“‘İmkânsız’ı Sürekli ve Israrla Tahayyül Ederek ‘Mümkün’ Olanı Başarabiliyoruz”
Asef Bayat’la Söyleşi

Sayın Bayat ilk olarak İran’da olanları takip ediyor musunuz?

Nasıl etmeyeyim ki? Olayları hem ülkesinin mevcut durumundan çok endişeli bir İranlı hem de İran ve bölgenin sosyopolitik gelişimini bir bütün olarak inceleyen biri olarak yakından takip ediyorum. Doğrusu diasporadaki milyonlarca İranlı bu kritik zamanlarda gözlerini ve kalplerini İran’a yöneltmiş durumda. Sanki “yeni bir İran” –coğrafi mesafe onları ayırsa da duyguları, kaygıları ve hayalleri ortaklaşmış çok çeşitli insanlardan oluşan bir kolektif, bir “küresel İran”– doğdu.

Sizce protesto dalgasını nasıl anlamlandırmalıyız? Bunu bir hareket olarak görebilir miyiz?

Olaylar hâlâ devam ettiği ve değişken olduğu için bu soruya kesin bir yanıt vermek zor. Ama geçmişte gördüklerimizden çok farklı görünüyor. Yeni bir şey söz konusu. 2009’daki yeşil isyanı hatırlayalım –hesap sorulabilir bir hükümetin olmasını talep eden son derece güçlü, demokrasi taraftarı bir hareketti. Durumdan hoşnutsuz başka bazı kesimler de destek verdiği halde bileşimi büyük ölçüde kentli orta sınıflardan oluşuyordu. Ardından maaşları ödenmeyen işçiler, alacaklılar, kuraklıktan mustarip çiftçiler gibi çeşitli toplumsal grupların tüm ülkede eşzamanlı olarak protesto gösterileri düzenlediği ancak hepsinin kendi sektörel taleplerini ifade ettiği 2017 ayaklanması gerçekleşti. 2019’daki ayaklanma, farklı protestocu grupların, özellikle yoksulların ve orta sınıf yoksulların iyi derecede bir birlik sergilemesiyle daha ileri gitti. 2019 ayaklanmasına katılan kesimlerin ana talepleri hayat pahalılığı ve ekonomik meselelerle ilgiliydi. Büyük ölçüde şehirlerin ve taşra eyaletlerinin dışlanıp marjinalleştirilmiş muhitlerinden gelen protestocular bir hayli radikal taktikler benimsemişlerdi.

Mevcut ayaklanma ise daha da ileri gidip kentli orta sınıfları, orta sınıf yoksulları, gecekondu sakinlerini ve farklı etnik kimliklerden insanları (Kürtler, Farslar, Azeri Türkler ve Beluciler) “Kadın, Hayat, Özgürlük” mesajı altında birleştirdi. Bunun kadınların merkezî bir rol oynadıkları bir ayaklanma olması son derece önemli. Ayaklanma bu yönleriyle geçmişteki ayaklanmalardan farklı bir yerde duruyor. İranlıların öznelliğinde bir paradigma değişimi gerçekleşmiş gibi görünüyor; kadınların ve kadınlık onurunun (ki bu daha genel anlamda insanlık onuruyla da bağlantılı) ayaklanmadaki merkezî konumuna yansıyan bir değişim bu. Böyle bir şeyle daha önce karşılaşmamıştık. İnsanlar âdeta kendi yıkık hayatlarını, heba olmuş gençliklerini, bastırılmış neşelerini ve onlardan esirgenen onurluca yaşama imkânını yeniden kazanıyorlar. Bu, tam olarak, hayatı yeniden talep etmeyi amaçlayan bir hareket. İnsanlar ihtiyar din adamlarının onlardan esirgediği normal bir hayatın var olduğunu hissediyorlar. Bu adamların halktan son derece kopuk olmakla birlikte insanların yaşamlarını sömürdüklerini hissediyorlar.

Hayatı yeniden talep etmek güçlü bir nosyon. Tunuslu şair Ebu’l Kasım eş-Şabi’nin her Arap devrimcisinin ezberden okuduğu ünlü şiirine yansımış bir nosyon bu: “Eğer bir gün halk yaşamayı talep ederse, kader bu talebe yanıt vermek zorundadır.” Mevcut ayaklanmada hayatı yeniden talep etmek evrensel bir iddiaya dönüştü. “Kolektif bir acı” ve “kolektif bir iddia”nın İranlıların öznelliğinde yaratıldığını görüyoruz –çok farklı toplumsal grupların yalnızca hissedip paylaştıkları değil, aynı zamanda onları harekete geçiren bir iddia. “Halk”ın –sınıf, cinsiyet, etnisite ve din farklılıklarının daha yüce bir iyilik adına bir süreliğine ortadan kaybolduğu bir “süper-kolektif”in– ortaya çıkışıyla ayaklanma bir tür devrimci epizoda dönüşmüş gibi görünüyor.

Özellikle Ortadoğu’daki toplumsal hareketler ve ayaklanmalar üzerine çalışıyorsunuz. İran’da halihazırda olanlara benzer bir hareketle karşılaştınız mı?

İran’daki mevcut ayaklanmayla Arap Baharı, özellikle ilk kıvılcımla sökün eden sokak protestoları arasında benzerlikler var. Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin gördüğü zulümden ötürü kendini yakması ve Mısır’da Halit Said’e polisin işkence yapması bu iki ülkede büyük ayaklanmaları fitillemişti. Bu ayaklanmalar sonucunda Zeynel Abidin yirmi sekiz günde, Hüsnü Mübarek ise on sekiz günde devrilmişti. Buazizi ve Said birçok Tunuslu ve Mısırlının hissettiği baskının ete kemiğe bürünmüş halleriydi. İnsanlık onuruna saygı İran’daki protestocularla Tunus ve Mısır’daki protestocuları ortaklaştıran bir şey. Ancak arada önemli farklılıklar da var. İran’da gündelik hayatta tahakküm kurma çabalarından ötürü ruhban rejimiyle birçok sıradan insan arasındaki mesafe Tunus ya da Mısır’la kıyaslanamayacak kadar açılmış durumda. Tunus ve Mısır’dan farklı olarak birçok İranlının gündelik ve özel hayatları (özellikle kadınların hayatı) boğucu bir ideolojik ve siyasal gözetim altında. Doğrusu, İran’daki gözetim sistemi olsa olsa Afganistan’daki Taliban rejimiyle kıyaslanabilir. Suudi Arabistan’ın tiran hükümdarları dahi insanların kamusal hayatlarını denetlemeye dayanan Vahabi sisteminde bazı reformlar yapmaya başladılar. Öte yandan İran’daki mevcut ayaklanmayla Arap ülkelerindeki ayaklanmalar arasındaki temel fark kadınların dönüştürücü “özne”ler olarak kabul edilmesi ve “kadın meselesinin” mücadelenin stratejik odağı haline gelmesidir. Kuşatıcı “Kadın, Hayat, Özgürlük” çağrısı İran’daki mevcut ayaklanmayı benzersiz kılmıştır.

Gençlerin ve ergenlerin sokaklarda olması birçok gözlemci için şaşırtıcı bir durum. Daha önce, genç kuşağın apolitik, bencil, gamsız, idealsiz olduğu; herhangi bir siyasi eyleme girişmek istemediği, internete ve bilgisayar oyunlarına bağımlı hale geldiği düşünülüyordu. Gençlerin sokaklarda olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ayaklanmanın gerçekleştiği sokaklarda çok sayıda gencin olması şaşırtıcı olabilir ama bu, beklenmedik bir durum değildi. Gençler ve gençlik politikaları esas itibarıyla çok değişken ve dalgalıdır. Gençlerin bazen şaşırtıcı derecede aktif olduklarını bazen de umutsuz, pasif ve bezgin tavırlar benimsediklerini görürüz. Ama bu davranışın temelinde bir mantık yatar. Genel olarak, “gençlerin yapabilirliği”, başka deyişle fiziksel kabiliyetleri, çeviklik ve enerjileri, geleceğe dönük eğilimleri, eğitimleri ve onların (yetişkinler ve ebeveynlerin aksine) “yapısal sorumsuzluk”ları sokak siyaseti ve radikal aktivizme belirgin bir yatkınlıklarının olmasına yol açar. Tunus devriminde gençlerin (15-29 yaş) yüzde 28’inden fazlası ayaklanmaya katılmıştı ve bu sıra dışı bir durumdu; devrimlere genellikle herhangi bir ülkenin nüfusunun yüzde 1’i ila yüzde 8’i katılır. Ancak en tepesinde ihtiyarların olduğu iktidar yapısındaki tabi konumlarından ötürü gençlerin karar alma süreçlerine fiilen katılmaları genellikle engellenir zira deneyimsiz ve duygusal oldukları düşünülür ve büyük sözü dinlemeleri salık verilir (genç kadınlar bu muameleyle daha sık karşılaşırlar). Bu tür bir ataerkil tavır gençleri büyük bir umutsuzluğa sürükleyip “siyaset”ten soğumalarına ve siyasetçilere öfkelenmelerine yol açar ve gençler kendilerini ifade edebilecekleri ve becerilerini hayata geçirebilecekleri alanlar yaratmaya çalıştıkları kendi dünyalarına çekilirler –sanatsal ve teknik yaratıcılık sahalarına yönelerek kendi geleceklerini inşa etmeye çalışabilecekleri gibi kriminal faaliyetlere ve norm ihlallerine de yönelebilirler. Son kitabım Revolutionary Life: The Everyday of the Arab Spring’de [Devrimci Hayat: Arap Baharı’nın Gündelik Hayatı] devrimci zamanlarda gençlik politikalarının farklı türlerini, kadın siyasetini ve yoksulların siyasetini tartışıyorum.

Şunu da belirtmem gerekir ki İran’da 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında yapılan ve belli ölçüde rekabetin yanı sıra değişim umudunun da olduğu parlamento ve başkanlık seçimlerinde gençler oldukça aktifti. Ama seçimlerin hileli olduğunu ve değişim umudunun sona erdiğini anladıklarında kendi dünyalarına, arkadaş gruplarına, internete çekildiler ve “gayri hareketler” içinde kendi hayat tarzlarını yaşamaya ve yetişkinliğe adım atmaya çalıştılar. İnternette olmak gençler için yalnızca oyun oynamak anlamına gelmiyor. Gençler internetle birlikte dünyaya açıldılar; yeni beceriler ve mücadele yöntemleri edindiler; yeni değerler ve bilgilerle tanıştılar; dünyada neler olduğunu görüp bunlardan ne kadar uzak kaldıklarını anladılar. Ve bütün bunlar İran’daki gençleri ruhban yönetiminin dünyası ve yasakçı ideolojisinden daha çok soğuttu ve yönetimle aralarındaki mesafenin iyice açılmasına sebep oldu. Günümüzde bu mesafe çok daha büyük; yöneticilerle (yarısı kadınlardan oluşan) gençler âdeta farklı gezegenlerde yaşıyorlar. Dolayısıyla gençler ve ergenlerin oluşturduğu bu “gayri hareketler”in bugün çok daha büyük ve radikalleştirici bir rol oynadıkları büyük bir siyasi ayaklanma çerçevesinde –“gençlerin yapabilirliği” sayesinde– birleşmeleri şaşırtıcı değil.

Ancak şunu vurgulamam gerekir ki sokak siyasetindeki büyüleyici performanslarına rağmen gençlerden oluşan bir sıra dışı grup –ya da herhangi bir toplumsal grup ya da sınıf– kendi başına bir siyasi kopuşa yol açamaz. Kopuş ancak çok farklı toplumsal gruplara mensup kişiler (kadın, erkek, ihtiyar, çocuk, nene, geleneksel ya da modern seçmen) ayaklanıp sokaklara ya da arka sokaklara döküldükleri takdirde gerçekleşebilir. Burada “sokak” siyasi dönüşüm talep eden toplumsal ana akımın çekişmeli mücadele mekânı haline gelir. Yine de protestoların özellikle genç erkekler ve genç kadınlar tarafından başlatıldığı yadsınamaz bir gerçektir. Sessizlik ve umutsuzluk zamanlarında hareketin gövdesine taze bir kan enjekte edip onun var olması ve sürmesi için gerekli enerji ve yaşamsallığı sağlayan gençlerdir.

Bu protestoların bir başka kilit noktası kadınların kayda değer varlığı. Başlangıçtaki itici saikin bir genç kadının ahlâk polisi (Gaşt-e Erşad) tarafından derdest edildikten sonra öldürülmesi olduğunu biliyoruz. Ayaklanmada kadınların varlığının öne çıkması ve bunun büyük bir uluslararası destek alması birçok kişiyi ayaklanmayı bir feminist hareket olarak görmeye sevk etti. Kadınların protestolardaki varlığı ve rolüne dair değerlendirmeniz nedir?

Yukarıda belirttiğim üzere, kadınların birer “özne” olarak merkezî konumu ve “kadın meselesi”nin odak noktası haline gelmesi ayaklanmayı diğerlerinden ciddi anlamda farklı kıldı. Patriarki birçok seküler yönetimin özelliği olmaya devam etse de İran’daki dinî yönetim hem ideolojik hem de yapısal bakımdan olağanüstü düzeyde patriarkal ve kadın düşmanıdır. Bu yüzden kadın direnişi ve muhalefetinin 1979 devriminin hemen ertesindeki günlerde başlamış olması şaşırtıcı değildir. On yıllar boyunca İranlı kadınlar direnişlerini patriarki ve kadın düşmanlığını püskürtmek üzere “var olma sanatları”nı kamusal alana taşıyarak ve gayri hareketleri aracılığıyla kamusal alandaki normları sessiz sedasız ihlal ederek gündelik hayat pratiklerinde sürdürdüler.[1] Her fırsatta örgütlenmeye ve kolektif kampanyalar düzenlemeye çalıştılar ama rejim kadın aktivistlerin kendi evlerinde toplanmasına dahi tolerans göstermedi.

Milyonlarca kadın sokaklarda ve devlet kurumlarında ahlâk polisi ve güvenlik güçleri tarafından aşağılandı, tehdit edildi ve tutuklandı. 2006 tarihli bir polis raporuna göre örtünme kurallarına uymayan kadınlara yönelik sekiz ay süren takibat sırasında sokaklarda 1,3 milyon kadın durduruldu ve resmî tebligatla uyarıldı. Bir sonraki yıl üç gün süren operasyonlarda 150 binden fazla kadın gözaltına alındı. Bu tür saldırılar İranlılara İsrail ordusunun Filistinlilere yönelik aşağılayıcı tavırlarını hatırlattı. Fakat İranlı kadınların direnişleri, kamusal alandaki normları sessiz sedasız ihlal edişleri yahut gayri hareketleri sürdü. Zamanla toplumda yeni normların ve sahada yeni gerçekliklerin yerleşmesini sağlayan kadınlar kamusal alandaki varlıklarını güvenceye aldılar ve hicab giymek bir zorunluluktan ziyade tercihe dönüştü. Ve şimdi bu “gayri hareket”, Mahsa Amini adında bir kadının öldürülmesiyle kadınlar ve onurlarının, hatta tüm insanlık onurunun öne çıktığı sıra dışı bir siyasi ayaklanmaya yol açtı.

Ama bu ayaklanma sadece “kadın meselesi”yle ilgili değil. Protesto hareketinin kapsayıcı karakteri kadınların ötesine geçti. Yoksun, reddedilmiş, bastırılmış toplumsal, dinî, etnik gruplar ve sınıfları kendi bünyesine dahil etti. Kadınlar özgürleştiğinde erkeklerin ve yoksun kesimlerin de dahil olduğu bütün kesimleri özgürleştirecek yolun açılacağına dair bir his peyda oldu. Başka deyişle, protestocular halihazırda ortak bir acıyı paylaşıyor ve daha yüce bir iyiliğin idrak edilmiş olması tüm protestocuları birleştiriyor. “Kadın, Hayat, Özgürlük” sloganı bu evrensel iyiliği temsil ediyor.

“Kadın, Hayat, Özgürlük” bugünlerde en çok işitilen slogan ve tüm dünyada yankılanıyor. Bazıları bunu müphem ve genel bir slogan olarak görüp özgül bir pozitif tonu olmadığını düşünüyor. Ancak birçok kişi onu yaşamsal değerlere odaklı ilerici bir slogan olarak görüyor. Sloganla ilgili sizin görüşünüz nedir?

Muğlaklık ve genellik, birçok devrimci hareketin paradokslarıdır. Zira muğlaklık ve genellik bir yandan devrimci hareketin birliğinin ve dolayısıyla gücünün güvencesi ve zafere ulaşmasının koşuludur. Öte yandan bu tür bir genel sloganın altında kesinlikler, detaylar, yorum ve beklenti farklılıkları zaferden sonra yeniden ortaya çıkmak üzere kaybolurlar. Bu aşamada anlamlar ve beklentiler arasındaki çatışmalar ve nihayet siyasi hesaplaşmalar doruk noktasına ulaşır. Bu, üstesinden gelinmesi gereken bir açmazdır.

Örneğin, demokratik bir siyaseti tesis etmek için müzakereler aracılığıyla bir uzlaşıya varılabilir. Bu, genel bir gözlemdir. Ama İran söz konusu olduğunda, ayaklanmanın geleceğinin ne olacağını bilmiyoruz. Görünen o ki bu meselelerle ilgili –iyi niyet eşliğinde yürütüldüğünde faydalı olabilecek– bazı müzakereler yürütülüyor. Bana kalırsa “Kadın, Hayat, Özgürlük” sloganı İran toplumunda yoksun, umutsuzlaştırılmış ve bastırılmış seçmen kitlelerinin emellerini temsil etme potansiyeli taşıyor. “Kadınları özgür olmayan bir toplum asla özgür olamaz” vecizesiyle bağlantılı olarak kadınların ayaklanmada merkezî bir konumu var. Kadınların sadece hayatın sürekliliğini sağlamakla kalmayıp yeryüzündeki işlerin üçte ikisini de yaparak yaşama imkânının ta kendisini var ettiklerini düşünürsek kadınlarla hayat arasındaki ilişki yadsınamaz niteliktedir. Son olarak bu sloganın merkezinde hayatın tüm kültürel, iktisadi ve siyasi boyutlarıyla “yeniden talep edilmekte” olduğuna dair yaygın his var. Ve elbette “hayatın yeniden talep edilmesi” ancak ciddi bir yapısal dönüşümle mümkün olabilir.

İran toplumunun tanımlayıcı özelliklerinden biri şimdiye dek göz ardı edilen ve bu gibi zamanlarda bir araya gelen çeşitli siyasi, toplumsal, iktisadi ve kültürel taleplerin birikmesidir. Bu talep çokluğu endişe verici değil mi? Bir toplumsal hareket bu yüzden başlangıçtaki hedefinden uzaklaşmaz mı?

Sanmıyorum. Taleplerin çokluğu, birçok umudun ve hayalin ifade edilmesi yapısal dönüşümü hedefleyen toplumsal mücadelelerin ayırt edici göstergeleridir. Hiçbir toplumsal grup –işçiler, yoksullar, orta sınıflar, kadınlar ya da gençler– muhalif kamuyla rejim arasındaki güç dengesini kendi başına değiştiremez. Gerçek toplumsal dönüşümler daima yoksun, umutsuzlaştırılmış ve bastırılmış toplumsal gruplar ve sınıfların koalisyonuyla gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla sorun şimdiye dek göz ardı edilen siyasi, toplumsal, iktisadi ve kültürel taleplerin birikmesinin mücadele süreci üstünde negatif etkilerinin olup olmayacağı değildir. Sorun, göz ardı edilmiş olan bu taleplerin mağdur kitlelerin kendilerini özdeşleştirebileceği ve bir dil olarak benimseyebileceği müşterek, basit ve anlaşılabilir bir iddia çerçevesinde nasıl ifade edilebileceğidir.

Bu tam da yukarıda bahsettiğim kuşatıcı “çoğunluğun iyiliği”nin ifade edilmesidir. Bu temelde, örneğin “Kadın, Hayat, Özgürlük” sloganı çeşitli grupların [sloganın] yankılarını hissederek içselleştirebileceği ve bu tür bir kolektif iddianın derin siyasi, toplumsal ve iktisadi değişimleri zorunlu kıldığını [slogan sayesinde] fark edebilecekleri bir tarzda ifade edilmelidir.

Bazı analizciler mevcut gelişmelerin ülkenin bütünlüğü, huzuru ve istikrarını bozacak bir yöne savrulmasından endişeliler. Sizce böyle bir ihtimal var mı?

Bu analizlerin somut verilere ve kanıtlara dayanıp dayanmadığından ya da böyle bir riskin ciddiyetinden emin değilim ama bunun değerlendirilmesi gerekir. Genel olarak, güçlü hareketlerin tümü istismar edilme tehdidiyle karşılaşır. Yurtiçi ya da yurtdışındaki oportünistler hareketi kendi avantajları doğrultusunda kullanmaya çalışabilir, kendilerini hareketin lideri ilan edebilir ya da hareketin nihai amaçlarına desteklerini açıklayabilirler. Suudi Arabistan devlet başkanı Muhammed bin Selman bir yana ABD eski devlet başkanı Donald Trump’ın İran’da demokrasi istediğine kim inanır ki? Bu adamların bizzat kendileri kendi ülkelerinde demokrasiye yönelik ciddi birer tehdit oluşturuyorlar. Neyse ki “Kadın, Hayat, Özgürlük” hareketi bu tür siyasi oyunlara itibar etmeyip kendi yoluna halkın gücüne güvenerek devam edecek kadar becerikli ve bilinçli olduğunu gösterdi. Doğrusu son yıllarda İran’da bu kadar farklı grup, etnisite ve toplumsal sınıfın bir araya geldiği görülmemişti; âdeta yeni bir “İran” doğdu. Elbette muhalefeti ve protestoları yabancı devletlerin entrikaları ve komplolarına bağlayanlar çıkacaktır. Bu tür iddialar ne yenidir ne de sadece İran’a özgüdür. Mübarek ve destekçileri de Mısır’daki devrimci hareketleri yabancı devletlerin komplolarına, İslâmcılığa ve aşırılık yanlısı akımlara bağlamışlardı ama gerçek çok farklıydı.

Hareketin geleceğine dair değerlendirmeniz nedir? Ne tür senaryolar ya da ihtimaller söz konusu olabilir?

Bu vakanın geleceğini tahmin etmek çok zor zira birçok faktör söz konusu. Gelecek, yanıtlarını bilmediğimiz bazı sorulara bağlı. Örneğin rejimin sokak protestoları ve grevleri bastırmak için ne ölçüde yaygın bir şiddete başvuracağını bilmiyoruz. Rejimin stratejisi katıksız bir şiddete başvurmak olursa, bu, sıradan insanlarda ve sistemin işlerliğini sağlayan güvenlik güçlerinde bir ahlâki infiale yol açacak mıdır? Geleneksel elitlerin, dinî önderlerin, ayetullahların ya da ılımlı siyasetçilerin tavrı ne olacaktır? Elitler ve din adamları vicdanlarının sesini dinleyecek midir? Reformcu kamp ve liderlerinin hangi yolu tutacaklarını hâlâ bilmiyoruz. Bu noktada birçok reformcunun trajedisi ne reformları gerçekleştirebilecek (zira iktidardan alaşağı edildiler) ne de devrimci dinamiğe dahil olabilecek bir konumda olmalarıdır (zira tanım gereği devrimci değil, reformcu olduklarını hissediyorlar). Bu üzücü acizliğin sosyopolitik değişimle ilgili kavram ve stratejilere yönelik dogmatik, statik ve tarihdışı yaklaşımla da alakası var. Değişken ve karmaşık gerçekliklerin dogmatik olmayan, isabetli ve yaratıcı siyaset tarzlarını zorunlu kıldığı siyaset sahnesinde ve sahada her ne olursa olsun, bir reformcunun hayatının sonuna dek reformcu olarak kalması ve bir devrimcinin ilelebet devrimci olması gerektiğini düşünüyorlar. Daha da önemlisi, işçiler ve öğretmenler gibi müttefik toplumsal grupların ayaklanmayla daha geniş kapsamlı dayanışma eylemleri başlatıp başlatmayacaklarını, eğer başlatacaklarsa bunun ne zaman olacağını bilmiyoruz. Kısacası, ne olacağını tahmin etmek çok zor.

Diğer yandan, ayaklanmanın akıbeti ne olursa olsun, hareket halihazırda son derece önemli kazanımlar elde etti. İranlıların öznelliğinde hayati bir paradigma değişikliğinin gerçekleştiğini gözlemliyoruz. Büyük ve küçük şehirlerde, hatta köylerde gençler ve ebeveynler, etnik gruplar, alt ve orta sınıflar arasında –hayatı yeniden talep etmekte ve onurluca yaşamakta ısrar eden– “yeni” bir ulus doğmuş gibi görünüyor. Ve bu yeni ulus ayaklanmanın gerçekleştiği sokaklarda sesini duyuruyor. Birçok şeyin geçmişte olduğu gibi olması artık mümkün değil. Bu, belki de onlar resmen ilan etmek isteseler de istemeseler de ahlâk polisinin fiilen sonu anlamına geliyor. Yeni normlar kendilerini kamusal hayatın gerçekliğine dayatmış durumdalar. “Tercihe bağlı hicab” bu normlardan biri olabilir.

Toplumsal protesto hareketiyle ilgili sizin şahsi arzunuz nedir?

Milyonlarca İranlı gibi benim de arzum İran’daki çeşitli toplumsal gruplar ve sınıfların şimdiye dek göz ardı edilmiş olan taleplerinin –insan hayatına ve maddi altyapıya olabildiğince az zararla ve yabancı devletlerin müdahalesi olmadan– gerçekleştirilmesi. Bu arzunun gerçekleşmesi bir yandan hareketin gücü ve sürekliliğine öte yandan yöneticilerin vicdanı ve muhakeme yetisine bağlı. Bunu belki naif, belki de imkânsız bulabilirsiniz. Ama, Max Weber’in de belirttiği üzere gerçek şu ki biz insanlar ancak “imkânsız”ı sürekli ve ısrarla tahayyül ederek “mümkün” olanı başarabiliyoruz.


[1] “Var olma sanatı”, “gayri hareket” gibi kavramlar hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen okur, Asef Bayat’ın Siyaset Olarak Hayat: Sıradan İnsanlar Ortadoğu’yu Nasıl Değiştiriyor (2016) kitabına bakabilir -ç.n.


İngilizceden çeviren: Barış Özkul

Not: Asef Bayat’la yapılan bu söyleşi ilk olarak Tahran merkezli günlük gazete İtimat’ta 10 Ekim’de Farsça yayımlandı ve İranlı yetkililerin talebiyle gazetenin internet sitesinden kaldırıldı. Sonraki haftalarda dünyanın çeşitli yerlerindeki İranlılar tarafından sosyal medyada paylaşılan söyleşi, İran’daki entelektüel ve siyasi çevrelerde önemli bir yankı yarattı.