Rusya'nın 24 Şubat'ta Ukrayna'yı işgal etmesi her şeyi değiştirdi. Avrupa'nın Soğuk Savaş sonrası güvenlik manzarasını değiştirdi, Moskova ile Batı arasındaki uzlaşma umutlarını en azından bir nesil için yok etti ve kıtanın geri kalanına Vladimir Putin'in sadece kontrol altına alınmasında değil, aynı zamanda feci bir yenilgiye uğratılmasında da doğrudan bir pay verdi. Konut bloklarını ve hastaneleri vuran füzelerin, öldürülen ve sakat bırakılan Ukraynalı sivillerin yürek parçalayan görüntüleri bu yeni gerçekleri çarpıcı biçimde ortaya koydu. Bir zaman için bir belirsizlik olsa da, o da ortadan kayboldu.
Ancak Almanya'da pek çok kişi tüm bu değişimi hazmetmekte zorlanıyor. Şansölye Olaf Scholz'un federal hükümeti Ukrayna'ya gönülden destek verdiğini açıklasa da silah göndermeyi erteledi. Bu isteksizliğin ardındaki düşünceye dair bir ipucu 21 Haziran'da Scholz'un dışişleri başdanışmanı Jens Plötner'in gazetecileri silah ihracatına bu kadar odaklandıkları için azarlamasıyla ortaya çıktı: "20 Marder [piyadeler için zırhlı savaş araçları] ile birçok gazete sayfasını doldurabilirsiniz, ancak gelecekte Rusya ile ilişkilerimizin gerçekte ne olacağına dair daha kapsamlı makaleler nedense daha az sıklıkta yayımlanıyor." Plötner, Berlin-Moskova ilişkilerinin geleceğinin de en az silah sevkiyatı kadar "heyecan verici ve önemli bir konu" olduğunu savundu.
Aslında Alman entelijansiyasının önemli bir kısmı tam da bu konuyla meşgul olmaya devam ediyor. Yazarlar, filozoflar, aktörler ve yorumcular art arda yazdıkları açık mektuplarda "orantısız" ya da "tırmandırıcı" tepkilere (silah sevkiyatı dahil) karşı uyarılarda bulundular. Mektuplardan birini kaleme alan deneyimli feminist gazeteci Alice Schwarzer, Putin ile müzakere talep etti ve Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky'yi asılsız bir şekilde provokatörlükle suçladı. Seçmenler arasında savaş yorgunluğunun baş göstermesi ve bu kış doğalgazın kesileceğine dair endişelerin artmasıyla birlikte Berlin'in Putin'le bir tür uzlaşmaya varması için baskı artıyor.
Almanya'nın Rusya'ya köprü olma yönündeki bu çileden çıkarıcı dürtüsü karşısında uluslararası gözlemciler bir açıklama bulabilmek için sık sık tarihe başvuruyor. Almanya'nın on yıllardır Rus enerjisine olan bağımlılığı açıklamalardan birincisi ve bir ikincisiyle de bağlantılı: Eski Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt'ın 1960'ların sonlarından itibaren Moskova ile ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan ve özellikle Scholz'un merkez sol kampı tarafından el üstünde tutulan "Ostpolitik" mirası. Doğu Alman eyaletlerindeki Rus hayranlığının kökleri Sovyet egemenliği altında geçirdikleri on yıllara dayanıyor (15 yaşındaki Angela Merkel, Doğu Almanya'nın ulusal Rusça yarışmasında sergilediği performansın ödülü olarak Moskova'ya bir gezi kazanmıştı). Ve sonra, her şeye damgasını vuran, Rusya'ya ve Rus halkına karşı işlenen Nazi dönemi zulmünden duyulan Almanlara özgü suçluluk duygusu var.
Bunların hepsi ikna edici açıklamalar. Ancak yine de yetersizler. Çünkü Alman Rusofilisinin derinliğini -ve bununla birlikte en kötü koşullarda bile Moskova ile iyi ilişkilere duyulan özlemi- ekonomi verilerinden veya dünya tarihindeki hadiselerin zaman çizelgelerinden okuyarak anlamak mümkün değil. Kültürün ve fikirlerin derinlerine inmek ve 1945'ten çok daha gerilere, Alman ruhunun ve hayal gücünün daha karanlık ve eski sislerine gitmek gerekir. Neyse ki bir rehber var.
Thomas Mann'ın geçen yıl İngilizce olarak yeniden yayımlanan Reflections of a Nonpolitical Man (1918) [Politik Olmayan bir Adamın Düşünceleri] adlı kitabı, Mann'ın Birinci Dünya Savaşı'nın etkisiyle siyasallaşması ve kardeşi Heinrich ile ilişkisinin bozulmasındaki rolünden doğmuştur. Thomas 1914'ün milliyetçi coşkusunu benimsemişken, kardeşi savaşı reddetmiş ve demokratik bir Alman cumhuriyeti çağrısında bulunmuştur. Çatışma boyunca ikisi de birbirlerine üstü örtülü eleştiriler yöneltmiştir. Görünüşte politik (yani ilerici veya radikal) ve estetik olanın birbirine ait olup olmadıklarını tartışsalar da, daha temelde bu, Almanlığın doğası hakkında bir tartışma anlamına gelmiştir.
Düşünceler, kardeşlerin birbirleriyle konuşmayı bıraktıkları bu kan davasının eseriydi. Thomas bu eserinde, 19. yüzyılda Friedrich Nietzsche ve diğerleri tarafından popülerleştirilen ve Fransız-İngiliz "uygarlığı" (Amerikalı siyaset bilimci Mark Lilla'nın metne yazdığı girişte "akıl, şüphecilik, insancıllık, demokrasi ve ilerleme" olarak özetlediği) ile Alman "kültürü" ("daha ilkel, enerjisini insan doğasının karanlık yanından alan ve daha derin duygular ve dolayısıyla daha büyük sanat üreten") arasında Almanlar tarafından yapılan ayrımdan yararlanıyordu. Mann, savaşın, Alman ruhunun bu müzikal, felsefi ve sanatsal derinliklerini çökmekte olan, materyalist, medeniyetçi Batı'dan koruyan muhafazakâr düzeni sürdürmek için gerekli olduğunu savunuyor ve uğursuz bir uşak olarak gördüğü Batı medeniyetine "Zivilizationsliterat" ("medeniyetin edebiyatçısı" anlamına gelen aşağılayıcı bir terim) kardeşimiz adını takıyordu.
Mann, Alman kimliğinin en temel iki mecazından yararlanıyordu: sabit, bölgesel bir ulus olmaktan ziyade kültürleriyle tanımlanan bir halk (örneğin Fransa ve İngiltere'nin aksine) ve Roma’dan doğmuş Batı'ya tamamen ait olmayan bir halk. Ne de olsa Germen kabileleri büyük ölçüde "Limes Germanicus"un (Roma imparatorluğunun Avrupa'daki kuzeydoğu sınırlarını belirleyen müstahkem sınır) ötesinde yaşamışlardı; 16. yüzyılda Roma Katolikliğinden Lutherci kopuş temelde bir Alman fenomeniydi; gelecekteki Alman devletinin çekirdeği Napolyon Fransa'sına karşı şekillenmişti ve 1848 devrimlerinin liberal-milliyetçi idealleri Almanlar arasında başarısız olmuş ve yerini romantik-muhafazakâr milliyetçiliğe bırakmıştı.
Almanların Batı Roma'ya ilişkin bu kararsızlık hissi, çoğu zaman yakın kültürel ve siyasi bağlara sahip oldukları Rusya'nın cazibesiyle bağlantılıydı. Bu bağlar Katerina ve Büyük Petro'nun hükümdarlıklarından beri güçlüydü ve Almanca konuşan tüccar ve zanaatkârların Doğu Avrupa'nın bazı bölgelerine yerleştiği Ortaçağ dönemine ve Ostsiedlung'a kadar geri götürülebilirdi. Dolayısıyla 1848 sonrasında Batı "uygarlığına" karşı Alman "kültürü"ne ilişkin kavramlar, Ruslarla akrabalıkla yakından ilişkilendirilmişti.
Nietzsche'nin vasat "modern fikirlere" ("'Fransız fikirleri'... [ki] köken olarak İngiliz’dir") karşı duyduğu küçümseme, Rusya'ya duyduğu özlemle eşleşiyordu. İyinin ve Kötünün Ötesinde'nin (1886) yazarı, Fyodor Dostoyevski'ye saygı duyuyor, Rus yazarın eserlerini okurken "kan bağı olan biriyle karşılaşmış olmanın verdiği o ani, içgüdüsel hissi" tarif ediyor ve Rusya'nın geniş topraklarını "Avrupa'nın Asya'ya aktığı o aradaki büyük imparatorluk" olarak selamlıyordu.
Mann'ın Düşünceler'inde Dostoyevski ve Nietzsche ikilisi kadar öne çıkan iki figür yoktur. Mann kitaba, Dostoyevski'nin 1877'de Almanya'yı "protestocu krallık" -"Roma'nın mirasçılarına ve bu mirası oluşturan her şeye karşı... ebedi protesto"- olarak tanımlamasını onaylayarak başlıyor. Mann, "Alman karakterinin, Alman ilkel bireyselliğinin, ebediyen Alman olanın bu formülasyonunun, doğu ile batı arasındaki yalnız Alman konumunun tüm temelini ve açıklamasını içerdiğini" savunuyordu. Kitap boyunca bu "ebedi protestanlığı" siyasi muhafazakârlıkla ("anti-radikalizmi" "Alman ruhunun özgül, ayırt edici ve belirleyici niteliği veya özelliği" olarak adlandırır) örmüş ve vahşi, müzikal duygusal derinliği düzenli biçimciliğe (Nietzsche'nin taksonomisini kullanırsak "Apolloncu" olana karşı "Dionysosçu" olanı) yeğ tutmuştu.
Mann'a göre bu durum, "Alman ve Rus insanlığının birbirine Rus ve Fransızlardan daha yakın, Alman ve Latinlerden ise kıyaslanamayacak kadar yakın olduğu konusunda hiçbir şüphe bırakmıyordu". Ne de olsa bu ortak insanlığın kökleri ortak bir acı tarihine dayanıyordu: "İki ulusal ruhun 'Avrupa', 'Batı', 'uygarlık', siyaset ve demokrasiyle olan ilişkilerinde ne büyük bir akrabalık var! Bir buçuk kuşak kadar önce, Almanya, bu 'büyük ve özel halk' ile Batı Avrupa arasındaki antitezin, tüm düşüncelerimizin başladığı antitezin karşılık bulduğu kimsenin yine bir Rus, Dostoyevski olması tesadüf değildir!" Kitabın sonunda Mann, 1918 sonrası Avrupa'sının yeni manzarasına bakıyor ve şu çağrıda bulunuyordu: "Rusya ile barış! Her şeyden önce onunla barış! Ve savaş, eğer devam ederse, yalnızca Batı'ya karşı, 'trois pays libres'e [Fransa, Britanya ve ABD] karşı, 'uygarlığa', 'edebiyata', siyasete, retorik burjuvaziye karşı devam edecektir." Başka bir deyişle, 1918 sonrası Almanya en azından Rusya ile Batı arasında bir "Mittellage" (orta pozisyon) benimsemelidir.
Bugün Düşünceler'i okurken, Buddenbrooklar (1901 tarihli, Kuzey-Almanya’dan burjuva bir tüccar ailenin çöküşünü anlatan romanı) gibi insancıl bir eserin yazarının böylesine kışkırtıcı bir gerici nesir üretebilmesi çarpıcıdır. Yine de bu romanı Mann'ın kısa süre sonra uyanacağı bir savaş zamanı rüyasının ürünü olarak görmek en iyisidir. Savaş sonrasının ateşli ilk yıllarında, Lilla'nın belirttiği gibi "onu Oswald Spengler gibi ikinci sınıf beyinlerin yanına koyan" yeni muhafazakâr yandaşlarından hoşlanmamaya başlamıştı. Kardeşiyle barışmış ve ardından 1922'de Yahudi Alman Dışişleri Bakanı Walther Rathenau'nun aşırı sağcı militanlar tarafından öldürülmesinin şokuyla, Düşünceler’in birçok argümanıyla arasına mesafe koyduğu "Alman Cumhuriyeti Üzerine" konuşmasını yapmıştı. Yeni Mann "duygusal gericiliğe" karşı gürlemiş ve Alman entelektüellerini Weimar Cumhuriyeti'ni desteklemeye çağırmıştı. Aydınlanma hümanizmi ile romantik irrasyonalizm arasındaki mücadeleyi 1924 tarihli başyapıtı Büyülü Dağ’da Ludovico Settembrini ve Leo Naphta karakterleri arasındaki çatışmada kişileştirecekti.
Mann'ın otoriter sağdan demokratik liberal sola kayış hızının bir ölçüsü de, 1933'te, Mann'ı sadece on beş yıl önce tüketmiş olan irrasyonalist 19. yüzyıl fikirlerinin bazılarıyla motive olmuş bir aşırılık yanlısı olan Adolf Hitler'in iktidara yükselişi üzerine İsviçre'ye kaçmak zorunda kalmasıydı. Mann 1938'de yazdığı "Hitler Kardeş" başlıklı makalesinde bu ironiyi kabul edecekti. Düşünceler’den daha açık bir vazgeçiş, ertesi yıl, artık ABD'de yaşayan Mann'ın "politik olmayan Alman"ı hakkında "demokratik devrimi zarif biçimde küçümsemesi onu başka bir devrimin aracı haline getirdi; tüm Batı ahlâkı ve uygarlığımızın temellerini ve desteklerini tehdit eden anarşik bir devrim" diye yazmasıyla gelecekti.
Yazarın Roma ve Anglo-Sakson Batı'ya doğru siyasi yolculuğunun tamamlanması, hem entelektüel hem de coğrafi olarak Los Angeles'taki savaş yıllarında gerçekleşti. Mann, Kaliforniya sürgününden BBC'de Nazizm’i kınayan Almanca radyo yayınları yaptı ve Franklin D. Roosevelt'i tanıdı, bir zamanlar Dostoyevski'yi idolleştirdiği gibi onu da idolleştirdi. Nazi Almanya’sının 1945'te teslim olmasından üç hafta sonra Kongre Kütüphanesi'nde yaptığı bir konuşmada Mann, anavatanının savaş suçluluğunun ülkenin ruhunda derin kökleri olduğunu savundu ve özellikle bir zamanlar savunduğu "hastalıklı" Wagnerci romantizmi suçladı. "Gülün kurdu taşıması gibi," diyordu, Alman romantizminin "en içteki karakteri baştan çıkarma, ölüme baştan çıkarma"dır. Bu fikirler, Johann Wolfgang von Goethe'nin büyük eseri Faust'tan yola çıkarak Almanya’nın Nazizm’in şeytani güçleri tarafından baştan çıkarılmasını anlattığı 1947 tarihli romanı Doktor Faustus'ta edebî bir biçim kazandı.
Mann'ın anavatanı da çok geçmeden onun gittiği siyasi ve entelektüel yoldan yürüyecekti. Almanya'nın Sovyet kontrolü altındaki kısmı Doğu Almanya olarak Moskova'ya bağlı kalırken, Almanların yaklaşık dörtte üçü 1949'da ortaya çıkan Federal Almanya Cumhuriyeti'ne (Batı Almanya) yerleşti. Bu yeni oluşum, 1918’deki Mann'ın nefret ettiği her şeye dönüşmüştü: demokratik, tüketimci ve açıkça Batılı. Yeni cumhuriyetin ilk şansölyesi, içgüdüsel olarak batıya bakan ve eski "Mittellage" yerine "Westbindung"a (Batı ile bağlantı ve bunun sunduğu güvenlik ve iyileştirme) öncelik veren, Frankofil, Katolik, demokrat ılımlı bir Kölnlü olan Konrad Adenauer'di.
Bu yeni Almanya, Mann'ı Nazi yılları tarafından lekelenmemiş Alman edebiyatının temel direği olarak yüceltti. Hitler döneminde yasaklanan Mann romanları en çok satanlar arasına girdi. Mann, 1949'da Almanya'nın en yüksek edebiyat ödüllerinden biri olan Goethe Ödülü'nü aldı. Federal Cumhuriyet’in "sosyal piyasa ekonomisi", Mann'ın Amerika'da hayranlık duyduğu Rooseveltçi Yeni Düzen ilkelerini model alıyordu ve Düşünceler’de "[Almanya'dan] en iyi ve karmaşık olan her şeyi alıp götüreceğini" savunduğu "Batı-Roma anlamındaki orta sınıf demokrasisine" benziyordu. Mann'ın "Alman Avrupa'sı değil, Avrupa Almanya'sı" ve "Avrupa federasyonu içinde özgür bir Almanya" vizyonu, 1951 yılında bugünkü Avrupa Birliği'ne dönüşecek olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun kurulmasıyla şekillenecekti. Mann, Batı Almanya'nın Mayıs 1955'te NATO'ya katıldığını görecek kadar yaşadı ve üç ay sonra öldü -romancının yolculuğunun ülkesinin yolculuğuyla nihai uzlaşmasının düzgün bir sembolü olarak kabul edilebilecek çekici bir bağlantı.
Aslında gereğinden fazla düzenli. Çünkü Almanya'nın hikâyesi bu kronolojinin önerdiği kadar ikili değil. Mann -ve ülke- 20. yüzyılın başları ile ortaları arasında uzun bir siyasi yol katetmiş olsa da, her yerde tutarlılık noktaları vardı. Mann Almanlığı bir özellikler yelpazesinde tahayyül etmiştir. Düşünceler'de bile, Alman doğasındaki romantik damarın onun toplamı olduğunu iddia etmemiştir, tıpkı Alman ve Rus kültürel yakınlığının mutlak olduğunu iddia etmediği gibi. Daha ziyade, tanımladığı Almanlık temelde bir Mittellage, "bir burgher ile bir sanatçı arasında... bir protestocu ile bir Batılı, bir muhafazakâr ile bir nihilist arasında" bir ara durumdu. Onun 1918’deki Rusofil muhafazakârlığı, bir seçimle karşı karşıya kaldıklarında Alman dostlarının bu arada kalmışlığın hangi tarafını tercih etmeleri gerektiğine dair bir tartışmaydı.
Savaş sonrası yılların Mann'ı bile bu düalizme bağlı kalmıştır. Onun 1947'de Almanya'yı kişileştirdiği Doktor Faustus'unun kahramanı, irrasyonel romantizmin güçlü (ve şeytani) etkisine yenik düşen bir Aydınlanma adamıdır. Özünde o da Goethe gibi iki gelenek arasında sıkışıp kalmıştır. Yaşlı Mann siyasi görüşünde de mutlaklığa yönelmemiştir: Almanya'nın ve Avrupa'nın bölünmesinden nefret eder ve Adenauer'in federal cumhuriyetin doğuya yabancılaşması konusunda çok rahat olduğunu düşünür (özel olarak "Vatikan-Amerikan Batı Almanya'sı" olarak adlandırır). Hayalini kurduğu "Avrupa federasyonu" doğu ve batıyı kapsıyordu. Mann hayatının sonuna kadar anavatanı konusunda kararsız kalmış ve son yıllarını Zürih Gölü kıyısında geçirmeyi tercih etmişti.
Ancak tüm bunlar Mann'ı modern Almanya için ideal bir sembol haline getirir. Dürtülerinin ve zıtlıklarının karmaşıklığı -iç savaşları ve geçişleri- Putin'in tankları Ukrayna topraklarında gürlerken bile ülkenin devam eden bir yönünü yakalıyor: doğrudan ve açıkça Batılı siyaset (sadece uç sağ ve uç sol tarafından meydan okunan bir Westbindung) ile zaman zaman bir Mittellage'da karşılık bulan kendine dair daha yüklü kültürel ve duygusal anlayış arasındaki gerilim. Alman ruhundaki irrasyonalist çekim devam ediyor. Ve bu devam ettiği sürece, Rusya'nın derin romantik çekiciliği de devam edecektir: derin huş ormanları, soğan kubbeli kiliseler, semaverler, sonsuz karlı alanlar ve Dostoyevski gibi klişelerin Alman kalplerinde yarattığı tarifsiz çekim; Alman tarihçi Gerd Koenen'in 2005 tarihli kitabına verdiği isimle ülkenin "Rusya kompleksi".
Bunu anladığınızda, Avrupa'nın yeni güvenlik gerçekliğinin Almanlarda yarattığı kargaşayı da anlarsınız. Ne de olsa Berlin Duvarı'nın yıkılması ve yeniden birleşmenin yarattığı coşkunun önemli bir kısmı, bu eski gerilimin nihayet çözüldüğü hissiydi: Almanya artık batı ile doğu arasında, siyaset ("medeniyet") ile ruh ("kültür") arasında, İngiliz-Fransız rasyonalizmi ile Rus derinliği arasında seçim yapmak zorunda kalmayacaktı. Ülkelerinin uzun ve garip Mittellage'ı artık onu Atlantik'ten Urallar’a kadar uzanan barışçıl ve birleşik bir Avrupa'nın kalbine yerleştiriyordu. 1980'lerde Dresden'de yaşadığı için Almanya'yı nispeten iyi tanıyan Putin, 2001'de Federal Meclis'te yaptığı konuşmada hem Alman şair Gotthold Ephraim Lessing'in Aydınlanmacı "özgürlük ve hümanizmine" hem de Dostoyevski'nin romantizmine atıfta bulunarak doğrudan buna hitap etmişti.
Bu rüyanın yoğunluğunu anladığınızda, Alman müesses nizamının bu rüyaya neden bu kadar uzun süre sarıldığını, Rusya'nın Putin yönetiminde Batı'dan uzaklaşmasını kabullenmenin neden bu kadar zor olduğunu, eski Şansölye Gerhard Schröder (Almanya'nın Moskova'ya gaz bağımlılığının önde gelen savunucusu) gibi siyasi figürlerin Almanlar ve Ruslar arasındaki "Seelenverwandtschaft" (manevi akrabalık) hakkında neden şiirsel sözler sarf ettiğini de anlarsınız. Eski Başbakan Helmut Schmidt'in 2014'te Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesini skandal bir şekilde neden "anlaşılabilir" olarak nitelendirdiğini, Merkel'in entelektüel olarak Westbindung'a bağlı olmasına rağmen neden başbakanlık ofisinde Büyük Katerina'nın bir portresini tuttuğunu ve 2014'ten sonra bile bu enerji bağımlılığını derinleştirdiğini de... Scholz'un reformist liberal-sol Alman hükümetinin neden "Rusya ile gelecekteki ilişkimiz" konusunda ellerini ovuşturduğunu ve Almanya'nın doğu sınırı ile Rusya arasında sıkışmış ülkelerin (Polonya, Baltıklar ve tabii ki Ukrayna'nın kendisi) ricalarını ciddiye almakta zorlandığını da anlamak gerekiyor.
Rusya'nın Ukrayna'daki savaşı Alman kurumlarının birçok politik varsayımına meydan okudu, ancak bundan da öte, ülkenin temel kimliğindeki -doğu ya da batı, Mittellage ya da Westbindung, rasyonel ya da romantik- hâlâ çözülmemiş çatışmaları ortaya çıkardı. Duvarın yıkılmasından bu yana büyüyen genç Almanların, eski kuşaklara kıyasla daha katı bir Batılı bakış açısına sahip olduğuna dair bazı kanıtlar var. Kamuoyu yoklamaları onların "itidal" (Mittellage'ın dili) yerine daha "sorumlu" bir Almanya'yı (Westbindung için oldukça güvenilir bir seçenek) destekleme olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Rusya ile müzakereyi destekleyen açık mektupları imzalayanlar arasında 1942 doğumlu Schwarzer gibi daha yaşlı entelektüeller ile Almanya'yı Ukrayna'nın yanında durmaya çağıran karşıt mektupları imzalayan daha genç entelektüeller arasında da kayda değer bir kuşak farkı var. Bunların daha büyük bir değişimin işaretleri olup olmadığını zaman gösterecek.
Mann'ın bugünün Almanya'sında ne yapacağını ve açık mektuplar savaşında nerede duracağını merak etmek cazip görünüyor. Romantik, Dostoyevski âşığı ruhu, Rusya ile ilişkilerin kalıcı olarak dondurulması ihtimalini katlanılamayacak kadar ağır ve bir Mittellage vizyonunu duygusal bakımdan vazgeçilemeyecek kadar etkili bulur muydu? Yoksa Roosevelt âşığı demokratik rasyonalizmi onu Ukrayna'yı silahlandırmak için hiçbir çabadan kaçınmamaya mı iterdi? Savaş liderine dönüşen komedyen Volodymyr Zelensky kesinlikle ilgisini çekerdi. Ancak eski romancının, ahlâki yapısı belki de 1945'ten bu yana hiçbir dönemde olmadığı kadar zor durumda olan ülkesinin şu anki durumundan ne anlam çıkaracağı bilinmez. Ve tam da bu kararsızlık içinde, uzun yolculuğu -duygusal, kültürel ve siyasi- bitmekten çok uzak olan federal bir cumhuriyetin güzel bir sembolü olarak duruyor.
Bu makale 27 Temmuz 2022'de The New Statesman'da yayımlanmıştır.
İngilizceden Çeviren: Salih Renda