Geçenlerde psikolojiyle ilgili bir sohbet esnasında, insanların yaşadıkları travmalara iki tür tepki verdiklerini öğrendim. İlki gayet tanıdık: Mağduriyet söylemine hapsolmak. Travmanın ardından ruhta açılan yarayı fetişleştirmek. Artık yalnızca ve yalnızca o yarayla var olmak. Ve bedenle ruhu birlikte kemiren, tüketen bir hıncı mütemadiyen beslemek. Buna, insanı kötücülleştiren, empatiden ve dünya sevgisinden yoksun kılan bir tür zehirlenme diyelim. Sizi öldürmüyor ama yaşamanızı, yaşama değer katmanızı da engelliyor, hatta yaşamdan ve yaşama dair her şeyden nefret ettiriyor. Değer atfettiğiniz yegâne şey, kendi mağduriyetiniz, kendi acınız, kendi travmanız oluyor.
İkincisi ise daha “üretken” addedebileceğimiz bir tepki. Önce travmanızla yüzleşiyorsunuz, sonra dünyanın size yaptığı bu kötülüğü bağışlıyor, bağışlamasanız bile dünyayı -o kötülükten ibaret olmadığını idrak ettiğiniz için- yeniden kucaklıyorsunuz. Yaranıza yapışıp kalmaktansa onu bir hediye paketine koyup dünyaya geri armağan ediyorsunuz. Bir tür barış anlaşması gibi. Sonrası iyilik güzellik olan.
Ali İsmail Korkmaz’ın annesini hatırlarsınız –hiç unutmadık ki. Emel Korkmaz. Ali İsmail’in gidişinden sonra saçlarına düşen aklarla ilgili ne çok haber yapılmıştı bizim mahallede. Kahrolmuştuk. Geçen ay Emel Korkmaz’la ilgili yeni bir haber okudum. Habere de, fotoğrafına da hayret ve hayranlıkla bakakaldım. Emel Korkmaz, 2013’te, bizim onu ak saçlarıyla bıraktığımız yerden çok başka bir noktada görünüyordu. Travmasıyla yüzleşmiş, dünyayı bağışlamış gibiydi, mütemadiyen yarasına bakıp hınçlanmak ve tükenmek yerine, koşuyordu. Evet evet, yanlış duymadınız, koşuyordu.
Koşmak ille de bir şeyden kaçmak için yapılan bir eylem değil biliyorsunuz, bazen de bir yere yetişmek için koşarız. İlkini korku, ikincisini ise umut tetikler.
Velhasıl Emel Korkmaz’ı o haberde koşarken gördükten sonra Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nın, ALİKEV’in web sitesine baktım. Sitede Ali İsmail’in 17 yaşındayken “Toplum için Gençlik” isminde bir örgütlenmeye ön ayak olduğunu ve bu kapsamda okul bahçesini temizlemekten, huzurevi ziyaretlerine, engelliler için mavi kapak toplamaktan köy okullarına kitap-kıyafet göndermeye kadar pek çok etkinlik yürüttüğü yazıyor. Yani ALİKEV, Ali İsmail’in 17 yaşındayken kurduğu hayalleri gerçekleştirmek için var. Emel Korkmaz koştukça Ali İsmail Korkmaz yaşıyor… Emel Anne’nin saçları hâlâ beyaz evet, ama yüzündeki ifadeye iyi bakın derim. 2013 yılındaki bizi kahreden o halinden eser yok. Dünyanın yakasına yapışmış gibi! Onu severek, şefkatle kucaklayarak, neşeyle ve kararlılıkla.
Uzunca bir süredir kendime ve bizim mahalledekilere, iktidarın mağduriyet dili ve hınç zehrinin bulaştığını hissediyorum. Belki de bu yüzden Emel Korkmaz’ın saçlarındaki aklara bu kadar takılıyoruz. Israrla trajediye meylediyoruz. O aklar orada oldukça biz de buna kahroluyor, sebep olanlardan nefret ediyor, onlarla hesaplaşamadıkça daha da öfkelenip içerliyoruz. Bu ruh halinin tüketici bir hınca dönüşmesi an meselesi. Ve bu kendimize ve dünyaya yapacağımız en büyük kötülük olur.
Sizi bilmem ama ben bu halimizden korkar oldum. Ağızlarından köpükler saçarak yaşam düşmanlığı yapanlar hakkında konuşup onlara öfkelenmekten ve öfkemi içime atmaktan, başımıza gelenlerin sorumlularından nefret etmekten ve nefretimin içimde patlamasından bunaldım. Duygularımızı bu denli istila etmelerine, kendi zehirlerini bize de bulaştırmalarına izin verdik sanki. Hissettiğim bu. Biliyorum çok yorgunuz, çok fazla travma biriktirdik. Ama silkinip içimizde sinsice büyüyen hınçla önce yüzleşsek, sonra da dünyayla barışsak diyorum, belki ardından koşacak bir yerler de buluruz, yetişiriz oralara. Dünyanın yakasına yapışırız. Öfke ve nefretle değil, hesap sormak için de değil. Neşe ve mutlulukla, dünyaya sahip çıkmak için. Bu kör bir iyimserlik çağrısı değil elbette. Dünyaya karşı sorumluluğumuzu hatırlamaktan bahsediyorum. Ben 2019’a bu hissiyatla girmeye karar verdim. Emel Anne’den ilhamla. İnatla, dirençle, umutla…