Eza Olarak Ceza: Aysel Tuğluk

Yaşınız biraz ilerlemişse ve seyrek de olsa bir şeyleri alışılmadık bir biçimde unutmaya başladıysanız, yarı şaka yarı ciddi alzheimer olduğunuzu söyleyebilirsiniz. Ama bu neredeyse her zaman kendi kendinize koyduğunuz gayri ciddi bir tanı olmaktan öteye geçmez. Birine kızdığınızda “ruh hastası” ya da “psikopat” olduğunu da ifade edebilirsiniz. Bu da yine esasında öfkenizin bir sonucudur ve başkaları tarafından ciddiye alınmaz. Ancak sizin ya da çevrenizin endişeleri bir muayeneden geçmeyi zorunlu kılmışsa ve bunun sonucunda tıp ve onun uygulayıcısı hekimler tarafından bir tanı konulmuşsa, bundan sonrası azami bir ciddiyet gerektirir. Aysel Tuğluk'un da hafızayı, düşünmeyi ve sosyal becerileri olumsuz bir şekilde etkileyen bir grup sendroma sahip olduğu, başka bir ifadeyle “demans” olarak adlandırılan hastalıktan mustarip olduğu bizzat tıp bilimi ve hekimler tarafından çok önce belirlendi; Kürtler ve/veya diğer muhalifler tarafından değil.

Aysel Tuğluk'a konulan demans tanısı, kendisi hakkında verilen son Adli Tıp Kurumu raporunda da teyit edildi. Başka bir ifadeyle, Aysel Hanım'ın hafızasının, düşünmesinin ve sosyal becerilerinin olumsuz bir şekilde etkilendiği, yine demansın bir niteliği olarak hastalığın daha da ilerlemesinin kesin olduğu, çevresine bağımlı olduğu, yani başkalarının yardımı olmadan hayatını idame ettirmesinin mümkün olmadığı kesin bir şekilde bu raporda da ifade edildi. Aysel Tuğluk'un avukatları tarafından, kendisinin infazının ertelenmesine ve tahliyesine yönelik talebe karşı Anayasa Mahkemesi, hastalığa dair bu olguları kararında açıkça kabul ettiği halde, bu görüşleriyle çelişkili olarak başvuruyu reddetti. Nihayetinde hem Adli Tıp Kurumu hem de Anayasa Mahkemesi, Aysel Tuğluk’un tahliyesine gerek olmadığı ancak hastalığın cezaevinde takip edilmesi gerektiği yönünde ortak bir kanıya vardı. Bu durumda birkaç sorunun ve sonucun akla gelmemesi mümkün değil:

  • Adli Tıp Kurumu heyetinde bulunan hekimlerin çoğunluğu -onkolog ve kardiyolog hekimler hariç olmak üzere-, özellikle nörolog ve psikiyatrist hekimler tarafından, Aysel Tuğluk’un hastalığı demans olarak kabul edilmiş midir? Evet.
  • Demans hafıza, düşünme ve sosyal becerileri olumsuz yönde etkileyen bir hastalık mıdır? Evet.
  • Demans gittikçe ağırlaşan, başka bir ifadeyle hafıza, düşünme ve sosyal becerilerin günden güne zayıflamasına yol açan bir hastalık mıdır? Evet.
  • Demans hastalığının kişiyi çevresine bağımlı hale getirip kendi kendine yaşamını idame ettirmesini önleyen bir niteliği var mıdır? Evet.
  • Adli Tıp Kurumu hekimleri, demansın giderek ağırlaşan bir hastalık olduğunu, bu durumda Aysel Tuğluk’un durumunun da giderek ağırlaşacağını ve hastalığın geri döndürülemez bir nitelik taşıdığını kabul etmişler midir? Evet.
  • Aysel Tuğluk’un yaşadığı demansın orta derecede olduğu ve orta dereceli demansın hafıza, düşünme ve sosyal beceriler konusunda oldukça ağır sonuçları olduğu Adli Tıp Kurumu tarafından belirtilmiş midir? Evet.
  • Cezaevinde pek tabii ki kabul edilmemesi mümkün olmayan uyaran eksikliği hastalığın ilerlemesi konusunda etkili midir? Evet.
  • Adli Tıp Kurumu heyetine dahil olan onkolog ve kardiyolog hekimlerin, hastalığın demans olup olmadığını inceleme ve demans konusunda tanı koyma yetkileri var mıdır? Hayır.

Devletin, yurttaşları cezaevine kapatmasının elbette birçok sebebi var; bunu en çok Foucault sayesinde biliyoruz. Modern devletin ilk döneminde “suçluların, akıl hastalarının ya da serserilerin”, yani üretime katkısı bulunmayan “işe yaramazların” “büyük kapatılma” ile nasıl toplumdan dışlandığını ve yaşamdan soyutlandığını Foucault ifade ediyor. Ancak daha sonraki dönemlerde, özellikle on yedinci ve on sekizinci yüzyılda, devlet artık, üretime ve üretici halka zarar verme ihtimali yüksek kabul edilen “işe yaramazlar” grubunda sayılan suçluları dışlama ve soyutlamadan vazgeçip ıslaha ve onları topluma yeniden kazandırmaya, böylelikle onları da üretime dahil etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken de devlet, elbette disipline ihtiyaç duymuş, bu yolla suçluları cezaevi ortamında, üretim/tüketim kurallarına uyan iyi yurttaşlara dönüştürmeyi görev addetmiştir. Başka bir deyişle günümüz modern devleti, suçluları kapatma yoluyla disipline ederek liberal topluma ve kapitalist üretim/tüketim anlayışına uyarlamaya çalışmıştır.

Hal böyleyse, modern devletin suçluyu ıslah etmesi, aynı zamanda suçlunun bu tür bir ıslah çabasına yanıt vermesini gerektirir ki, bunun için de suçlunun devletin taleplerini kabul etmesi ve gerekli disiplin kurallarına uyması lazım gelir. Bunun için de suçlunun temyiz kudretine sahip olması, başka bir deyişle devletin suçluya dair, disiplin yoluyla ıslah talebini idrak etmesi ve bu talebe uygun davranması gerekir. “Cezasını çekecek, çekiyor ya da çekmiş” olmanın anlamı da yine suçlunun ıslahı olgusuna karşılık gelir. Bu durumda temyiz kudretine sahip olmayan suçlunun, devletin, kendisine dair taleplerine uygun davranması mümkün değildir. 

Demans hastalarının hafıza, düşünme ve sosyal becerilerinin azalmasının ya da tamamen ortadan kalkmasının, yaşamlarını idame ettirmek için de başlarına bağımlı olmasının, temyiz kudretini azalttığı ve çoğu durumda ortadan kaldırdığı açıktır. Bu durumda demans hastaları açısından, suçluların cezaevinde tutulmasına neden olan, disiplin yoluyla ıslaha dair amacın hiçbir şekilde karşılığı olmadığının da kabulü gerekir.

Peki, eğer demans hastalığı devletin/toplumun cezaevinden beklenen ıslah amacını gerçekleştirmeye izin vermiyorsa, Aysel Tuğluk’un suçlu olduğuna kanaat getirip onu cezaevine gönderen Türkiye Cumhuriyeti yargısı, cezaevinde demans tanısı konulduktan sonra kendisini neden tahliye etmemekte ısrarcıdır?

Modern devletin halihazırda uygulamakta olduğu disiplin ve ıslaha yönelik cezaevi yönteminden daha geriye gidildiğinde, henüz amacın bu aşamaya gelmediği, suçlulara karşı kullanılan yöntemin gerçek anlamda “cezalandırma” olduğu görülecektir. Örneğin kişinin suç işlemesinin anlamı ve sonucu toplum düzenini bozması değil, krala karşı gelmesi ya da ona kafa tutması, onun “toplum sözleşmesiyle” değil, fiziksel şiddetle ve güçle kurulmuş olan düzenine meydan okuması olarak addedilmesidir. Bu durumda da işlenen her suçun muhatabı toplum ya da modern devlet değil, kralın kendisi ve onun düzenidir. Henüz modern devlete yabancı, kapitalist üretim/tüketim ilişkilerine ve buna uygun topluma dair bir herhangi bir tecrübesi olmayan suçlu kişiye verilecek ceza da ıslah değil, fiziksel acıdan ibarettir. Suçluya işkence edilir ya da öldürülür; işkence edildikten sonra öldürülmesi de mümkündür elbette. Sonuç olarak, suçlunun cezası somut, başı ve sonu belirli bir nitelik taşır.

Bu durumda akla gelen, demans hastalığı temyiz kudretini ortadan kaldırdığına ve bu nedenle suçlu açısından disipline ve bu yolla ıslaha uygun olmadığına göre, Aysel Tuğluk’un hâlâ cezaevinde tutulmasının başka bir amaca yönelik olduğudur. Kürt siyasetine dahil olan ve sadece bu nedenle yurttaş değil, düşman kabul edildiği neredeyse şüphesiz olan Aysel Tuğluk açısından amaç da bir demans hastasını hapishane koşullarında yaşamaya zorlayarak ruhsal ve fiziksel olarak acı vermek, ıslah yerine bu şekildeki somut cezalandırma ile ona açıkça işkence ederek eza çektirmek, modern devletin çok gerisinde olan bir anlayışla, kralın otoritesine karşı gelen eski suçlularla aynı şekilde, eskimiş bir yöntem uygulamaktır. Üstelik tıbben, uyaran eksikliğinin bu hastalığı daha da ilerlettiği artık genel kabul görmüş iken ve cezaevindeki kısıtlı uyaranın Aysel Tuğluk’un durumunu daha da hızlı şekilde kötüleştireceğini Adli Tıp Kurumu’nun bilmemesi mümkün değilken, bu husus da eski cezalandırma yönteminin bir aracı olarak kullanılmıyor mudur?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere ve Kürt hareketine yönelik yukarıda belirtilen eskimiş ve modern devlet anlayışından uzak cezalandırma anlayışının Türkiye’ye özgü bir devlet politikası olduğu açıktır. Peki, Adli Tıp Kurumu’nun demans hastalığının tahliyeyi gerektirmemesi yönünde görüş bildirmesini nasıl algılamak gerekir? Modern devletin doğuşunu müteakip, özellikle on dokuzuncu yüzyılda kabul gören pozitivizm ve buna istinaden saygınlık konusunda açık ara önde olan bilim yargıya dahil edilmiş, bilimsel görüş olmaksızın yargılama neredeyse anlamsız ya da güvenilmez addedilmeye başlamıştır. Bu anlamda da yargının tarafsızlığı bilimselliğe, tıp, mühendislik ya da başka alanlarda bilirkişi/uzman görüşlerine dayandırılmıştır. Ancak, bilimin iktidara hizmeti başka bir yazının konusu olmakla birlikte hem tarihsel olarak hem de halihazırda, devlet ve toplum açısından saygın ve tarafsız olarak kavranmaya devam eder. Örneğin akıl hastalığı konusunda bilim, kişilerin normal/anormal olup olmadığına karar verirken, ölçütü kapitalist topluma göre belirlense de, kapitalist toplum ve devlet açısından bilimin tarafsız olduğu kabul edilir.

Normal şartlar altında, yani halihazırdaki modern devlette, bilimin bu modern devlet anlayışına uygun olarak cezaevinin amacının disiplin ve ıslah olduğunu kabul etmesi mantıklıdır. Yani bilimin, söz konusu modern devlette ve kapitalist topluma uygun olarak suçluyu disiplin yoluyla ıslah etmenin dışında başka bir anlayışa sahip olması beklenemez. Bu durumda da örneğin, modern devlet ve toplum tarafından tarafsız olduğu kabul edilen tıbbın, bir demans hastasının, disipline ve ıslaha uygun olmadığı gerekçesiyle tahliye edilmesinin gerektiği yönünde görüş bildirmesi gerekir. Çünkü bilim, ancak modern devletin disiplin yoluyla ıslah amacına uygun olarak hareket ettiği takdirde objektif ve tarafsız kabul edilebilir. Bilim açısından modern devletin tarihselliğine değil de ezel ebed geçerli olduğu kabul edilen hakikatlerine uygun davranmak, başka bir ifadeyle halihazır disiplin ve ıslah modelinin en doğru yol olduğuna dair kanaati kabul etmek, bilimi saygın kılmanın en etkili yoludur; meşruluğunu ve saygınlığını genel olarak kapitalist düzenin “hakikatinden” alır. Başka bir açıdan da modern devlet yargısı bilimin tarafsızlığını kendi tarafsızlığının bir yolu ya da aracı olarak görür, bilimin tarafsızlığına dayanarak kendi tarafsızlığını toplum nezdinde meşrulaştırır.

Bilim halihazır modern devlette, kapitalist düzenin amaçlarına uygun olarak cezaevini disiplin ve ıslahın bir aracı olarak görüp suçlulara karşı kanaatini bu yönde kullanıyorsa, demansın bu amaca hizmet etmeyecek bir nitelik taşıdığını kabul etmesi, dolayısıyla bir demans hastasının tahliyesi yönünde görüş bildirmesi gerekir. Bu durumda Adli Tıp Kurumu’nun, Aysel Tuğluk’un disiplin ve ıslaha yönelik olarak, bu amaçlara yanıt veremeyecek bir durumda olduğunu, yani demans olduğunu raporunda kabul ettiği halde cezaevinde kalmaya devam etmesi yönünde görüş bildirmesi, tam da yukarıda sözü edilen ve Türkiye devletinin eskimiş cezalandırma yöntemine denk düşen anlayışına uygun hareket ettiğini açıkça ortaya koyar. Daha açık bir ifadeyle Adli Tıp Kurumu, yani tıp biliminin pratiği, Aysel Tuğluk’un somut ve birebir olarak cezalandırılmasına, yani devlet tarafından ruhsal ve fiziksel olarak acı çektirilmesine ortak oluyor. Bu husus da tarihsel olarak bilimin iktidara hizmet etmesinin çok ötesinde, somut devlet politikasının aracı olmasına, işleri yürütmenin yürüttüğü şekilde yürütmesine ve bu konuda ona tabi olmasına delalettir. Kısaca Türkiye’de bilim, devlet politikasının, somut olayda Kürt politikasının açık bir aracı olarak karşımıza çıkar. Bilimin kabul edilen pozitif etkisi ve saygınlığı ise ancak ve ancak devletin, yanlış bir şekilde, bilim aracılığıyla tarafsız addedilmesinin delili haline gelir.

Anayasa Mahkemesi ise büyük ölçüde Adli Tıp Kurumu’nun raporlarına dayanarak Aysel Tuğluk’un tahliye talebini reddetti. Anayasa Mahkemesi açısından da bilim, sözümona tarafsız kabul edilerek verilen kararın meşruluğunu teyit eden bir araç olarak kabul edildi.

Yargı bir devlet organıdır ve devletin bir parçasıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle, yürütme açısından nispeten bir kontrol aygıtı olması, onu devletin dışında tutmaz. Hal böyle olsa da, yargının bu görevini kendi kendini göz ardı ederek âdeta yürütmenin bir organı gibi, örneğin bir bakanlık gibi hareket etmesine Türkiye toplumu uzun zamandır alışık. Hukukun siyasetle yakın bağı yargının bir iktidar aracı olmasının kabul edilmesini kolaylaştırdığı gibi -gönüller her ne kadar kuvvetler ayrılığının sonuna kadar işletilmesini dilese de- daha da öteye gidilerek iktidarın memuru olmasını daha anlaşılır kılar. Ama bilim açısından durum daha farklıdır. Modern devletle, akılla, Aydınlanma’yla, pozitivizmle, yerel anlamda Cumhuriyet’le özdeşleştirilen bilimin, bu denli iktidar memuru olarak hareket etmesi yargıya göre toplum nezdinde daha büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Elbette özgürlüğe ve eşitliğe inananlar, en azından böylesi kavramları siyaseten elverişli bulup korumaya çalışanlar için.

Bitirirken ve Aysel Tuğluk’un halihazır durumuna rağmen yargılanmasında ısrar edilirken, Türkiye yargısının iktidarın memuru olması konusunda artık neredeyse kimseyi şaşırtmayan tavrının enteresan bir örneği daha zuhur etti. Yargılama sırasında “…birtakım sanık dışındaki sanıklar ve müdafilerce sanığın rahatsızlığının savunmadan kaçınma argümanı olarak kullanılmasından mahkememiz vicdanen rahatsızlık duymuştur” cümlesi kuruldu. Bir mahkemenin bir sanığın savunmasından vicdanen rahatsızlık duymasının tartışılmasına, hatta üzerine bir cümle dahi kurulmasına gerek olmayan bir niteliğe sahip olması dışında, belli ki mahkeme Aysel Tuğluk hakkında Adli Tıp Kurumu’nun koyduğu demans tanısını dahi kabul etmek istemedi. Hasılı, tahliyesini gerektiren bir halin varlığını, bu tanının hekimlerce konulmasını, dolayısıyla konunun bilimsel bir dayanağı olup tahliye olgusunun gerçekleşebilme ihtimalini bile gündeme almaya yanaşmadı. Demek ki Türkiye yargısı için oldukça saygın kabul edilen bilimin bile bir geçerliliği bulunmuyor ve -Adli Tıp Kurumu tahliyeye dair görüş bildirmemesine rağmen- iktidara karşı konulan tanı bile yargıçları “vicdanen” rahatsız etmiyor. Buradan da yukarıda sözü edilenlerden çok daha vahim bir sonuç çıkıyor: Türkiye yargısı, halihazırda yerel mahkeme, Tuğluk’un tahliyesini reddeden bilimi kullanarak kararına meşruiyet sağlamakla yetinmeyip her türlü tanıyı inkâr edecek kadar devletine bağlı. Bu denli güdümlü bir yargının böyle bir konuda “vicdanen” rahatsızlık duymasının başka bir anlamı olamaz.


Psikiyatr Dr. Cengiz Çelik’in katkılarıyla…