İtalya, Gramsci ve Demokrasi
Fabio Frosini ile Söyleşi

Avrupa’da soğuk bir hava esiyor. Bu hava Avrupa demokrasisi için büyük bir tehdit oluşturuyor. Gericilik sadece göçmenlere karşı işlemekle kalmıyor aynı zamanda cinsiyet meselesi gibi toplumsal ve kültürel konuları da hedef alıyor. Polonya ve Macaristan’dan sonra İtalya’da da sert bir hava esmeye başladı. 25 Eylül seçimleriyle neo-faşist kökenleri olan Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri) koalisyonla iktidara geldi.

Antonio Gramsci üzerine pek çok çalışma yapan Fabio Frosini ile İtalya ve Avrupa’daki siyasal duruma dair bir söyleşi yaptık. Fabio Frosini Urbino “Carlo Bo” Üniversitesi’nde felsefe tarihi profesörü ve Gramsci üzerine yazıları ve araştırmalarıyla tanınıyor. İlgi alanları, Rönesans felsefesi tarihinden Marksizm tarihine, özellikle de İtalyan Marksizm’ine, bilhassa 19. yüzyılın başlarındaki akımlara kadar uzanıyor. Kitapları arasında şunlar vardır: Gramsci e la filosofia. Saggio sui “Quaderni del carcere” (Roma, Carocci, 2003); Da Gramsci a Marx. Ideologia, verità e politica (Roma, DeriveApprodi, 2009); La religione dell’uomo moderno. Politica e verità nei “Quaderni del carcere” di Antonio Gramsci (Roma, Carocci, 2010); Maquiavel o revolucionário, (São Paulo, Ideias & Letras, 2016); «Artefiziosa natura». Leonardo da Vinci dalla magia alla filosofia (Roma, Edizioni di Storia e Letteratura, 2020); La costruzione dello Stato nuovo, Scritti e discorsi di Benito Mussolini. 1921-1932 (Venezia, Marsilio, 2022).

***

İlk sorum hükümet ile ilgili olacak. Yeni hükümet hakkında ne düşünüyorsunuz? Size göre Avrupa’nın farkı ülkelerinde yükselen sağ göz önünde bulundurulduğunda İtalya’da ve Avrupa’da faşizmin yeniden doğuşundan korkulmalı mıdır?

İtalya'daki mevcut hükümet mutlak bir yenilik değil. 2018’de M5S-Lega (Beş Yıldız Hareketi-Lega) çoğunluğu oluşturulduğunda, İtalya bir yıl boyunca, 2019 yazına kadar, (kamu düzeni, vergilendirme, politik ekonomi ve sağlık gibi) birçok konuda sağcı olan ve içerisinde herhangi “liberal” siyasi bir kültür olmayan sağ bir iktidar tarafından yönetildi. O dönemden farkı, bugün çoğunluğun ve dolayısıyla hükümetin (o zamanlar M5S tarafından ifade edilen) sol popülizmin cazibesine kapılmadan, açık ve net bir şekilde sağcı olması ve göreceli çoğunlukta olan bu sağ partinin, yani FdI’nin (Fratelli d’Italia) neo-faşist bir siyasi kültürün mirasçısı olması gerçeğinde yatıyor. Ancak, çoğunluk FdI’ye ek olarak, diğer iki partiden, yani Lega ve Forza Italia’dan oluştuğu için yalnızca kısmi olan bu yönün gerçekten önemli olmadığına inanıyorum. Başka bir deyişle, neo-faşizm, FdI seçmenlerinin yalnızca küçük bir bölümünün tanıdığı ideolojik bir “aroma”dır. Öte yandan zafer kazanan bu güç, demokrasiyi doğrudan Macar ve Polonya deneyiminden esinlenerek yorumlayan liberal olmayan ya da her halükarda artık liberal olmayan siyasi güçlere duyulan güvenin ifadesidir. Diğer bir ifadeyle, İtalya da 1945’ten sonra Avrupa’da kurulan ve 1950’ler ve 1960’larda güçlenen demokratik muahededen, yani hem liberal hem de toplumsal bir anayasa fikri içinde halk güçleri ile burjuvazi arasındaki uzlaşmadan çıkma eğilimindedir. Liberal bakış şimdi (azınlıkların medeni haklarına vb. karşı) güvenlik kültürü, hoşgörüsüzlük ve dinî köktencilik tarafından lağvediliyor ve toplumsal bakışın yerini, sosyal ilişkilerin evrensel bir düzenleyicisi olarak piyasanın neoliberal ilkesi aldı. Sonuç olarak, faşist deneyiminin doğrudan miras alınması anlamında bir tehlike olmadığını, ancak tehlikeden çok daha fazlası olduğunu ifade etmeliyim; bir başka ifadeyle gerçekte ve belki de gelecekte anayasal biçimlerde de var olabilecek, zaten şu an halihazırda var olan bir post-liberal ve post-sosyal demokrasi biçiminin olduğunu söyleyebilirim.

Faşizm tarafından hapsedilmiş biri olarak Gramsci iktidara gelen bu hükümeti görmüş olsaydı ne düşünürdü sizce?

Gramsci görmüş olsaydı bu hükümet hakkında ne düşünürdü bilmiyorum. Elbette, bu olgunun gerçekçi bir analizini yapmayı ve onu dünya tarihinin belirli bir yönü olarak görüp İtalya tarihi içerisinde belli bir çerçeveye yerleştirmeyi bir görev olarak bilecekti. Bu anlamda, muhtemelen “tarihsel” faşizme ilişkin yeni yönleri ortaya çıkaracaktı: gerçekten önemli olan ve bu muhafazakâr güçlerin seçmenlerin önemli bir kısmını ele geçirmesini mümkün kılan bu yeniliğin bu görünümleridir.

İtalya’da sol neden sağlam, güvenilir ve kalıcı bir çoğunluk olamıyor?

İtalya’da sol, en büyük genişleme anlarında bile seçmenlerin %40’ını asla aşamadı. Öte yandan, sağ da bu eşiği aşamadı, yaklaşık %30’luk bir payla oldukça istikrarlı kaldı. Bu, cumhuriyetçi İtalya’nın tarihinde, nesiller boyunca her zaman sağda kalan nüfustan oluşan bir bileşenin olduğu anlamına gelir: oldukça önemli bir azınlık, ama yine de her zaman demokratik kültüre temel bir güvensizlik duyan ve popüler sınıfların ilerici taleplerine karşı bir nefret beslemekten asla vazgeçmeyen bir azınlık. Büyük ölçüde, düşük kültürlü ve her türlü yenilikten korkan kırsal veya taşralı bir İtalya’dan bahsediyoruz. Bu ille de yoksul bir İtalya anlamına gelmiyor, tam tersine, küçük işletmeler sayesinde birkaç yıl içinde yoksulluktan ya da neredeyse belli bir servete ulaşan ailelerle karşı karşıya kalıyoruz. Demokratik kültürün sınırlılığı, her zaman, büyük ve orta ölçekli şehirlerin de yararlanılabileceği avantajları ve açıklığı, bazı istisnalar dışında bu illere veya kırsal gerçekliklere genişletememek olmuştur.

Bu sınırlılığa şunu da eklemekte fayda var: sol ideolojik nedenlerle bölünme, parçalanma ve ayrılma eğilimindeyken, sağ böylesi bir tehdide daha az duyarlıdır ve özellikle bu seçimlerde kendisini seçmene birlik içinde sunmuştur. Diğer yandan bu seçimlerde sol iki parçaya bölündü (Partito Democratico [PD – Demokrat Parti] ve M5S) sırayla kendini “merkezde” olarak sunan bir güce (Carlo Calenda ve Matteo Renzi’ye) karşı çıktı ve ayrıldı. Özetle, bu yenilginin taktiksel nedenleri var ama altında yatan neden İtalyan devletinin tarihsel olarak altyapı, eğitim, kültür ve gelir düzeyleri açısından homojen bir ulus oluşturamamasında yatıyor.

Devletin bu eksikliği Güney’de her zaman daha dramatik olmuştur, ama aynı zamanda Kuzey’de de belirli bir noktada kendini göstermiştir, 90’lı yıllarda birikim modeli değişti ve kapitalizmin “küreselleşmesi” ile birlikte, devlet artık kalkınma için yeterli marjları garanti etmeye muktedir görünmüyordu. Bu değişiklik, İtalyan devletinin zayıflığını daha da dramatik hale getirdi. Yeni tip (post-liberal ve post-sosyal) partilerin büyümesinin 1945 sonrası anayasal uzlaşmayı henüz baltalamadığı Fransa, Almanya ve İspanya’ya kıyasla bu durum İtalya’daki siyasi durumun farklı evrimine yansıyor.

Giuseppe Conte, Enrico Letta (PD) ve partilerinin Meloni'nin iktidara gelmesinde nasıl bir rolleri ve sorumlulukları oldu sizce?

Bence Conte ve Letta’nın sorumlulukları net bir şekilde birbirinden farklı. Conte, son birkaç yılda 2018’den bugüne, karşıt olmasa da çok farklı siyasi tarafları yorumlamayı bildiğini gösterdi: önce M5S-Lega çoğunluğuna dayanan, İtalyan demokratik geleneğinden kopan popülist bir hükümete liderlik etti; daha sonra PD-M5S çoğunluğuyla, bence çok ilginç olan, ilerici ve yeni bir tür işçi sınıfı yanlısı (laburista) hükümeti yönetti.

Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, salgından (Covid-19) çıkmak ve Avrupa fonlarını kullanmak söz konusu olduğunda, hükümet, Avrupa-Amerikan büyük finansal gücün güvenilir bir temsilcisi olan Mario Draghi liderliğindeki hükümeti destekleyen büyük bir çoğunluğa yol açacak şekilde düşürüldü. Bundan yola çıkarak, Conte yapması gerekeni yaptı ve M5S’yi ideolojik profili olmayan popülist bir partiden, öncelikle (özellikle Güney’de) daha zayıf sosyal tabakaların savunmasına ve sosyal, politik ve medeni hakların desteklenmesine yönelik büyük bir işçi partisine dönüştürmeye çabaladı. M5S, 2015 seçimlerine kıyasla, birkaç milyon oy kaybetti (%32’den %15’e) ama hayatta kaldı ve her şeyden önce onu, solun siyasi kültürünün yenilenmesi ihtiyacını yorumlayabilecek, içinde yaşadığımız çağa uyarlayarak bir kimlik kazandırdı. Letta ise Draghi’yi solun sözde yeni lideri olarak tanımladı oysa Draghi bunu açıkça reddetti. Öte yandan seçim kampanyasını PD politikasının konuları ve içeriği yerine “faşist tehlike” üzerine kurabileceğini düşündü. Buna çok ciddi bir taktik hata eklendi -yani M5S’nin seçimlerde ortadan kaybolacağını hayal eden Letta’nın, M5S’nin oylarının PD’ye akacağı gerçeğine güvenerek bu oluşumla bir seçim ittifakını reddetmesi gerçeği.

Öyle görünüyor ki merkez sol da kendi içerisinde çatışmalarla var olmaya çalışıyor. Son olarak Gramsci’ye geri dönersek, İtalya’nın güncel demokrasi manzarasını görmüş olsaydı Gramsci ne söylerdi veya düşünürdü -yani Gramsci açısından demokrasinin anlamını düşündüğümüzde?

Gramsci’ye göre demokrasi, anayasal olarak kurulmuş kuralların varlığı temelinde ölçülmez, kısacası bir yönetim biçimi değildir. Demokrasi, ekonomik olandan kültürel olana kadar her anlamda çalışmanın/emeğin kendini özgürleştirme (auto-emancipazione del lavoro) sürecidir. Buna ek olarak, bu sürecin kurumsal ve anayasal türden karşılığı olan biçimler kazanması gerektiği açıktır, bu nedenle cumhuriyetçi ve federal bir biçimin bu süreci yorumlamada merkezî ve otoriter bir monarşiden daha “yeterli” olduğu açıktır. Bu nedenle Gramsci, haklar ve kurumlar düzeyinde bir mücadele ihtiyacını göz ardı etmeyen, özsel ve dinamik karakterli bir demokrasi kavramına sahiptir.

Önemli olan bu iki planı bir arada tutmaktan asla vazgeçmemektir ve bu da ancak emeğin kendini özgürleştirmesini savunan siyasi partinin bürokratik bir yapıya dönüşmemesi ve dolayısıyla bir sonraki seçimlerde oy kazanma mücadelesinin ötesini görememe durumuna düşmemesiyle mümkündür. Aynı zamanda kaçınılmaz olarak oligarşik olan bu bürokratik sürüklenme, son kırk yılda, yani küreselleşmenin başlangıcından ve neoliberal ve neo-muhafazakâr gericilikten bu yana İtalya'da ve ayrıca Avrupa'da tanık olduğumuz şeydir. Belki de Gramsci, esas olanın, ulusal ve milliyetçi siyaset ve ekonomi biçimlerine geri dönüş hayaline düşmeden, bugün bizi küreselleşmeden çıkarabilecek mücadele biçimlerini ve siyasal kültürü belirleyebilmek olduğunu söylerdi.