Savaş: Eski Dünya Düzeninin Son Düzlüğü

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali dünya tarihi açısından bir dönüm noktası. 1945’te başlayan dünya düzeninin pandemiden sonraki son düzlüğü. Seksen yıllık bir uzun dalganın kapanıp yeni bir dünya düzenine geçişin en büyük katalizörü olacak boyutta önemli. Bu savaşı hafife almak, küçümsemek, geçmişteki, örneğin Ortadoğu gibi yerlerdeki diğer işgallerden farksızmış gibi görmek ağır bir tarihsel yanılgı. Evet benzerlikler elbette var, ama coğrafya, zamanlama, aktörler ve en önemlisi tarihsel bağlam açısından çok başka, tüm dünyadaki güçler dengesini yeniden biçimleyebilecek bir süreçle karşı karşıyayız. Nasıl ki pandemi hayatımızda bazı alışkanlıkları hızlı ve radikal biçimde değiştirdiyse, temiz enerjiye geçiş gibi süreçlerden başlayarak pek çok konuda bu savaş ve onun sonuçları da hayatımızı derinden etkileyecek. Askerî savaş teknolojileri bile bu savaş sonrasında yeniden formüle edilecek.

Dünya tarihi açısından bu savaş iki eksende büyük önem arz ediyor: Birincisi 2010’larda tüm dünyayı saran neo-popülist, “tek-adam” rejimlerinin geleceği ile ilgili. Burada kullanılan neo-popülist kelimesi sizi yanıltmasın, neo-popülizm bir “Aydınlanma” karşıtı siyasal hareket ve dünya tarihinde en çok iki savaş arası dönemin faşizmini andırıyor.[1] O nedenle şöyle de düşünmek mümkün: Bu savaş belki de 6 Ocak 2020’de ABD’nin başkenti Washington’daki darbe girişimiyle başladı. Neo-popülist Trump yandaşlarının ABD gibi bir yerde darbeye kalkışabilmesi tüm dünyaya ve özellikle de Batılı elitlere çok büyük bir ders oldu. Neo-popülist “tek-adam” rejimlerinin en güçlü ve en eski olduğu Putin Rusya’sının Ukrayna’yı işgali 1930’larda Hitler’i hafife alma analojisini boş yere gündeme getirmedi. Biden’ın 2021 Demokrasi Zirvesi’ne hangi ülkelerin çağrılmadığına bakmak bu açından çok manidardır (Rusya, Çin, Türkiye, Macaristan, Belarus, Suudi Arabistan, Kazakistan bunlardan bazılarıydı).[2] Buradan dünyaya bir mesaj verildi. O nedenle neo-popülist, “tek-adam” rejimlerin tasfiye sürecinin başlamış olabileceğini öne sürebiliriz, nitekim bu sürecin bu savaşla daha da perçinleşmesi beklenebilir. Bu tasfiyenin başarılı olup olamayacağını ise zaman ve güçler dengesi gösterecek elbette. “Kabile” siyasetinin yarattığı akıl almaz bir kutuplaşma süreci yaşayan pek çok günümüz toplumunda dengelerin nasıl oluşabileceğini bugünden kestirmek çok kolay değil, ama bu tasfiye süreci dinamiklerinin harekete geçtiğini görmemiz lazım.

Büyük resmin ikinci teması küresel kapitalizmin gücüyle, sınırlarıyla ilgili. Buna belki Batı ekonomisinin, teknolojisinin ve biliminin gücü de denebilir. Rusya tarihte eşi benzeri olmayan büyüklükte bir tepkiyle, ağır yaptırımlarla karşılaşmıştır. Rusya’ya uygulanan ambargo ve bunun üzerinden Çin’e verilen mesajın ne kadar etkili olabileceğini hep birlikte göreceğiz. Rus ekonomisinin bu yaptırımlar karşısındaki performansı bize dünyada globalizmin gücünü göstermesi açısından önemli bir veri sunacaktır. Yeni dünya düzeninde askerî yaptırımların mı, yoksa ekonomik ve teknolojik yaptırımların mı daha ağır basacağı bu süreçte netleşecektir. “Batı’da” uzaydan neredeyse tek tek Rus askerlerinin fotoğrafını çekebilen bir teknolojik güç var (ABD bu bilgileri Ukrayna’ya veriyor). Teknolojik, ekonomik ve de bilimsel açıdan hâlâ diğerlerinden çok daha güçlü olan Batı’nın bu gücünün etkisi de test edilecek.

Rus işgalinin an itibarıyla ne gibi sonuçlar ürettiğini ise şu başlıklar altında özetlemek mümkün.

1) Ruslar kendi elleriyle Ukrayna milliyetçiliğini geri dönülmez, radikal biçimde tetiklemişlerdir. Bölgede etkileri on yıllarca sürecek husumet tohumları ekilmiştir. Rusya içinde yaşayan Ukrayna kökenliler ve Ukrayna’daki Rus kökenli çok sayıda insanın olması meseleleri iyice karmaşıklaştıracaktır.

2) Rus ordusu karizmasını tamamen çizdirmiştir. Geçenlerde Kremlin sözcüsü Peskov “çok ciddi kayıpları olduğunu” birinci ağızdan dillendirmiştir. Rusya’nın askerî gücünün âdeta bir kâğıttan kaplan olduğuna dair neredeyse genel bir konsensüs oluşmuştur. İstanbul müzakeresinde Rusya’nın Kiev’den geri adım atmak zorunda kalışı bunun bir göstergesi. Kaldı ki savaşın ilk günlerinde hemen herkes bu büyük askerî gücün çok hızla Ukrayna’yı yutabileceğini varsayıyordu. Oysa öyle olmadı! Askerî gözlemciler Rus ordusundaki bir aylık kaybın on yıl süren Afganistan işgalinden daha fazla olduğunu vurguluyorlar. Ruslar geçmiş yüzyılda kalmış askerî saldırı stratejileri karşısında 21. yüzyıl tarzı bir savunma stratejisi ve teknolojisi ile karşılaşmıştır.

Böyle bakıldığında öyle görünüyor ki Rusya büyük bir emperyal güce sahip ülke imajını geri dönülmez şekilde yitirmiştir. Ordusu güçlü olmayan emperyal ülke eşyanın tabiatına aykırıdır. Şu an savaş denilen şey pratikte Rus ordusunun şehirleri ve sivilleri bombalaması ve Ortaçağların şehir kuşatmalarından medet ummaktan başka bir şey değildir. Putin rejiminin köşeye sıkıştıkça sivil yerleşimleri bombalamayı artıracağı ve hatta nükleer silah bile kullanmaktan çekinmeyeceği uzak bir olasılık değil, gündemde olan bir seçenektir. Kremlin tarafından bu dillendirilmiştir. Rusya’nın halihazırdaki demografik yapısıyla tüm Ukrayna’yı işgal etse bile orayı nasıl tutabileceği ise başlı başına bir muammadır. Zaten bu nüfus yapısı ile bu savaşı beş, on yıl sonra yapabilmesi de mümkün olamayacaktı çünkü buraya gönderilecek genç nüfus ortada olmayacaktı (bazı nüfus bilimciler bu doğum/ölüm oranlarıyla yüzyılın sonunda Rus kalmayabileceğini dahi iddia ediyorlar).

3) Putin rejimi hâlâ eski Soğuk Savaş zihniyetiyle hareket etmekte, hayatın değişen dinamiklerini çözümleyememektedir. Dünya artık 1956 veya 1968’in dünyası değildir. Bu yıllarda yaptıkları işgaller ve 2008 sonrası yayılmasına ses çıkarılmamasının sonuçlarının onların zihninde önemli bir yer kapladığı görülmektedir. Bu ise Putin rejimi için büyük bir yanılgı olmuştur.

4) Putin rejimi Batı’yı tarihinde belki de hiç olmadığı kadar birleştirmiştir. Bu açıdan bakıldığında 2020’de ABD’de Trump’ın yenilgisinin ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Batı’nın bu boyutta bir birliktelik içinde karşı koyabileceğini Putin ve şürekasının hesap edemedikleri anlaşılıyor.

5) Başka savaşlarda pek rastlanmayan ölçüde dünya kamuoyunda, özellikle de Batı kamuoyunda, “efkar-ı umumiden” böyle bir büyük tepki pek kimsenin beklediği bir gelişme değildi. On binlerce Batılı firmanın şirket itibarlarını düşünerek kendi istekleriyle Rusya’dan çekilmesi buna güzel bir örnek. Kitlelerde Putin’in işgaline karşı gelişen tepkilerin devletlerin politikalarına da etki ettiği ve giderek daha fazla edeceği unutulmamalıdır. Burada tehlike Putin rejimi ile bütün Rusları özdeşleştirip, ırkçı söylemlerin artışı. Putin karşıtlığının anti-Rus bir söyleme bürünmesi her açından yanlış, haksız ve yersiz bir tavır olacak.

6) NATO eskisine göre katbekat güçlenmiştir. Rus saldırısıyla beraber NATO herhalde son otuz yıldır en “şirin”, en “meşru”, en güçlü dönemini yaşıyor. Bir iki yıl önce, özellikle de Trump döneminde, NATO fikren ve güç olarak büyük ölçüde sorgulanıyordu. Bugün Rusya’nın olası işgali “korkusundan” kaçmak isteyen herkes NATO'ya girmek için sıraya giriyor. Putin rejimi bu açıdan da kendi ayağına sıkmıştır. Putin sayesinde İsveç ve Finlandiya’nın yakında bu örgüte girmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

7) Bu işgalin asıl ve en önemli sorumlusunun Batı ve NATO olduğu saptaması tam bir “akıl tutulması” örneğidir. Batı, evet sorumludur, ancak onun sorumluluğu Putin rejimini uzun yıllardır “yumuşatmaya” çalışmasındandır. Batı Hitler’i yumuşatma girişiminin hazin sonuçlarını yeni öğrenmiş gibi görünmektedir. Hatırlayın, 1930'larda pek çok kişi Hitler'i ve Almanya'yı psikolojik çözümlemeleriyle, empatiyle, ticari vs. çıkarlarıyla pratikte desteklediler, hatta ona karşı pasif duranlar da onun yükselmesinin yolunu açtılar. Onu yumuşattılar. Asıl merkezde olan "yumuşatma" politikasıydı. Bedelini ise tüm dünya çok ağır ödedi! Yıllardır benzerini Putin'e yaptılar. Hep görmezden geldiler. Trump zaten “Putinci”ydi, Almanlar seslerini soluklarını çıkarmadılar. Macaristan gibi pek çok ülke kol kola gezdi. NATO genişlemesi gibi şehir efsanelerini bir kenara koyun! Batı şimdi kendi yumuşatma politikasının nerelere gidebileceğini görüp ilk kez bu kadar irkildi, biraz geç de olsa. Emperyal hırsları doruk noktasına çıkmış, muhalif herkesi zaman zaman zehirleyerek bile ortadan kaldıran otoriter bir rejime karşı tarihte ilk kez bu boyutta bir birlik var. O telaşladır ki Putin rejimi nükleer kartları bile ortaya koyabilecek hale geldi (maalesef bu savaş nükleer silaha sahip olmakla olmamak arasındaki farkı da göstermiştir!).

8) Rus işgalinin NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin genişlemesiyle ilgisi olmadığı, aslında tam da tersine, bu iki kurumdan birine üye olmayan bir ülkenin her halükarda nasıl da işgal edilebileceğini açık seçik ve net bir şekilde göstermiştir. Batı’nın Rusya korkusuyla Ukrayna’yı NATO’ya almak istemediği ve bunun kendilerine söylendiğini 2008’den beri sağır sultan bile duymuştur.

9) İşgalin asli sorumluluğunu Batı’ya atfedenler her yerde hazır, nazır, her şeyi bilen bir Batı imajıyla hareket ediyorlar. Bu senaryoya göre ABD öncülüğündeki Batı Putin rejimine bir tuzak hazırlamış, onlar da bu tuzağa düşmüşlerdir (birincil sorumluluğu Batı’ya verdiğinizde ister istemez bu saçma iddiayı kabul etmek zorundasınız). Putin ve Rus yönetimini ahmak yerine koyan bu safdil bakış açısının gerçeklerle alakası yoktur. Dikkat edilirse bu âdeta “dinî” bir düşüncedir. Her yerde hazır, nazır ve kadir olan bu Batı algısı tarihsel gerçeklerle de bağdaşmamaktadır. Bilakis Batı’nın tarihi aynı zamanda “çuvallamalarının” da tarihidir. Daha yakınlarda yaşadığımız ABD’nin Afganistan fiyaskosu ortada duruyor işte. Keza Irak’ın işgalinin yüklü faturalarını da anımsayalım. Batı’ya birincil sorumluluğu atfedenler hayatın gerçekleri karşısında işgali ne yazık ki, bilerek ya da bilmeyerek, meşrulaştırmaktadırlar! Dökülen her kanın birincil sorumluluğunu Putin’e değil, başkasına vermekteler! Bu tezi savunanların yerlerinden, yurtların edilen, hayatlarını kaybeden insanlara söyleyebilecekleri sahici bir şey yok.

10) Rusya bir “üçüncü dünya” ülkesi değildir. Uzun yüzyıllardır emperyal hevesleri olduğu bilinmektedir. Putin’in son on beş yılda yaptığı konuşmalara şöyle bir göz atmak bile bu emperyal hevesleri nasıl dillendirdiğini, bunu yaparken NATO genişlemesi gibi argümanları çoğu kez hiç kullanmadığını, Ukrayna’yı ülkeden bile saymadığını görmek için yeterlidir. Kendi coğrafyasındaki Kırım, Gürcistan gibi ülkeleri işgalleri, Kazakistan ve Belarus gibi diktatörlüklere verdiği destek ortadadır.

11) Öte yandan Rusya, tarihinde hep gücü ile hırsları arasındaki derin orantısızlığı yaşamış ve yaşamaktadır. Büyük hırsları olan bu ülkenin tarihsel gücü hemen hemen hiçbir zaman kendi emperyal amaçlarını gerçekleştirebilecek kapasitede olmamıştır. İngiltere ve Fransa’nın aksine karasal genişleyen “ikinci” sınıf bir emperyalist güç olmuştur hep. Rusya’da emperyal güç olma fikri ve isteği hiç bitmemiştir. 1917 Rus Devrimi milliyetçilik çağında parçalanmanın eşiğinde olan bu ülkeye evrensel ve birleştirici sosyalist bir ideoloji sayesinde yeniden “emperyal” bir güç olma fırsatı vermiştir.   

12) Alman eski Şansölyesi Merkel’in Putin hakkında söylediği bir söz var: “Onun gerçeklikle bağı kalmamış. O başka bir dünyada yaşıyor” (“not in touch with reality … living in another world”). Şu anda tüm dünyanın dengelerini değiştirmekle meşgul ve nükleer silahı olan bir lider için ürkütücü bir tespit! Özellikle Kırım’ı işgalinden sonra artık ustalık döneminde görüyordu kendisini. Aslında giderek herkesten ve her şeyden uzaklaştı, izole oldu. Kendi kabinesiyle masada oturuş şekli bile bir şeyler anlatıyor bize. Danışmanları onun seveceği şeyler dışında kendisine bir şey söylemekten korkuyorlar. Bir “tek adam” rejimi. Onun şahsı Rusya’nın devleti olmuş durumda. Bazılarımızın “liberal” diye küçümsediği ülkelerdeki en temel katılım mekanizmalarının maalesef yüzde biri bile bugün Rusya’da yok. Hatta bu savaş bahanesiyle diktatörlük daha da üst bir noktaya taşındı. İktidarını öylesine tekleştirmiş ve kişiselleştirmiş ki ordusunun kurmaylarının bile savaşa gittiklerinden haberleri yok. Kurumları kendi şahsi iktidarını perçinlemek için yok etmiş, o nedenledir ki askerî başarısızlığının ardında kolektif bir akıldan yoksunluğun da önemli bir payı var. Oysa günümüzde finans gibi alanlarda bile artık merkezî olmayan ağların yarattığı esneklik ve yaratıcılığın toplumların gelişmesinde çok büyük bir etkisi olduğu biliniyor. Her şeyi kendisinde toplayan, her şeyi bildiği iddiasındaki tek adam rejimleri hem dünyaya hem kendi ülkelerine ancak felaket getirebiliyorlar.

13) 1930'ların kaotik atmosferi içinde faşistler yükselirken o dönemin Sovyet hakimiyetindeki güçlü uluslararası örgütü Komintern “sosyal demokrasiye” takmıştı (şimdilerde olsa “liberaller” denirdi muhtemelen). Onlara göre bu kişiler “sosyal faşisttiler”. Böyle ucube bir teorileri vardı. Hoş, karşı taraf da, yani sosyal demokrasi de, onları hak etmedikleri biçimde değerlendiriyordu. Zaman faşizme karşı acilen ortak bir cephe kurma zamanıyken, bambaşka bir dünyada yaşadılar! Geç de olsa dönüldü bundan ama dünyaya maliyeti ağır oldu. Unutmayalım ki İkinci Dünya Savaşı’nda iki kamp vardı: Biri ABD, Birleşik Krallık ve Sovyetler Birliği. Karşılarında ise Almanya, İtalya ve Japonya’dan oluşan faşist cephe. Ünlü tarihçi Hobsbawm haklı olarak bu bölünmenin “Aydınlanma” geleneğinin torunlarıyla faşistler arasında olduğunu yazacaktı.

14) Siyasette çok önemli bir kavram var: “moral superiority.” Tam Türkçesi zor, moral üstünlük diyebiliriz. Diplomasiden savaşlara, eğer moral üstünlüğünüz yoksa başarılı olma şansınız düşüktür. Vietnam Savaşı gibi dünya tarihinden pek çok örnek bulmanız mümkün. Bu savaşta ABD’nin moral zafiyetini hatırlayalım. Putin rejiminin Ukrayna macerasında moral üstünlüğü yok. Başka ülkelerdeki “sinsi” Putinciliğin etkisi de çok zayıf.[3] Moral üstünlüğünün olmaması nedeniyle kendi ülkesinde savaş karşıtlığının yükselmesi Putin rejimi için önümüzdeki süreçte sorunlar teşkil edebilecektir. Savaş uzadıkça ülkelerini savunan ve işgale karşı direnen Ukrayna ordusu ve halkı karşısında moral olarak çökmüş Rus askerlerinin tepkisinin de artacağını düşünebiliriz.

15) Kanımca bu savaşın asıl gerekçesi şudur: Putin rejimi açısından en kaygı verici durum yanı başlarında kendi “kuzenlerinin” seçimler yapabildiği, az çok demokratik bir rejimin varlığıdır. Bir başka deyişle Rusya için kötü bir örnek olmasıdır. Putin’in kitle hareketlerine karşı kendi kişisel tarihinden kaynaklanan aşırı duyarlılığı bu açıdan özellikle düşünülmelidir. Ukrayna’nın işgali kendi uzun dönemli jeopolitik yayılma ihtiyacından çok bu korkudan kaynaklanmaktadır. Nükleer güce sahip Rusya’yı kimse işgale kalkamaz, Batı kuşatması korkusu bu işgal açısından açık seçik bir safsatadır! Kendi “illiberal” rejimine kötü örnek olabilecek, hem de kültürel yakınlığı bulunan bir komşunun varlığı Putin rejimi için NATO’dan çok daha büyük bir varoluşsal tehdittir.


[1] Neo-popülizmin kısa bir değerlendirmesi için bkz. Asım Karaömerlioğlu, “Neo-Popülizmin Dipten Gelen Dalgaları”, Bianet, https://m.bianet.org/bianet/bianet/209924-neo-populizmin-dipten-gelen-dalgalari

[2] Liste burada: https://www.state.gov/participant-list-the-summit-for-democracy/

[3] Bu konuda Birikim’de Ahmet İnsel’in "Ukrayna Savaşı Karşısında Putinciliğin Farklı Çeşitleri" adlı yazısına bakmakta çok fayda var.