Fransız Devrimi’nin iddia olunan üç temeli eşitlik, özgürlük, kardeşlik hemen, hızlıca bir sembole dönüşmüş ve mavi, kırmızı, beyaz bir bayrakta birleşerek temsil edilmişti. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik; ilk bakışta pek az kişinin karşı çıkabileceği mefhumlardı, fakat deşilince ve tarihin içine farklı cephelerden oturtulunca eşit kabul edilenin, özgür olanın ve kardeşliğe dahlin beyaz, Batılı, burjuva, erkek olduğu aşikârlaşır. Nitekim Fransa’nın sınırlarını Devrim ziyadesiyle aşmış olsa da bu bayrak aynı zamanda Fransızları da temsil etti, zira o aynı zamanda Fransız Devleti’nin bayrağıydı. Yani o ve aslında erkek egemen, kapitalist devletlerin hâkim olduğu günümüz dünyasının bayraklarıyla çoğunlukla yoksullar, kadınlar, LGBTİ+’lar, “o devlete” vatandaşlık bağıyla bağlı olmayanlar, yani bir yerdeki yabancılar temsil ilişkisi kurmakta zorlanırlar. Bir bayrak altında, yani sınırın içinde toplanılan mıntıkada, bir de dışarısı, hem dışarıdaki dışarısı, yani öteki bayrakla alakalı bir mekân hem de içerinin dışarısı, yani temsil edilerek edilemeyenin yeri, daha doğrusu yersizliği mevzu bahistir.
Bir “adam” gelmiş ve bayrağı o arazide bir yere dikmiş ve burası benim demiş veya yine bir “adam” gelmiş, eline kırmızı bir kuşak almış, beyaz gelinliğin üzerine bağlamış ve bu gelinliğin içindeki benim demiş. İranlı kadın hakları savunucusu Homa X.’in röportajında da belirttiği üzere, İranlı erkekler ve/veya İran devleti gelmiş ve şeriat rejimini temsil eden resmî devlet bayrağının yanına bir de yasal başörtüsü bayrağı koymuş. Artık o bayrağa, bayraklara münasip olmayanın, yersizin, bozanın, nizam-intizama, yasaya, yasağa uymayanın, Mahsa’nın erkek egemen bayraklar dünyasında ve molla rejiminin hâkim olduğu İran’da öldürülmesi “normal” veya “norm” olarak görülebilir. Benzer bir yerden, başka bir devletin bayrağı altında, Eskişehir’de Mahsa’nın başına gelenleri protesto etmek için, belki de bir gün aynı şey kendi başına da gelmesin diye siyah bez yakanlar “halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyor” sayılabilir. Neticede hiçbir bayrak da kendisiyle özdeş olacak kadar kudretli ve tam olamaz, hep bir açıklık, boşluk, zira aşırı doluluk, vahiyvarilik orada.
Ancak Yasa gibi, bayrağın da ister istemez yolculukla ilişkisi var. Yolda, hayatta, mücadelede, siyasette işler değişebilir. Hayat ve siyasetin kalbine gömülü imkânlar denizinde mana yüklü, sınır çeken, itaat isteyen, başını örttüren, uğruna kan bile dökülen bayraklar olduğu gibi, karmaşa yaratan ve hatta karmaşadan doğan, karmaşanın bizzat kendisi olan bayraklar da var. “Bu bayrak X Devleti’nin bayrağıdır, manası şudur, şu renk şunu, bu desen bunu temsil eder” demenin her zaman her vakada o kadar da kolay olmadığı, zira hep bir ilişkilenme içerisinde olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz ve ölüyoruz. Evet, klasik ve geleneksel olan, “akla gelen” mevzu bahis ancak namütenahi bir kökenin değil, yolun üzerinde, bu yüzden imkânlar denizinin içindeyiz.
Bir bakmışız “bayrak” bile “akla” ilke gelen manasından soyulmuş, daha doğrusu taşmış, İran Devleti’nin şehvet unsuru olarak görüp kapatmak istediği kadın saçı yolculuk sırasında bayrağa, bayraksa devlete karşı çıkan bir şeye dönüşmüş, o “bilindik mana” askıya alınıp aksi bir yere bağlanmış. Çoğu zaman yerleşikliği, “ben varım”, “buradayım” veya “burası benim”, “burada yaşama hakkım var” demeyi temsil eden bayrak gelmiş siyaset sahnesinde “ben yokum”, “benim yaşama hakkım bile yok”, “ben hakları olan bir varlık, bir hukuk öznesi olarak var-sayılmadım” demenin bir yolu oluvermiş. “Aklı kısa saçı uzun”un “normal” koordinatları askıya alan bayrağı… Bağrında zaten, çoktandır taşıdığı ikircikli hareketin bir neticesi olarak bayrağın o aşina olduğumuz yapısı çökmüş, yerine ikircikliliğin, kargaşanın öbür tarafı öne çıkmış, taşmış, özgürleşmiş. Eşik figürler, Mahsa gibiler, siyaset ve bu yüzden adalet hakkında konuşma hakkı verilmeyenler veya azıcık verilenler bayrağa, şekli şemaili yasalarda belli olmayan, hatta her biri birbirinden farklı, karmaşık, gececil, o ilk elden bilindik bayrakların aksine her türlü hiyerarşiyi askıya alan, esersiz bir esere dahil olmuş veya o eser olmuş.
***
İran Devleti Mahsa’yı öldürmekle yetinmedi. Mahsa’nın ardından yapılan gösterilerde de onlarca kişi hayatını kaybetti. Hadis Najafi, Mahsa gibi bir İranlı kadın İran’daki gösterilerde hayatını kaybetti. Hatta gösterilere katılan başka bir kadının Hadis olduğu söylendi. Bu kadın kamera hemen arkasındayken saçlarının topuzunu düzeltiyor ve gecenin karanlığında, Mahsa’nın katledilmesini protesto etmek için tekrar göstericilerin arasına koşuyor. Hadis bir süre sonra İran polisi tarafından altı kurşunla katledildi. Saçını sıkıca toplayıp karanlığa karışan kadınsa öleceğini büyük ihtimalle öngörerek Mahsa’nın başına gelenleri protesto ediyordu.
Gösterilerin önceki seyri ve polisin tutumu göz önüne alınırsa en azından bu ihtimalin farkınaydı. Hadis gibi… Ancak buna rağmen saçlarını, İran Devleti’ne göre kapatılması icap eden saçlarını toplayıp kalabalığın içine koştu. Zira varsayılmıyordu. Hadis de bir bayrak altında yaşasa, bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olsa da saçları açık, sahilde dans eden bir kadın olarak, “şehvet unsuru”, Mahsa gibi makbul olmayan bir kadın olarak hakikaten yaşamak istiyordu. Bu yüzden aslında bir, iki, çok kadın yaşama ve özgürlüğe doğru koşuyordu. Veya ihtimaller denizinden biz bunu çekip alıp, okumayı buradan yapabiliriz, o biricik okumayı… Sevgili dostum Derviş’in dediği gibi “topuzlar hayattır” aynı zamanda ve Hadis’in ve olup bitene tepki gösteren İranlı kadınların, onlara destek verenlerin topuzları evleviyetle hayattır.
Zira o topuz, Mahsa’nın saçları, kadınların bayrak olmuş saçları gibi siyasettir veya siyaset yapmakla alakalıdır. Jacques Rancière’in dediği gibi “siyaset, bir cemaatin ortak’ını tanımlayan bu duyulur-paylaşımını yeniden şekillendirmek, ona yeni özne ve nesneler dâhil etmek, görünür olmayanı görünür kılmak ve sesleri gürültü çıkaran birer hayvan gibi işitilenlerin söylediklerinin söz olarak dinlenebilir kılınmasıdır. Uzlaşmazlık [dissensus] yaratmaya dönük bu etkinlik, Benjamin’in ‘siyasetin estetize edilmesi’ ifadesiyle anlattığı iktidar sahnelemeleri ile kitle seferberliklerinden bambaşka bir anlamda, bir siyaset estetiği oluşturur”.[1] Siyaset ve sanat, neticede duyulan üzerinde uyuşmadan çok duyulanı paylaşma şeklidir. Poiesis ve aisthesis ilişkisinden mimesise yolculuk esasen yeniyi yaratmakla alakalıdır ve hayat gibi buradan da tüm aksi gayretkeşliğe rağmen tektiplik, “uzlaşma/uyum” çıkmaz. Duymak isteyen kulaklar, görmek isteyen gözler için “estetik özerklik, modemizmin yücelttiği sanatsal ‘yapma’nın özerkliği değil, bir duyulur deneyim biçiminin özerkliğidir ve bu deneyim yeni bir insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür”.[2] Yeni, bayrak olmayan bayrakların, esersiz eserlerin nüvesi…
Estetik, bunca akli, yasal, normatif kısıtlama içerisinde bizi bir tecrübeler çokluğuna fırlatır ve burada artık bir çeviri, yorum ve haliyle yer değiştirmeler mevzu bahistir, fikir birliğine varmak imkânsızdır. Belki tam da bu çerçevede ve yine Rancière’e atıfla[3], siyaset bu yüzden sanatsal biçimlere her zamankinden yakın hale gelmiş ve siyasi faaliyet sanatsal faaliyet biçimlerine fazlasıyla öykünür olmuştur. Zira “siyasal uzlaşmazlık” ve “estetik heterojenlik” canlı bir kuvvet oluşturan ve bizi sıradan olandan bir nebze de olsa soyandır.
Burada, siyaset estetiği sahasında, hukuktakinin aksine uzlaşmazlık/uyuşmazlık, heterojenlik, tekillik mevzu bahis. Bir devletin her yerde tek tip şekilde üretilen, kanunlarda tüm ayrıntılarıyla ölçülerinin, renklerinin belirlediği bayrağın yerini nasıl ki bayrak olmayan bir bayrak alıyorsa, bir devletin uzlaşma, yani bir nevi tahakküm ilişkisiyle doğmuş yasalarının kapatamayacağı, sınırlayamayacağı kadar çeşitli saçlar ve yorumlar, karar olmayan kararlar, mana olmayan manalar var. Mesela Mahsa Amini’nin ardından yapılan ve sosyal medya paylaşımlarının içinde bir çizimden müteşekkil bir görsele denk geldim. Muzipçe gülümseyen, saçları arkaya doğru savrulmuş bir kadın figürü var ve saçları arkada âdeta kocaman, uzayıp giden bir topuz oluşturmuş ve bu uzayıp gitmeden bir kelime neşet etmiş; “revolution”. Kimin aklına gelir bir kadının saçlarından uçuş uçuş, belki başka bir cepheden “şehvet uyandırıcı” devrim yazısı “yaratmak”? Birilerinin “aklına” geliyor ve buna mani olabilen çıkamıyor. Birileri sıradan, bilindik olanı, “norm”u askıya alıyor, karar verilemezlik orada kendini açık ediyor; “göz kamaştırıcı heterojen tekillik”… Bayrak olmayan bayraklar, saç olmayan saçlar, mesaj olmayan mesajlar, hayaletler… Yeniden şekillenme/şekillendirme olarak siyaset (ve sanat)…
***
Mahsa Amini İran Devleti yetkililerine göre, devlete kâfi derecede itaat etmediği için hayatta değil. “Öteki” öldü ki zaten ölüm hep ötekinin ölümü. Mahsa bir esersiz eser bıraktı geriye, hayaleti kaldı bize, bana, her gün sırf kadın olduğu için öldürülebilecek, şiddet görmüş ve görebilecek olana. İz bıraktı. Şimdi bayrak olmayan bir bayrak, hayaletsi bir “varlık” onu, geride kalanlar olarak yaşamak istiyor oluşumuzu simgelemeden simgeliyor. Bayraklar bugün yarıya inmeyecek, neticede bir “devlet büyüğü” ölmedi. Emre itaatsizlik eden bir kadın öldü. Ancak saçlarımızı kesip yaptığımız, hiçbiri bir diğerine benzemeyen, bayrak olmayan bayraklar var. Cadıca bir inatla saçlarımızı savuruşumuz, haklarımızı da mecbur savunuşumuz var. Yaşayacağız bu hayatı, Mahsa gibi, Hadis gibi ölümle burun buruna da olsa... Deniz kenarında neşeyle ve saçlarımızı rüzgârda savurarak dans edeceğiz.
[1] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 29.
[2] Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu, s. 36.
[3] Bkz. Jacques Rancière, “Mesele Görüş Ayrılıklarının Devamlılığını Yönetmektir”, söyleşenler: Mathieu Dejean ve Jean-Marc Lalanne, çev. Bartu Şanlı, Hukuk Kritik, https://www.hukukkritik.com/projects/%E2%80%9Cmesele-g%C3%B6r%C3%BC%C5%9F-ayr%C4%B1l%C4%B1klar%C4%B1n%C4%B1n-devaml%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1-y%C3%B6netmektir.%E2%80%9D