresinde toplanan oligarkların bu zenginliğe el koymasının aracıydı. Rusya Federal Güvenlik Servisi’nin (FSB) merkezinde olduğu bir soyguncu çete Rusya’nın belli başlı yeraltı kaynaklarına el koydu. Dayattığı koşullardan biri, yağmanın bir kısmının Rusya’nın askerî gücünün yeniden oluşturulmasına ayrılmasıydı. 1990’larda fiyatı 20 doların altına düşen petrol ve gazın 2000’lerde 100 dolara yaklaşması, yağma dışında halka da belli bir refah artışı getirme imkânı veriyordu.

Putin, Batı karşıtlığını dünya kamuoyuyla ilk olarak 2007 Münih Güvenlik Konferansı'nda açıkça paylaştı; bundan bir yıl sonra ABD ve NATO devletleri tarafından Kosova'nın bağımsızlığının tanınması ve Bükreş'teki NATO zirvesinde Gürcistan ile Ukrayna'nın NATO üyeliği ihtimalinin ilk kez zikredilmesi Rusya'nın sonraki on beş yılda aralıklarla devam eden ve kapsamı giderek genişleyen silahlı müdahalelerinden ilkine zemin hazırladı. ABD destekli Saakaşvili'nin Güney Osetya'yı yeniden Gürcistan topraklarına katmak üzere harekete geçmesinin ardından Rus ordusu Osetya'ya girdi ve Osetya ile Abhazya'yı bağımsız devletler olarak tanıdı. Rusya, bu askeri operasyona "insani müdahale" zorunluluğu ve Kosova'ya tanınan "bağımsız statü"yü gerekçe göstermişti. Aynı Rusya, Çeçenistan'a böyle bir bağımsız statü verilmemesi için yıllarca devam eden bir savaşı sürdürmüştü. Bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tanıdığı Gürcistan’da kendi askerî himayesine aldığı iki bölgeye bağımsızlık ilan ettiren Rusya’ya Avrupa Birliği ve ABD mızırdanarak karşı çıkmakla yetindiler.

2008'den sonra dünya giderek artan bir ivmeyle yeni bir Putin ve Rusya'yla tanıştı: İçeride kleptokrasiyle yönetilen; gazetecileri ve muhalif siyasetçileri tutuklayan, zehirleyip öldüren; sonucu önceden belli göstermelik seçimlerle iktidarını sağlamlaştıran bir mafya devleti ve gitgide otoriterleşen bir liderliğe NATO ve ABD tehdidi bahanesiyle yürütülen bir emperyal yayılma ve "süper güç" olma arzusuna dayalı bir dış politika eşlik etti. Rusya, Kırım'ı ilhak edip, Donbas bölgesinde de facto bir kukla rejim kurduktan sonra, Putin Mart 2014’teki bir konuşmasında, Almanya’ya şöyle bir çağrı yapıyordu:

“Avrupalıların, özellikle de Almanların beni anlayacaklarını düşünüyorum. Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesiyle ilgili politik istişareler sırasında […] geçmişte ve bugün hâlâ Almanya’nın müttefiki olan bazı ulusların birleşme fikrini desteklemediğini hatırlatmama izin verin. Buna karşılık bizim ulusumuz Almanların samimi ve kesin ulusal birleşme arzusunu şüpheye mahal bırakmayacak biçimde destekledi. Bunu unutmadığınızdan eminim ve Alman vatandaşlarından da Rusya’nın, tarihî Rusya’nın birliğini yeniden kurma arzusunu desteklemesini bekliyorum.”[4]

Putin’in 2010’lardan itibaren giderek daha sık ve daha gür sesle dile getirdiği “tarihî Rusya’nın birliğini yeniden kurma” hedefi, esin kaynağı olan Dugin ve Prokhanov’un “Rus dünyası”nı Rusya Federasyonu'nun sınırlarını aşan “tek halk” kavramıyla “kardeş halkları”, yani Belarus ve Ukrayna’yı da kapsayan bir tasarımla birleştirme fikrine dayanıyor. Bu iki devletin bağımsız varolma haklarını reddediyor. Alman völkisch ideolojisinden ilham alan bu yaklaşım, etnik kimliği bir devletin yurttaşlığından daha üstün görüyor. Dolayısıyla, anadili veya esas konuştuğu dil Rusça olduğu için “Rus” olduklarını ilan ettiği toplulukların yaşadığı toprakların “anavatan”a katılmasını bir “doğal hak” ve gereklilik olarak sunuyor. Bu toplulukların üyelerini “vatandaşlarımız” olarak tanımlıyor. Bu “doğal hak” iddiası Hitler’in 1938’de Çekoslovakya’nın Almanca konuşan halklarını “Alman” olarak tanımlayıp, Südetleri ilhak etmesini akla getiriyor.

Demokrasiyi, halkın çoğunluğunun serbest seçimlerle tercihlerini ifade etmesini bir zafiyet, bir liberal dekadans ve ülke içinde bölücülük nedeni olarak gören Putin’in bu etnik kimlikçi yaklaşımı Rusya dışında epey yankı yarattı. Etnik/dinî milliyetçiler, aşırı sağ çevreler nezdinde önemli bir cazibe merkezi oluşturdu: Suriye'de Esad, ABD'de Trump, Fransa'da Le Pen, Almanya'da AFD'ye verdiği destekle Putin bir emperyal güç olma imajını pekiştirirken birçok hadiseyle (Skripal vakasından Donbas'ın işgaline kadar) Rusya'nın uluslararası hukukun çeşitli kaidelerini ve "toprak bütünlüğü" ilkesini tanımadığını defalarca gösterdi. Çek Cumhurbaşkanı Zeman, Macaristan Başbakanı Orban, Brezilya’da Bolsonaro ve Nikaragua’da Ortega gibi büyüklü küçüklü otokratlar veya otokrat özentileri için örnek alınacak ve açıkça desteklenecek bir model oluşturdu. Bu arada Rusya içinde iktidarını 2036'ya dek kalıcı kılan düzenlemeleri fazla zorlanmadan kabul ettiren Putin kural tanımaz "güçlü adam" ve yeni Çar imajını iyice cilaladı.

***

Rus ordusunun Ukrayna'yı işgal girişimi dünya kamuoyunda uzun süredir beklenen, deyim yerindeyse "göstere göstere gelmiş" bir hadiseydi. Putin 2013'ten itibaren bir devlet politikası olarak "Novorosssiya" idealinden bahsediyordu. Karadeniz'in kuzeyindeki toprakları Rusya'ya ait sayan bir Çarlık rejimi ülküsünü ifade eden bu politika doğrultusunda gerçekleştirilen emperyal istila Batı'nın çeşitli yaptırımlarına rağmen adım adım uygulandı. Uygulanmaya da devam ediyor. Halihazırda Avrupa'daki yegâne Yahudi devlet başkanı olan Zelenski'nin yönettiği Ukrayna'da neo-Nazilerin bir iktidar ortağı olduğu yönündeki kara propaganda ve dezenformasyon kampanyası Kremlin'in Çarlık devri kadar Stalin'in Nazilere karşı anavatan savaşında seferber ettiği temalardan da yararlandığını gösteriyor. “Ukrayna’yı özgürleştirme” olarak tanımladığı işgal operasyonunun aynı zamanda Ukrayna’yı “tam anlamıyla komünizmden arındırma” amacı güttüğünü de Putin söylüyor. Lenin’i, Ukrayna gibi “suni bir ulus” yaratarak bugünkü sorunun tohumunu ekmekle suçluyor. Aynı zamanda Rusya ve Doğu Avrupa’da yaygın bir kanaat olan, Yahudilerin Holokost bahanesiyle mağduriyet tekeli yaratıp, Nazilerin asıl gerçek büyük mağduru olan Rusya Hıristiyanlarının mağduriyetini unutturdukları inancına sırtını verip, Zelensky’nin, bir Yahudi’nin demokratik yolla seçilmesini, liberal demokrasi aracılığıyla dünya Yahudiliğinin hâkimiyet kurmasının bir sonucu olarak gören komplo anlatılarına satır arasında gönderme yapıyor.  

Putin ayrıca Ukrayna’da neo-Nazilerin iktidarda olduğu ve “Ruslara soykırım uyguladıkları” iddiasını, Goebbels’in “yalan ne kadar büyük olursa o kadar inandırıcı olur” saptamasını hatırlatan biçimde ısrarla tekrarlıyor. Rusya’da ve diğer birçok ülkede olduğu gibi Ukrayna’da da neo-Nazi ve aşırı sağ çevreler var. Adını Azak Denizi'nden alan neo-Nazi eğilimli Azak milisleri, Donbas’ta başlayan ayrılıkçı çatışma sonrasında Ulusal Muhafız Güçleri içine alındı. Ama Ukrayna'da neo-Nazilerin de yer aldığı aşırı sağ cephe 2019 parlamento seçimlerinde oyların sadece yüzde 2'sini alabildi. Batı ülkelerindeki radikal aşırı sağ partilerin aldıkları oy oranlarının çok gerisinde kalan bir oy oranı bu. Ukrayna’da neo-Nazilerin ülke yönetiminde herhangi bir etkisi yok. Elbette önemli bir Ukrayna milliyetçisi kesim var ve zaten Rusya’nın başlattığı saldırı bu milliyetçiliğe bugün tavan yaptırmış durumda. Putin’in, halkın ezici çoğunluğunun çift dilli (Ukraynaca ve Rusça) olduğu bu ülkede, Rusya karşıtlığını bir ulusal tavır haline getirmeyi başardığı söylenebilir. Putin'in 2009 yılında na'şını Rusya'ya getirttiği ve hakkında övgü dolu bir konuşma yaptığı Rus "filozof" Ivan İlyin'in 1920'lerde İtalyan faşizmini Rusya'ya model olarak öneren bir Rus milliyetçisi olduğunu da hatırlatalım. Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik istilacı tavrının sebebi "neo-Nazilerle mücadele" gibi absürt gerekçelerden ziyade Putin'in düşünce yapısını belirleyen bu ideolojik formasyonda aranmalıdır. Bugün Rusya'nın başlattığı işgalin gerisinde 2013'ten itibaren kamuoyu yoklamalarında AB'ye ve Batı'ya desteğin giderek arttığı ortaya çıkan Ukrayna'yı çok gecikmeden "Novorossiya"nın bir parçası kılma arzusu yatıyor.

Putin'in Ukrayna'yı "Novorossiya"nın bir parçası ve deyim yerindeyse bir Rus oblastlığı saymasının tarihsel dayanaklardan büsbütün yoksun olduğu elbette söylenemez. Rusya tarihsel olarak "Kiev" Knezliği'nde kurulmuş bir ülke olduğu gibi Moğol, Çarlık ve Bolşevik rejimlerini birlikte yaşayan Rus ve Ukrayna halkları arasında gerçek anlamda akrabalık var. Ukrayna dilinin esasen Rusçanın güney diyalektlerinden biri olduğunu iddia eden dilbilimcilerin varlığının yanısıra, örneğin Rus edebiyatını "paltosundan çıkaran" Nikolay Gogol Ukrayna doğumludur ("Taras Bulba"nın unutulmaz bölümlerinde Dinyeper Nehri tasvir edilir.) Rus nesrinin bir başka büyük yazarı Bulgakov, Ukraynalıdır, Isak Babel, Ilya İlf, Evgeni Petrov ve daha birçok edebiyatçı ve sanatçı yine Ukraynalıdır. Ukrayna'nın milli yazarı Şevçenko da bazı eserlerini Rusça yazmıştır. Ama bu dil birliği konusu da tartışmalı. Birçok dilbilimci Rusça ve Ukraynacanın, İtalyanca ve İspanyolca gibi birbirine yakın olmakla birlikte ayrı diller olduklarını, bu iki dil arasındaki farkın örneğin Sırpça ile Hırvatça veya Çekçe ile Slovakça arasındaki farktan çok daha büyük olduğunu belirtiyorlar. Ukrayna’da halk esas olarak iki dilin karışımı olan bir dil konuşuyor.

Ukrayna yönetiminin önemli bir yanlış adımı, 2019’da mecliste kabul edilen dil yasası oldu. Sadece Ukraynacayı resmî ve zorunlu dil olarak kabul eden bu yasa, Rusçayı bir yabancı dil konumuna sokarak, Putin’in Ukrayna’da Ruslar baskıya maruz kalıyor, onlara soykırım uygulanıyor iddialarına bir dayanak sağladı. Diğer yandan Ukraynacanın Çarlık Rusyası'nın asırlar süren baskısı ve ardından Stalin dönemi düzenlemeleriyle Rusçanın bir alt dili haline gelmesi, zaman içinde Ukraynalılar ve Ruslar arasında çok yakın ilişkilerin kurulduğu bir somut gerçek. Buna karşılık, Ukraynalıların toplumsal bilincinde hep bir Rus baskısına karşı mücadele etme gereğinin de kazılı kalmış olduğu unutulmamalı. Hele Stalin döneminde 1930’larda milyonlarca Ukraynalının ölümüne yol açan planlı büyük açlık bugün Rusya’nın askerî saldırısıyla birlikte hatırlanıyor.

Rusya ile Ukrayna arasında var olan yakın tarihî ilişki ve akrabalık SSCB dağıldıktan sonra tercihini bağımsızlıktan yana kullanan Ukrayna halkının sadece Batı'yla yakınlaşmak istediği için kanlı bir işgale maruz kalmasını, Ukrayna şehirlerinin bombalanmasını ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'daki en kapsamlı kara savaşının yaşanmasını mazur gösterir mi? Bu soruya evet yanıtı vermek, 21 Şubat'taki konuşmasında Ortaçağ mitoslarını canlandıran, bu mitoslara dayanarak, SSCB’den de eski bir otantik hâkimiyeti, Çarlık İmparatorluğu düzenini günümüz koşullarında yeniden kurmayı ima eden Putin’in bu girişiminin sebep olacağı son derece vahim gelişmeleri de kabul etmek demektir. İmparatorluklar çağı sona erdikten sonra tesis edilen bağımsız-egemen devletler imparatorlukların egemen halklarının kurduğu devletlere eğer yeniden dâhil edilecekse bu, yeni bir dünya savaşı anlamına gelir. Sözkonusu mantıkla Türkiye'nin Irak ve Suriye'yi, İran'ın Bahreyn'i, Avusturya'nın Macaristan'ı, İngiltere’nin İrlanda’yı, Almanya’nın Avusturya’yı ve daha somut olarak Rusya’nın, Ukrayna’dan sonra, önemli oranda Rusça konuşan azınlıkların yaşadığı Moldavya, Estonya ve Letonya'yı işgali pekâlâ meşrulaştırılabilir. İşgale müdahale etmeye kalkışan ülkelere tarihte daha önce görülmedik bir karşılık verileceğini söyleyerek alttan alta nükleer sopası gösteren Vladimir Putin ve otokratik Kremlin rejimini durdurmak için Rusya ve dünyada demokrasiye inanan bütün ülke halkları meşru bir kamuoyu baskısı oluşturmak üzere derhal harekete geçmelidir. Nitekim Putin’in Ukrayna’ya karşı başlattığı işgal amaçlı savaşın önemli bir sonucu, “beyin ölümünün gerçekleştiği” iddia edilen NATO’nun birdenbire değer kazanması, SSCB’nin II. Dünya Savaşı sonrası önemli kazanımlarından biri olan Finlandiya’nın tarafsız kalması ilkesinin yürürlükten kalkmasının gündeme gelmesi oldu. Avrupa Birliği kendinden beklenmeyen bir hızda ve kararlılıkta bugüne kadar başvurmaktan imtina ettiği yaptırımları başlattı ve Ukrayna’ya doğrudan askeri yardım yapma kararı aldı. Rusya yandaşı AB üyesi birkaç yönetim de bütün bu girişimlere destek verdi. Ayrıca Ukrayna halkı da ezici çoğunluğuyla Rusya’nın saldırısı karşısında direnişe geçip, Putin’in “Ukrayna halkını kurtarma” iddiasını çürüttü. Putin’in Rus ordusuna nükleer silah kullanımı için hazırlık emri vermesi, içine düştüğü batak durumu ve gerçeklikle ilişkisini belli ölçüde yitirdiğini ele veriyor.     

Etnik ve dinî azınlıkları, feministleri, eşcinselleri, liberalleri, göçmenleri, demokratları, otantik sosyalist ve komünist hareketleri ulusal kimliği aşağılayan ve itibarsızlaştıran ve ulusal birliği dinamitleyen sapkın akımlar olarak değerlendiren -hâlihazırda Putin'in temsil ettiği- neo-faşist zihniyetlere karşı özgürlük, eşitlik, barış ve demokrasi ilkeleri etrafında oluşacak yeni bir uluslararası dayanışmanın kurumlaşması gereği, 21. yüzyıla şimdi gerçekten girerken son derece acil bir hedef olarak önümüzde duruyor.


[1] Akt. Tony Wood, Russia Without Putin, s. 113-147, Verso, 2020. Tony Wood'un kitabı Putin'in iktidar aşamaları ve siyasetteki dönüşümüne dair önemli bilgiler ve gözlemler içeriyor.

[2] Vladimir Putin, First Person, An Astonishingly Frank Self-Portrait by Russia's President, Public Affairs Books, Mayıs 2000. 

[3] http://news.bbc.co.uk/2/hi/programmes/breakfast_with_frost/3010956.stm

[4] Jean-Robert Jouanny, Putin Ne İstiyor?, çev. Merve Öztürk İletişim Yayınları, 1. Baskı 2017.