Marx Ortaçağ’ın bitiyor ve modern kapitalizmin hakim hale geliyor olduğu günleri şöyle anlatır: “Evvel zaman içinde, bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce de tutumlu bir seçkinler grubu, diğer tarafta tembel, ellerine geçen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardı.”[1]
O evvel zaman içinde, insanların müşterek kullanım alanları çitlendikçe insanlar “ekmeğini kazanma”ya mahkûm ediliyor, bir tarafta sermaye biriktirenler hâkimleşirken, diğer tarafta kendi derilerinden başka satacak bir şeyi olmayanlar peyda oluyordu. Hakim olanların peyda olanların icabına bakması kaçınılmazdı. Sonrası ekonomik suçlara karşı artan hoşgörüsüzlük, mülkiyet haklarına yönelik yasadışılığa dair tahammül edilemezliğin artışı... Yoksulluğun suçun artışının müsebbibi değil, bizzat kendisinin “suç” oluşu… Bugün gözümüzün önünde Türkiye’de, azıcık ötesinde Avrupa’da, az daha uzağında ABD’de yoksullukla beraber, mülteciliğin “suç” oluşu/ilan edilişi gibi…
Linebaugh’un “toplumsal bir sürecin kriminalleştirmesi”[2] olarak ifade ettiği bu dönemde, yoksul demek “suçlu altkültür sapkınlığı”nın kaçınılmaz bir temsilcisi olmak demekti. “İşçi sınıfı henüz uygarlaşmamıştı, ‘ele avuca sığmaz tutkulara,’ ‘doymak bilmez arzulara,’ ‘kötücül eğilimlere,’ ‘tehlikeli özelliklere,’ ‘ahlaksız ve kötü alışkanlıklara’ sahipti ve onun ahlakî düşkünlüğü polis tarafından ‘insani bir iyileştirmeyle’ düzeltilmeliydi.”[3] Mevzu bahis olan “meçhul kitleler”di, yani tekinsiz, kayıtsız, “düzen”siz, bir nevi “vahşi”, “uygarlaşmamış”… O zamanların meşhurlarından ve meşrularından İskoç tekstil fabrikatörü Patrick Colquhoun gibiler için işçi sınıfı “suç” adlı bir salgın hastalığa yakalanmıştı ve dönemin yoksulları “yağmacı ve soygunculardan müteşekkil bir suçlular ordusu”na eşitti. Bu orduyla amansız bir savaş verilmeli, “henüz uygarlaşamamış, hayvani, vahşi, tutku ve arzularının esiri, haliyle gayri ahlakî ve gayri akli”, yani “şeytani olan” berhava edilmeliydi ve Linebaugh’a göre o vakitlerde “şeytani olan”la sefil/yoksul, ekonomiyle de ahlâk ve/veya hukuk hemhal olmuştu. Sonrası meşhur “Genel Hastane”, “Büyük Kapatılma”, “Kanlı Yasalar”, “Londra İdamları”… Bugün şahit olduğumuz “terörle mücadele yasaları”, “hapsetme hiperenflasyonu”[4], “göçmen yasaları” gibi… Şahit olduğumuz linç, nefret ve “ceza” kesme gibi…
Zaten kendi topraklarında “yoksul”, “serseri”, “aylak”, “ahlâksız” kişiler, amansız bir savaşa tutulmuş muktedirler başka coğrafyalarda da “cadı avı”na çıkmıştı. Köle ilan edilince zaten, halihazırda, çoktan, hatta belki “ezelden beri suçlu” ilan edilmiş olan “ilkel”lere reva görülene “ceza” bile demek zordu. O, Avrupalının lütfuyla evcilleşmiş/evcilleşmek zorunda olan bir “hayvan”dı, Cezayir’deki attı. Ve şairin dediği gibi “Ne kırmızı ne kara kutsal/Cezayir’in atları böyledir/Siyah atlar ölür/Al atlar ölür/Cezayir’de atlar ölür.” Ölmek “hak” görülür, yaşamak değil… Hayatı kolayca ve hatta hunharca harcanabilir. Çocuk, yetişkin demeden kafasına bir taş fırlatılabilir. Tıpkı şimdinin sığınanına, “sürüler halinde gelen”ine yapıldığı gibi…
O zaman şimdiye gelelim.
Geçtiğimiz günlerde pek çok insan hakları sözleşmesine, mesela bazı maddelerine çekince koymuş olsa da Cenevre Sözleşmesi'ne taraf bir devletin -hem de- başkentinde, Ankara’nın Altındağ semtinde, bir grup insana saldırıldı. Üstelik uzunca bir süredir mültecilere kapısını ne kadar da çok açtığıyla övünen bir siyasi iktidarca yönetilen bir ülkede oldu bütün bunlar. Ama “normal”, daha doğrusu “makul” ve hatta “makbul” bir edim mevzubahis. Zira saldırıya uğrayanlar, güvenlikleri sarsılanlar “meçhul kitleler”, “potansiyel suçlular”, “vahşi” ve “tekinsiz” görülenler… “Yabancılar”…
Bugün iddia odur ki Marx (gibilerinin) anlattığı “masal”lar geride kaldı. Fırsatlar toplumunda yaşıyoruz ve de haklar. Her yanımız insan hakları metinleriyle dolu ve daha da doluyor, hatta taşıyor. Hak var, hukuk var, kanun var, nizam var! Bir de “kanun ve nizam adamı” siyasetçiler var. Güvenlik için “polis” var, hapishane var, denetimli serbestlikler var, onları da geçelim duyarlı vatandaş var.
İddia odur ki olağandışı zamanlarda yaşıyoruz, o halde olağandışı tedbirler alınmalı. İstisnanın “normal”leştiği bir dönemde artık “güvenlik” çok daha net ve aşikâr şekilde düzenin inşasının temeline yerleşmiş halde. Aşırı modern, herkesin “girişimci” olduğu günümüzde insanların “güvenlik” uğruna nasıl seferber, “özgürlükler”in nasıl yerle bir edildiği daha kolay gözlemlenir oldu. “Neoliberal özgürlük”, “özgürlük” falan değil, güvencesizlikten neşet etmiş müphemlik getirdi ve haklar, özgürlükler alanı tıkabasa doldukça boşaldı. Hele bazı insanlar, modern dönemin ilk yoksulları gibi “(potansiyel)suçlu” ilan edilenler için haklar ve özgürlükler “hiç”leşti. O günlerden bugünlere pek çok şey değişse de Hobbesçu (ve Lockeçu liberal) işaretleme hiç değişmedi. O “düşman”, o “meşum tabii hal”, o “eşref-i mahlûkat düşmanları”, o “Tanrı’nın kendi suretinde yaratmadıkları”, “vahşi”ler, siyahlar, kırmızılar, karaşınlar ve onlara yapılanlar, reva görülenler hep oradaydılar, oradalar.
Onlar zaten her şeyden evvel -Foucault’nun dediği gibi- bir kısım nüfusun biyolojik mevcudiyeti için, icap ederse namevcut olmak, icap ederse linç edilmek için orada. Holokost hayaletini (mesela Türkiye’de 6- 7 Eylül hayaletini, haliyle Türklük Sözleşmesi’ni[5]) yaşatmak için orada olmak zorunda. Birileri haricide olmalı ki hariciyi ayıran o meşhur ve meşru sınır, yani dahili olsun.
Meşumları bilelim ki meşru kendini gösterebilsin. Nasıl ki meşru Prospero, kızı Miranda’ya yan gözle bakmaya yeltenen o habis köle Caliban’ı gözünden tanıyıp “ceza”sını kesiverdiyse, makbul vatandaş da “suç”luyu, “karısına kızına, namusuna göz dikecek” o sırf yabancı ve bu bahisle çoktan “homocriminalis” olanın cezasını kesebilsin. Bunu yaparken büyük bir iç rahatlığıyla, neticede makbuliyetinden aldığı kudretle kendisinin gözünü nerelere nasıl diktiğini bir an bile düşünmesin. O sırada tüm bu olanların şahitliğini eden “güvenlik görevlileri” de erkek şiddetine, makbul vatandaşının eylediği (mesela namus saikiyle icra edilmiş olan) “makbul suç”lara seyirci kaldığı gibi bu “cezalandırma” sahnesinin de izleyicisi olsun. Ne olur ki, neticede “büyükbaşsa büyükbaş”… Zaten alt tarafı “beyaz et”, çer çöp, toplumun cürufu... Yabancı… Sınırın öre yakası ya da bizatihi kendisi…
O sırada hukuk var mı? Var. Ve fakat düşman ceza hukuku olarak, “yüzü olmayan bir düşmanla”[6], Nietzsche’den mülhem ifadeyle, “en ufak bir merhamet kırıntısını dahi hak etmeyen düşmanla” savaşın hukuku olarak…
[1] Karl Marx, Kapital, 1. Cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 686.
[2] Peter Linebaugh, Londra İdamları: 18. Yüzyıl’da Suç ve Sivil Toplum, çev. Çiğdem Demir, Otonom Yayınları, İstanbul, 2015, s. 107.
[3] A.g.e., s. 489.
[4] İfade için bkz. Loïc Wacquant, Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity, Duke University Press, Londra, 2009.
[5] İfade Barış Ünlü’nün kitabının adı.
[6] Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, çev. Alan Sheridan, Vintage Books, s. 286.
Fotoğraf: Serkan Alan