Boğaz’ın en keyifli güzergâhlarından olan Üsküdar-Karaköy hattında bir deniz motorundayım. Üniversite yıllarında Beyazıt, Kapalıçarşı, Tahtakale, Yeni Cami, Galata Köprüsü, sonra Karaköy zevkle yürüdüğüm yerlerdi. Alabildiğine renkli, tarihî, dağınık, paspal ve hareketli olan bu yerlerde, binlerce çeşit piyasa ürünü görmek; farklı yaşlardan, coğrafyalardan, ırklardan ya da semtlerden alabildiğine değişik insan tipleriyle rastlaşmak kendi başına küçük bir yolculuk oldu. Fiyakalı ama sevimsiz esnafın sürekli müşteri kapma hâliyle, turistlerin kaygısız, rahat ve keşfe davet eden havaları ve dinî sembollerin bolca serpiştirildiği bedenlerin ifşası iç içeydi. Sonra hanlar, sokaklar, avlular, mezarlıklar, sütunlar Türkçe olmayan milyonlarca şey, yoksulluk ve hareketlilik…
Çok uzun süren kapanmalardan sonra tekrar Karaköy’e gelmek, hayatın bu denli hareketli oluşunu ve her şeye rağmen aktığını görmek iyi geliyor. Bu keşmekeşe sandığımdan daha aşina olmam da şaşırtıyor. On dokuz yaşlarında duyduğum o garip tedirginliği, otuz altı yaşında artık duymadığımı fark ediyorum. Yine de bir tuhaflık hissi hep oralarda, bazen yavaş bazen hızlı akan bir dip akıntısı gibi. Sanki dünyaya gelmemişsiniz de fırlatılmışsınız gibi bir varoluş hâli. Zorlukları da lütufları da kendinde gebe.
Işıklarda bekleyen, iskelede etrafına bakınan, sokak aralarında koşturan, vitrinlerin önünde duran bu insanların hikâyelerini duymak, geldikleri kökleri anlamak, şimdi oldukları yeri anlamlandırmak ister(d)im. Bakışları ve üslûplarıyla erkeklik gösterisi yapan, maçoluğu yürüyüşlerinde bayraklaştıran, vatan ve din söylemlerini müthiş bir ticari pratikle sentezleyen erkekleri dahi… Sonra alışverişe gelen orta yaşlı kadınlar. Kaderlerinin peşinde sürüklenirken, nasıl ve ne kadar kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını değiştirdiler? Bu kadınlar tüm bir kurumsallığı ve yapısal ağırlığıyla, aile içinde hangi pazarlıklara giriştiler? Direnişlerini ve kabullenişlerini nasıl yaşadılar ve bunları nasıl anlatırlardı? Sonra kâğıt toplayan, yoksulluğun henüz bedenlerine işlemediği, karakteristik kaşları ve gözleriyle, endamlı Kürt ya da Suriyeli gençlerle konuşmak istiyorum. Hayatı ve sokakları nasıl gördüklerini, nelerden keyif aldıklarını merak ediyorum. En çok da gülüşlerini izlemek istiyorum.
***
Aslında Üsküdar’dan Karaköy’e geçerken, karşımda oturan orta yaşlı iki kadının muhabbetlerinden konuyu açmak istiyorum. Bu kadınlar türbeye gitmekten ve ziyaretten bahsediyor, tanışlarının hayatından ve sorunlarından konuşuyordu. Dikkatimi çeken mütevazı giyinmiş, başını geleneksel biçimde örtmüş kadınlardan birinin olgun bir tavırla ve inanarak “iyi düşün” diye telkinlerde bulunmasıydı. Üzerimdeki genel karamsarlıktan mı bilemiyorum ama tavrı ve sözleriyle kendisine çekti. “Sen iyi düşün yine de, hayatta bunlar da oluyor.” Tavrı, kader inancıyla kılıf bulmuş pasif bir kabullenişten öteydi. Kararlı ve inançlı bir şekilde iyi düşünmenin pratiğe yansıyacağına inanıyordu. Sözleri ve vurgusu netti. Pratikten gelen bir netlikti sanki.
Dinlediğim podcasti bırakıp dağınık düşüncelere daldım. Aslında, iyi dilekte bulunma, adak adama, mum yakma gibi pratikler hurafecilik-gericilik yaftalamasına sığmıyordu. Bu durum daha çok, var olanın sınırlarından öte daha iyiyi arzu etmeye dair bir niyet-çaba göstergesiydi. Neden-sonuç ilişkisi spritüal ya da dinî sahada kurulmuş, bir daha iyiye yönelme hâli. Açıkça bireysel özlemlerle sınırlı bir temelde. Fakat yine de değerini tümden yitirmeyen bir şeyler yakalamak mümkün. Çünkü belli ki, her şeyi oluruna bırakan kadercilik ile bireysel düzeyde de olsa mevcuttan başkasını arzu etme arasında fark vardı.
***
Yoga ve meditasyon gibi devasa endüstrilerin vidolarında sakin ses tonlarıyla eğitmenler kötü düşüncelerin ve negatif duyguların bırakılmasını telkin ederler. Nefesi kontrol etmek, bedeni serbest bırakmak gerekir. Duyguları tanımak ve onları kontrol etmek önemlidir. Tam böyle tarif edilmese de duygular iyi ve kötü tanrılar gibidir. Telkinler biraz da bu tanrılarla ilişkilere dairdir. Özellikle kötü tanrılarla ilişkileri kontrol etmek ve bir şekilde idare etmek gerekir. Telkinler devam eder, “derin nefes alıyoruz, sonra yavaşça veriyoruz”.
Çok düzenli olmasa da, iki yıldır yaptığım ağırlık egzersizlerinin etkilerini düşünüyorum. Masa başında saatler geçiren biri olarak bel ve boyun ağrılarımdaki azalmaya müteşekkirim. Üstelik uykularım da düzene girdi. Fakat yine de bu pozitifliğin fiziksel alanla sınırlı kaldığını düşünürken suçlu hissediyorum. İyi düşünmek konusunda ne kadar yol katettiğimden emin olamıyorum.
İyi düşünme ve pozitif olmak, egemen popüler kültürün sahasında geniş bir yer kaplıyor. Eleştirel bakanlar bilişsel davranışçı terapi, Budizm, Stoacılık gibi farklı kaynakların bu kültür tarafından sömürüldüğünü ve pozitif olmayı başlı başına bir amaç haline getirdiğini söylüyor.
Çağımızın en kudretli tanrısı Stressus[1] ile ilişkiler tüm bu endüstrilerin tam merkezinde duruyor. Pozitif olma, gülümseme, iyi düşünme, yani stresten azade olma kendi başına bir gaye ve başarı sayılıyor. Fakat bu edimlerin kendisi gayet “bireysel” bir pratik olarak muamele görüyor.
Gülmeyi ele alalım örneğin. Popüler hâkim söylemde, gülmenin bizzat kendisi bağımsız bir gerçekliğe bürünüyor. İzlediğim bir TED konuşması (“Gülümsemenin Gizli Gücü”) bu açıdan çok çarpıcıydı. Burada gülümsemek durumlardan, anlardan, koşullardan, yaşanan deneyimlerden, duygulardan bağımsız bir pratik olarak ele alınıyor. Ne de olsa “isterseniz” fiziksel olarak her an yapabileceğiniz bir edim, değil mi? Beyninize işareti verin, yüz kaslarınızı oynatın ve gülümseyin. Dolayısıyla, zamansal olarak her an yapabileceğiniz, yapmadığınızda ise size kalmış bir tercih oluyor gülümsemek. Gülüp gülmemek de bunların sonuçlarının sorumluluğu da sizde oluyor.
***
Kendimi bir türlü pozitif düşünemeyen bir başarısızlık projesi gibi görmeye meyil ederken (neyse ki gülümsüyorum!), aslında hikâyenin bu kadar basit olmadığını da hatırlatıyorum kendime. Ne de olsa sosyolojiye inancım kendime olandan fazla. Son kertede her birimiz koşulların birer ürünüyüz.
Koşullar değil mi ki duygularımızı, düşüncelerimizi ve hatta bedenlerimizi şekillendiren?
Ocak 2022 TÜİK verilerine göre atıl iş gücü oranı, yani geniş tanımlı işsizlik oranı %22,9. “Gerçek” rakamların çok daha yüksek olduğu düşünüldüğünde, işsizlik oranı can yakıyor. Sınıf yaraları artıyor ve derinleşiyor. Bununla da yetmiyor: hayat pahalılığı, pandeminin yükleri, derinleşen siyasal-ekonomik krizler, yükselen göçmen nefreti, muhalefetin tıkanmışlığı, yükselen militarist ve neo-faşist siyasal iklim, memlekete özgü alabildiğine kuralsız-sınırsız bir kapitalizmin güç ilişkileriyle harmanlanması…
Duygu ve düşüncelerimiz yaşadığımız bu koşullardan nasıl azade olsun ki?
Söylem ve inanç düzeyinde var olanların maddi gerçeklikten bağımsız bir oluşumu ve değişimi çok zor olur elbette. Oysa pozitif ve iyi düşünme endüstrileri bireye dair idealist bir konumdan hareket ediyor. Geçmişinden ve mevcudiyetten soyutlanıp ruhsal ve bedensel formuyla idealize edilen bir birey anlayışına yaslanıyor. Düşüncelerinden, duygularından kendisi “sorumlu” olan özneyi merkeze alıyor.
Sonuçta bir yönüyle kendimi, böylesi bir pozitiflik halinin toksik olduğuna ikna etmiş olarak buluyorum. Toksik pozitiflik (toxic positivity) üzerine yazılanlara ikna oluyorum.[2]
Fakat tüm bunlara rağmen yine de bir şeyler tam oturmuyor. Her şeyi koşulların omzuna yüklemek bir yere kadar ikna ediyor. Koşulların tanrısı Circsus[3] ve sahip olduğu güç korkutuyor. Circsus’a sonsuz bir güç ve kudret atfedip, her şeyi onun belirlediği çıkarımına varmak da huzursuz ediyor.
***
Şükür ki yalnız değiliz, başka tarihlerde ve coğrafyalarda yaşayanlarla kimi dertlerimiz ortak. Çehov bizimle aynı mıntıkayı paylaşanlardan. Çehov çıkışı göstermiyor ama çıkışsızlıkların anlamlı kaynaklarına işaret ediyor: Nikolay Anastasyeviç Ananyev[4] var gücüyle bağırıyor. Ona göre, hayatın gelip geçiciliğini merkeze almak ve karamsarlık kendi çağının illet hastalığı. Ananyev’e göre, yaşamın amaçsızlığı, ölümün kaçınılmazlığı ve hayatta olan bitenlerin de son kertede öneminin olmayışı düşüncesi büyük felakatlere sebep. Bunların yol açacağı etik, politik, toplumsal felaketleri var gücüyle açıklamaya çalışıyor.
Görünüşe göre, Ananyev bizim çağımızın “pozitif düşün” telkinine muhalif değil. Fakat yine de iyi ve pozitif düşünmenin nasıl mümkün olacağını söylemeyerek, ortadaki koca boşluğun karşıtıyla dolmasını engelleyecek donanımları sunamıyor.
***
Toksik bir pozitifizmin de, koşullara teslim olmuş bir pasifizmin de aynı derecede uzak geldiğini düşünmeye başlıyorum. Bu noktada ise söyleyebileceğim şey çelişki oluyor. Ne onu ne bunu düşünebilme. Ne orada ne burada olma.
Dear Thomas filmindeki (2021) sevimsiz Thomas karakterinin bir türlü rahat vermeyen çelişkisini hatırlıyorum. Doğup büyüdüğü Doğu Almanya’da artık kalamıyor, çünkü rejim pratikleriyle tam bir yabancılaşma yaratmıştır. Fakat Batı’ya geçtiğinde işler hiç de kolay değildir, hatta buradaki çelişkiler daha belirgindir. Thomas iyi anlamda, uyumsuz, tepkili ve muhaliftir. Fakat karamsarlığa karşı görünmez, hatta ona sığınır gibidir. Ananyev’in insanlara, kadınlara, geleceğe duyduğu etik kaygılardan azadedir.
Sonuçta pozitif düşünmenin sergilediği gerçekçi olmayan idealizm de, asker misali sınırları tutan, kendisine haddinden fazlasıyla belirleyicilik gücü atfedilmiş koşullar da bir arada ve çelişki içinde duruyor.
***
Geçtiğimiz aylarda tanıştığım Kierkegard şöyle derdi galiba: “İşte bu! İşte hayat bu çelişkide! Ne ikisi ne hiçbiri. Hayat bu işte! Öyle olmaya da çabalayabilirsin böyle olmaya da. Ne tam olacak ne eksik. Hayat işte bu!”
[1] Bu deneme metninde, stress sözcüğünden hicivli olarak türetilmiş bir kelime.
[2] “‘Toxic positivity’: Why #GoodVibesOnly can leave you feeling bad”, https://www.bbc.co.uk/bitesize/articles/z64yn9q; “Toxic Positivity Is Very Real, and Very Annoying”, https://www.wsj.com/articles/tired-of-being-told-cheer-up-the-problem-of-toxic-positivity-11635858001.
[3] Bu deneme metninde, İngilizce’de koşullar anlamına gelen circs (circumstances) sözcüğünden türetilmiş bir kelime.
[4] Anton Çehov’un “Işıklar” öyküsündeki mühendis karakteri. Anton Çehov, Kunduracı ile İblis, çev. Mehmet Özgü, İletişim Yayınları, 2019.