Mevcut Türkiye Koşullarında Hakikati Söyleme Cesareti Üzerine

Okuyacağınız bu yazıyı kaleme almaya başladığımda yazmama ilham olan gelişmelerin üzerinden az bir zaman geçmişti fakat araya giren onca iş ve sorumluluk sebebiyle ancak tamamlanabildi. Neyse ki bu süreç yazının içeriğini genişletmeme vesile oldu çünkü başladığımda aklımda “post-truth”a (hakikatin önemsizleşmesi[1]) gönderme yapma fikri yoktu. Fakat hakikat ile alakalı bir yazı yazmaya niyetlenince komplo teorilerinin ve safsataların gündemi belirlediği, hakikatle ilişkimizin önemli bir değişimden geçtiği bu döneme değinmenin iyi bir fikir olacağını düşündüm.

Ahmet Şık geçtiğimiz haziran ayında kendisine yöneltilen tehdit ve iddialar karşısında yaptığı iki açıklamada da “hakikat” vurgusu yapınca bana hatırlattıkları ve çağrıştırdıkları üzerine bir tartışma yürütmek için bu yazıya başlamıştım, geçtiğimiz günlerde de sokak röportajı yaparak içerik üreten ve sosyal medya üzerinden paylaşan dört kişi gözaltına alınınca bugün, bu coğrafyada ve bu rejimde “hakikat anlatıcılığı” ile alakalı değerlendirme yapmanın elzem olduğuna emin oldum. Ahmek Şık, 10 Haziran 2021 tarihinde TwitLonger üzerinden yaptığı açıklamanın başlığını “Hakikat yalanlardan ve tehditlerden çok daha güçlüdür” olarak seçmişti, ardından 20 Haziran 2021’de başka bir açıklaması için de “Hakikat kendini kolay ele vermez” başlığını kullandı. Bu açıklamaların kimlere karşı ne sebeple olduklarına dair ayrıntılara değinmemeyi seçmemin nedeni birazdan anlatacağım üzere bu yazının Şık’ın ve röportajlarda yer alan “sokaktaki sesin” üstlendiği pozisyonun ve mevcut siyasi koşullardaki “söz etkinliği”[2] üzerinden çağrıştırdıklarına odaklanmak.

Parrhesia, yani söz etkinliği ya da “sözel ilişki etiği”, Foucault’nun 1983 sonbaharında Berkeley California Üniversitesi’nde verdiği dersleri ele alan ve Doğruyu Söylemek olarak çevrilip yayımlanan kitabında analizine giriştiği bir kavram. Foucault bu derslerde parrhesia kavramını antikçağa başvurarak Euripides’in eserlerinden başlatarak açıklamaya çalışıyor. Birazdan bu kitaptan yoğun olarak alıntıladığımda da görebileceğiniz gibi, bugün yaşamak zorunda bırakıldığımız belirsizlik ve korku rejiminin ağırlığı karşısında hakikati söyleyenin kendisiyle ve başkalarıyla kurduğu etik ilişkiyi Foucault’nun parrhesiastes tanımına başvurarak detaylandıracağım. İfade özgürlüğünün kısıtlandığı, özgürlükçü söylemin, farklı kesimlerden muhalif fikirlerin engellendiği günümüz Türkiye’si gibi giderek otoriterleşen ve baskıyı arttıran rejimlerde herkesin bildiği ifşalar bile “Ah işte! kral çıplak dedi” ya da “İşte gerçeği gösterdi” minvalinde kutsanır ve kutlanır oluyor. Bu noktada tam da Sedat Peker’in açıklamaları üzerinden yürütülen ahlâki tartışmaya işaret etmek isterim çünkü hem bazılarına hem de kendi iddiasına göre Peker “gerçekleri bir bir” açıklıyor, yani aslında o da kendine göre bir hakikat anlatıcısı rolünü üstleniyor denebilir ama antikçağ ahlâkına ve Foucault’nun parrhesia analizine göre bu o kadar da kolay değil çünkü yazarın kendisinin de açıkladığı gibi “etimolojik olarak, parrhesiazesthai -ki pan (her şey) ve rhema (söylenen) sözcülerinin birleşiminden oluşur- ‘her şeyi söylemek’ anlamına gelir. Parrhesia kullanan kişi, yani parrhesiastes, aklındaki her şeyi söyleyen kişidir: Hiçbir şeyi saklamaz, kalbini ve zihnini konuşma yoluyla başkalarına açar”.[3] Bu tanım kaçınılmaz olarak akıllara parrhesia kullanan kişinin “boşboğaz”lık yapıyor olduğu fikrini getirebilir ki kitapta da değinildiği üzere, niteliğine bakmadan kişinin zihnindeki her şeyi söyleme etkinliğinin örnekleri var olsa da Foucault’nun altını çizdiği gibi klasik metinlerde bu türden olumsuz ve aşağılayıcı anlam değil, parrhesia ve parrhesiazesthai, yani “hakikati söylemek” olumlu anlamda kullanılır. Bu yazıda da bu olumlu anlamın izinde özellikle Antik Yunan’daki parrhesiastes tutumu ile modern Descartesçı kanıt anlayışının sonucu olarak hakikati söylemek arasındaki farkı fırsat bilerek günümüz Türkiye’sinde “hakikat anlatıcısı” olmanın üzerine düşüneceğiz.

Yukarıda da belirttiğim gibi Foucault, parrhesiastes hakkında antik Yunan metinleri üzerinden çıkarımlar yapmıştır, bu analizinde çok önemli iki hususun altını çizmek gerekir. Birincisi parrhesiastesin dürüstlüğünün en önemli kanıtının cesareti olmasıdır. Güncel duruma uyarlarsak “gerçekleri korkmadan söyleyen kişi” olmak Antik Yunan’da parrhesiastes olmak demekti, Foucault’nun kendisinden alıntılayacak olursak “bir konuşmacının tehlikeli -çoğunluğun inandıklarından farklı- bir şey söylemesi, o kişinin parrhesiastes olduğunun güçlü bir işaretidir”.[4] Şimdi durup bu tanım üzerinden düşündüğümüzde çok hızlı bir çıkarım yaparak Ahmet Şık’ın şimdiye kadar birçok kez bu türden bir sözel etkinliğin öznesi olduğunu ya da sokak röportajları sırasında hükümetin yolsuzluklarından, haksızlıklarından ve ülkenin giderek yoksullaşan durumu hakkında konuşan vatandaşın da bir parrhesiastes olduğu sonucuna varabiliriz. Fakat bu o kadar da kolay değil çünkü bunu yaparsak Foucault’nun yaptığı analizin çok önemli bir detayını kaçırmış oluruz. Ona göre hakikat anlatıcısı olmanın antik Yunan’daki kapsamıyla modern, Descartesçı yaklaşımı arasında yadsınamaz bir fark vardır. Bu farkın günümüz Türkiye’sinde hakikatleri söyleme etkinliği açısından neye karşılık geldiğini aşağıda yorumlayacağım. Hakikati söylemek dendiğinde Foucault’nun kendisinin de sorduğu çok anlamlı bir soru bizim de aklımıza gelebilir; Parrhesiastes “Doğru olduğunu düşündüğü şeyi mi söyler yoksa gerçekten doğru olan şeyi mi?” Bu alıntının devamında da açıklandığı üzere hakikat anlatıcılığını üstlenen kişi söylediği şeyin doğru olduğunu bilerek hakikati söyler çünkü o şey gerçekten de doğru olandır. Bu bir hayli felsefik açıklamanın karşılığı şudur: Parrhesiastes doğru olduğunu bildiği şeyi söyler ve bunu bilmesi o şeyin gerçekten de doğru olmasından kaynaklanır, sonuç olarak da bu tutuma göre inanç ile hakikat arasında tam bir örtüşme vardır, der Foucault.[5] Tam bu noktada yazının en başında bahsettiğim “post-truth”, hakikatin önemsizleşmesi döneminden geçerken bir bilginin doğruluğunun ölçütü, hatta kanıtı olarak kişisel yargıların, inancın ve ideolojilerin kullanılması geliyor akla.

Bu tarz bir “hakikat” anlayışında Yunan parrhesia düşüncesinde olduğu gibi inanç ile hakikat arasındaki örtüşme zihinsel bir deneyimle oluşmuyor, parrhesia ile, yani sözel bir etkinlikle meydana geliyor. Bu özelliği ile Descartesçı anlamda zihinsel kanıta dayanması sebebiyle hakikati söylemek aslında parrhesia olmuyor. Bu yüzden de Foucault Parrhesiastes kavramının modern epistemolojik bir bağlama uymadığı konusunda uyarıyor ama elimde olmadan şu soru geliyor aklıma: Sokak röportajında ülkede her şeyin yolunda olduğunu, gül gibi geçinip gittiğini söyleyen vatandaş ile giderek derinleşen yoksulluğa, kısıtlanan özgürlüklere ve haksız yargılanmalara değinen vatandaş arasında kimin hakikat anlatıcısı olduğuna nasıl karar veririz? Elbette bu retorik soru üzerinden önerim antik Yunan kültürüne dayanan Parrhesiastes ile Descartesçı yaklaşımın sentezinin bize yanıt verecek olması, lakin bu coğrafyada, bugünkü politik, siyasal ve ekonomik koşullarda Türkiye vatandaşı olarak Parrhesiastes olmak modern Descartesçı anlayışla taçlanıyor diye düşünüyorum. Foucault’nun da aktardığı gibi Parrhesiastes hakikate sahip olma konusunda herhangi bir şüphe taşımaz. Halbuki Descartesçı yaklaşımda kanıt elde etmedikçe kişi inandığı şeyden şüphe duyar, bu da demek oluyor ki içinde yaşadığı ülke yönetiminin başarısızlıklarını, haksızlıklarını sokak röportajında söyleyen kişi de, 22 Kasım’da bütçe görüşmeleri sırasında Süleyman Soylu’ya hitaben konuşan Ahmet Şık da Parrhesiastes gibi doğru bildikleri şeyi şüphe duymadan söylüyorlar ve bunu açık seçik kanıtlarla destekleyeceklerini de bildikleri için yapıyorlar. Bunu yapabilmeleri bu sözsel etkinliğin en can alıcı kısmına işaret ediyor, Foucault bunu Parrhesiastes analizinin alt başlıklarından biri olan “tehlike” bölümünde açıklıyor. Bir kişi doğruyu söylemenin risk ve tehlike arz ettiği durumlarda parrhesia kullanıyor sayılıyor, bu noktada tek kelimesine dokunmadan alıntılamak gerekiyor:

Bir filozof bir hükümdara, bir tirana hitap etse ve ona tiranlığının rahatsız edici ve nahoş olduğunu, zira tiranlığın adaletle bağdaşmadığını söylerse, filozof hakikati söylemiş olur, hakikati söylediğine inanır, buna ilaveten bir de risk alır (çünkü tiran ona karşı öfkelenebilir, onu cezalandırabilir, onu sürgüne gönderebilir, onu öldürebilir).[6]

Yani özetle onu susturmaya çalışır. Bu açıklamanın antik Yunan’daki klasik metin okumalarına dayandığını bilsek de okuduğumuz an hepimizin zihninde beliren ortak fikrin zamanın Türkiye’sinin hakikati olduğu aşikâr. Bu bağlamda ister milletvekili olsun ister bağımsız medya araçlarını kullanarak, bu cesaretle ve risk alarak insanların hakikat anlatıcısı olmasının aracısı oldukları için gözaltına alınan muhabirler olsun, post-truth çağında doğru bilginin teyidi ve hakikatin duyurulması adına Türkiye siyasi tarihine çok önemli bir katkıda bulunuyorlar. Hakikati söylemenin risk değil, hak olduğu günlerin mümkün olduğuna dair umudumuzu güçlendiriyorlar.


[1] Post-truth, “hakikat sonrası” olarak çevrilse de ben Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti (2017) kitabında kullandığı bu kavramı tercih ettim.

[2] Foucault, M. (2014). Doğruyu Söylemek, çev. K. Eksen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[3] A.g.e, s. 10.

[4] A.g.e, s. 13.

[5] A.g.e, s. 12.

[6] A.g.e, s. 14.