6 Şubat Kahramanmaraş merkezli deprem felaketi sonrasında çok kişi iyi niyetle ve şaşkınlıkla sordu: Deprem olacağı bilindiği halde bu binalara nasıl izin verildi, hiç mi denetim yapılmadı, göz göre göre nasıl sessiz kalındı? Daha bir yıl önce sel felaketlerinde dere yataklarına kurulan ve ilk selde yıkılabileceğini içinde yaşayanlar da dahil herkesin bildiği binalara ilişkin de sorulmuştu benzeri sorular. Şimdi anlıyoruz ki, inşaat ilminin yüz yıllardır bilinen birkaç temel ilkesine uyulmuş olsa, bu felaketler rahatlıkla önlenebilir, binlerce kişinin ölümünün önüne geçilebilirdi. Toplum, acısını hafifletebilmek adına suçlu arıyor ve suçlar zincirinin en görünür halkası olan müteahhitlere ve yöneticilere yöneltiyor öfkesini. Ancak sorunlar, birkaç kişinin cezalandırılması ile çözülebilecek türde basit “teknik” sorunlar değil. Burada daha temel soruları gündeme getirmek ve bu denli büyük bir acının ardından farklı bir gelecek kurabilmek için bu soruları enine boyuna tartışmak gerekiyor.
Sorun “teknik” bir sorun değil, hiçbir zaman da olmadı. Kentleri sadece çirkinleştirmekle kalmayan, birer ölüm tuzağına dönüştüren sorunların kaynağını Türkiye’nin kentleşme sürecinin ilk dönemlerinde yaptığı tercihlerde ve bu tercihler üzerine kurulan ittifakların bugün almış olduğu biçimde aramamız gerekiyor. Sorun, kentleşmenin yarattığı devasa sorunların üstesinden gelebilmek için Türkiye’nin bulduğu ve o koşullarda işe yarayan son derece basit çözümlerin ve bu çözümler üzerine kurulan güç birliklerinin, değişen koşulların etkisi ile yağma/talan işbirliğine dönüşmüş olmasında yatıyor. Bu ittifaklar sayesinde yerleşen kolay kazanç/ gasp kültürünün toplumun kılcal damarlarına işlemiş olması ve nihayet 2000’li yılların özel koşullarında bu zihniyeti ince ince işleyen AKP’nin yerleştirdiği dinamikler, deprem sonrasında görünür hale gelen tüm teknik sorunları anlamsız kılan bir güç birliği oluşturdu. İşte bu güç birliğinin kurduğu ilişkiler ağı, birbirine benzeyen kalitesiz kentler yaratmakla kalmadı, 2000’lerin kentleri yağmalanacak bir kazanç kapısı olarak gören birikim modelinin ve sınıf ittifaklarının temel taşlarından birini de oluşturdu. Bir dönemin “masum” ilişki ağları, yeni aktörlerin katılımı ile bambaşka bir niteliğe büründü ve bu süreci yönetebilecek tek aktör olan devlet, ‘80’li yıllarda ortaya çıkan sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirecek müdahalelerde bulundu ve böylece de bugünkü akıl dışı duruma zemin hazırladı.
Bu öykü, küçük toprak mülkiyetinin hakim olduğu ve yeterli sermaye birikimi olmayan bir ülkenin kentleşme adını verdiğimiz muazzam dönüşüm sürecinin sorunları ile baş edebilmek için geliştirdiği ve birçok açıdan “dahice” diyebileceğimiz çözümlerin zaman içinde tıkanarak dönüşmesinin, daha sonra kirli bir siyasetin ve bambaşka sınıfsal ittifakların bir aracı haline gelmesinin öyküsü. Bu, üzerinde çok yazılmış, sadece ana hatları ile değil neredeyse tüm detayları ile bildiğimiz bir öykü. Dahası, tıpkı depremin gelmekte olduğunu haykıran bilim insanları gibi birçok kişinin de önceden uyarılarda bulunduğu bir öykü. Hızlıca öykünün başladığı 1960’lara bakmamız gerek, asıl büyük dönüşümün (ve yıkımın) yaşandığı 2000’leri anlayabilmemiz için.
2000’den önce
Türkiye köyden kente kitlesel göç olgusu ile 1950’lerde tanıştı. Kentleşme, sadece nüfusun yer değiştirmesi ile kısıtlı olmayan büyük çaplı bir dönüşüm süreci. Ülkenin iktisadi, toplumsal, siyasi yapısını altüst eden, yenilerinin kurulmasını gerektiren zorlu bir süreç. Bu zorlu sürece girdiğinde yeterli sermaye birikimi olmayan ve yetişmiş işgücü kısıtlı olan Türkiye, kentleşme sürecinin finansmanı için toplumun kendiliğinden geliştirdiği iki çözüme dayandı, büyük ölçüde başka seçeneği olmadığından: Hızla büyüyen kentli orta sınıfların konut sorununa yönelik yapsatçılık ve kente göçen, çoğunluğu yoksul kesimin ihtiyacına yönelik gecekondu.
Yapsatçılık, küçük imar parselleri üzerinde müteahhitin asgari kaynaklarla, makul kalitede bir konut üretmesini sağlayan bir sistem olarak ortaya çıktı. Yapımcının kat karşılığı inşaat sayesinde arsa sorununu çözdüğü, nakte ihtiyacı olduğunda ise tamamlanmamış daireleri satarak finanse ettiği bir yapım süreci yapsatçılığın en belirgin özelliği oldu. Aynı zamanda kente göçen niteliksiz iş gücüne bir sığınak sağlayan, süreçte yer alan tüm aktörlere kısa dönemli yararlar sağlayan bir işbirliği sistemi olageldi. Neredeyse sıfır nakit sermaye ile yürütülen bu sistem olgunluk çağına kat mülkiyetinin yasallaştığı 1960’larda ulaştı. Kente göçen yoksul kitleye yönelik gecekondu ise, kent çeperinde bol miktarda bulunan hazine arazilerinin işgal edilerek, müstakbel kullanıcılar tarafından çoğu kez imece usulu ile üretilmesine dayanan bir sistem oldu. İşgalci- yapımcı- kullanıcı özdeşliği sayesinde ilk kuşak gecekondular tümüyle kente göçen kitlenin barınma ihtiyacına yönelik, meta niteliği taşımayan ürünlerdi. Bu özdeşlik aynı zamanda kullanıcılara, apartmanlarda yaşayan orta sınıfın elde edemediği bir özgürlük tanıyor, konutlar zamanla hanenin ihtiyaçlarına göre genişletilebiliyordu.
Her ikisi de mevcut sermayenin konut üretimine ilgi duymadığı ve daha önemlisi gücünü toprak sahipliğinden alan bir sınıfın olmadığı, özellikle kentsel alanlarda toprak mülkiyetinin parçalı olduğu bir ortama son derece uygun çözümlerdi. Toplumun kendi içinden bulduğu bu basit -biraz abartayım “dahice”- çözümler, orta sınıfın ve yoksul kesimlerin kentte tutunmasının ve zaman içinde zenginleşmesinin önünü açtı. İçinde yer alan aktörlere kısa ve orta vadede yarar sağlayan gönüllü bir birliktelik olması anlamında her ikisini de ittifak olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bu ittifakları kalıcı kılan, çıkarları ve beklentileri birbirinden farklı olan, farklı güdülerle kentsel arsa piyasasına giren gruplara maddi refah sağlaması ve bunu sürdürebilmesi becerisidir. Ayrıca hem yerel hem de merkezi yönetim eliyle devleti de bu ittifakların çoğu kez sessiz bir ortağı olarak da görmek mümkündür. İlk aşamalarda hazine arazilerinin işgal edilmesine sessiz kalan ve daha sonra da gecekondu alanlarına temel kentsel hizmetleri götüren devlet, bu ittifaklar sayesinde kentleşme sürecinin en zorlu aşamasını büyük ölçüde sorunsuz halledebilmiştir. Başka türlü harekete geçirilmesi mümkün olmayan kaynakları harekete geçiren bu iki ittifak, iç piyasa üzerinden bütünleşmeyi öngören ’80 öncesi Türkiye’nin kalkınma modelinde ve sınıfsal denklemlerinde önemli bir rol oynamıştır. 1980 öncesi sınıf ittifaklarının bir öğesi artan reel ücretler ise, ikincisi de kentsel rantların yapsat ve gecekondu üzerinden geniş toplum kesimlerine dağıtılması olmuştur. Zaten Türkiye’nin kentleşme tarihi, ilk dönemlerde kurulan geniş tabanlı ittifakların toplumsal tabanının daratılması, artan getirilerin ise daha az sayıda grup arasında paylaşılması sürecidir.
Ancak neresinden bakarsanız bakın gecekondu, eninde sonunda bir gasp eylemidir. Toplumun tümüne ait olan ve böyle değerlendirilmesi gereken bir değere -toprağa- belli bir grubun el koymasına göz yumulması demektir. Ama ilk dönem gecekondularının olgun dönemi diyebileceğimiz 60’lı ve 70’li yıllarda toplum ve devlet katında böyle görülmediğini, meşru bir eylem olarak görüldüğünü vurgulayalım. Bunun temel nedeni elbette ki, gecekonduların satılmak üzere değil de kullanılmak üzere üretiliyor olmasıdır. Toplum gözünde meşru görülmesi ayrıca siyasetin gecekonduya artan oranlarda müdahalede bulunmasına da zemin hazırladı. Bunun en net yansıması da imar afları yoluyla gecekondu alanlarına yasal statü sağlanması oldu.
Ancak ne olursa olsun, topluma ait bir kaynağın toplumca meşru görülen bir amaç için bile olsa gasp edilmesi, kendine ait olmayan bir değer üzerinden kolay kazanç elde etmenin zihinsel dünyasını açtığını, ileride bol bol örneğini göreceğimiz yağma kültürünün kapısını araladığını söylemek abartı olmaz. İlk dönem gecekondulaşma sürecinin üzerine kurulu olduğu hassas dengeler, gecekondunun “masum” bir eylem olmasına, değişim değil de kullanım için üretiliyor olması koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı.
1970’lerin özellikle ikinci yarısından itibaren her iki ittifakın da koşulları değişmeye, kurulu dengeleri sarsılmaya başladı. İmarlı arsa stokunun kısıtlı olması nedeniyle arsa sahiplerinin giderek daha fazla pay istemesi sonucunda hem yapsat eliyle üretilen dairelerin fiyatları arttı hem de imar haklarının artmasına yönelik baskılar oluştu. Çoğu kez olumlu karşılık bulan bu baskılar sonucunda, ilk dönemlerin makul sayılabilecek kentsel çevrelerinde yoğunluk arttı ve çevre kalitesi hızla düştü. Gecekonduda ise bozulmayı yaratan kısaca ticarileşme adını verebileceğimiz bir süreç oldu. İlk önce inşaatın belli aşamalarında ücretli emek kullanılması, hazine arazilerini önceden işgal eden bazı grupların parselleyip satması sonucunda işgalin arsa elde etmenin tek yolu olmaktan çıkması (“hisseli tapu”), gecekondu bölgelerinde birden fazla konuta sahip kişilerin yaygınlaşması (“gecekondu ağaları”) ve sonuçta kiracılığın yaygınlaşması, bu sürecin ilk görülen unsurları oldu. 1960’ların “masum” gecekondularını tanımlayan konut sahibi-kullanıcı özdeşliği giderek ortadan kalktı ve gecekondular artan oranda alınıp satılan metalara dönüştü. İşte kentlerde asıl yağma kültürünü önü alınmaz hale getiren bu değişimler ve ardından gelen müdahaleler oldu.
1980’ler Türkiye’nin farklı bir büyüme modeline geçtiği yıllar oldu. Yeni model, çalışan sınıflarla kurulan mutabakatın yıkılarak siyasi denklemlerden dışlanmasına ve önceki dönemin tersine dışa açılmak adına reel ücretlerinin azaltılmasına dayanıyordu. İç piyasa etrafında bütünleşmeye dayalı önceki modelin kentlerdeki temel dayanağı olan yapsatçılık ve gecekondunun da tıkanması ve vaadlerini gerçekleştiremeyeceği bir noktaya gelmiş olması, ‘80’lerin en belirgin özellikleri arasında sayılabilir. Bu tıkanmayı aşan, yakın dönem Türkiye tarihinin belki de en “vizyoner” (!) siyasetçisi olan Özal oldu. Özal dönemimde çıkartılan 1984 tarihli 2981 sayılı af yasası, her anlamda bir “devrim” niteliğindedir. Önceki yasalar kaçak yapıların bağışlanarak hukuk dışı alanlar olmaktan çıkarılması ile kısıtlı iken, bu yasa yasallaştırma ile yetinmeyip mevcut kaçak konutların hazırlanacak islah imar planlarında öngörülen modele göre dönüşümüne zemin hazırladı. Özal’ın “binaları kanunlara değil, kanunları binalara uydurmak gerek” diyerek savunduğu model çok basitti: Gecekondulara bulundukları parsel üzerinde 4, bazı durumlarda 5 kata kadar yapılaşma izini veren bu yasa, gecekondunun yaşadığı değişimler nedeniyle aralanmış olan “cehennemin kapılarını” sonuna dek açtı. Hedef, gecekonduların, herhangi bir teşvik ve izne gerek kalmadan, diğer bir deyişle devlet açısından en az sorun yaratacak yolla, mevcut parseller üzerinde çok katlı yapılara dönüşebilmesini sağlamaktı. İmar afları ile tek katlı kaçak yapılardan çok katlılara dönüşüm sağlandı, daha önceleri istisna olan çok katlı kaçak yapılaşma kural haline geldi. Bu sayede 1970’li yılların sonlarına doğru tıkanma eğilimine girmiş bulunan yapsatçılık ile gecekondunun buluşması sağlandı ve kentler üzerinde kusursuz bir yağma kültürünün önü açıldı.
1980’ler ve ‘90’larda gecekonduların apartmanlaşması furyası sayesinde Özal’ın istediklerini elde ettiği söylenebilir. İş gücü piyasasında yoksullaşma tehdidi altındaki toplumsal gruplar, bu kayıplarını bir ölçüde de olsa emlak piyasasındaki kazanımları ile telafi ettiler. Bu açıdan bakıldığında kentleşme sürecinin ilk aşamalarında kurulan büyüme koalisyonlarının biçim değiştirerek devam ettiği söylenebilir. Ancak bu, önceki döneme göre toplumsal tabanı büyük ölçüde daralmış ve getirilerin çok eşitsiz bir şekilde dağıldığı bir güç birliğidir. Özal affı ile gelen ıslah imar planları sayesinde gecekondu alanları hızla dönüştü. Gecekondu alanlarındaki apartmanlaşma, kent dokusundaki ayrışmayı ve gecekondu alanlarınin kendi içinde farklılaşmasını hızlandırdı. Kent merkezine yakın ya da başka bir nedenden dolayı değer kazanmış olanlar hızla dönüşür ve sahipleri zenginleşirken, diğerleri kaderine terk edildi. Bu apartmanlaşma kentin belli bir yöne değil, her yönde büyümesi yönünde de muazam baskı yarattı. Bu dönüşümün büyük ölçüde yapsatçılar tarafından yani küçük sermaye eliyle üstlenildiğini bir kez daha vurgulamak gerek.
Kent toprakları üzerindeki iştah açıcı imar rantlarına göz diken büyük sermaye grupları, apartmanlaşma dolayısıyla daha da ufalanmış olan toprak mülkiyetinin yarattığı sorunları aşamadığı için, büyük toprak parçaları elde edebildiği kent çeperinde orta üst ve üst gelir gruplarına yönelik projeler ile kazanç sağlama yolunu seçti. Bu döneme dair söylenmesi gereken en önemli şey, kentleşmenin ilk aşamalarında kendi kaynağını kendi yaratan ve geniş toplum kesimlerinin denklemlere dahil edilmesini garanti altına alan yapsatçılık ve gecekondunun artık bambaşka amaçlara hizmet ediyor oluşudur. Gecekondu masum bir barınma meselesi olmaktan çıkıp, hem kentte oluşan rantlara el koymanın hem de bu rantları arttırmanın bir aracı haline geldi. Barınma sorununa bir çözüm olabildiği ölçüde toplum katında meşruiyeti olan gecekondu, giderek kenti yağmalamanın aracı haline geldi. Kendi çıkarı peşinde koşan grupların yarattığı baskı ve elde edilen yüksek getiriler, kent yoksullarının içinde zenginleşen gruplar yarattı. Apartmanlaşan gecekondu kentte kolay kazanç kapısının, ilk kuşak gecekonducuların el koydukları bir kaynağın neredeyse hiç çabalamadan değerlenmesi sonucunda büyük kazançlar elde edebildiği bir araç haline geldi. Hazine arazilerine zamanında bir ev yapmış olmakla elde edilen kazançların büyüklüğü ve kolaylığı, bir yandan da Özal döneminin en belirgin özelliklerinden olan hazıra konma, başkasının hakkını gasp etme kültürüne ciddi katkılarda bulundu. Kolay arsa rantlarından beslenen mafyalaşma/ cemaatleşme olgusu, yerel ve ulusal siyaset ağlarına eklemlenerek hem toplum içindeki ayrışmaları destekledi hem de ne pahasına olursa olsun, kendisi bir bedel ödemeden ama topluma büyük bir bedel ödeterek kazanım elde etme hakkını kendinde gören bir kültürü besledi. Herkesin kuralları ihlal etme hakkını kendisine ve cemaatine tanıdığı, sadece kendisi ve cemaati için hak arayışına girdiği ve siyasete sızdığı bir kültür yarattı. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir yasa, yönetmelik dinlemeyen, mevzuatın boşluklarını arayan ve çoğu kez de bulan bir kültür bu. 2000’lerde daha belirgin bir şekilde izlediğimiz kamusal alanın parçalanmasını olgusunun ilk izlerini burada bulabileceğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca, kentsel rantların kentte tutunma aracı olmaktan çıkıp kolay kazanç kapısı olarak görülmesinin, toplumda genel bir yozlaşmaya öncülük ettiğini, hatta giderek 2000’lerde örneklerini gördüğümüz anayasayı ihlal etme hakkını kendinde gören bir anlayışı beslediğini de söyleyebiliriz.
2000’ler- Bir cinnet hali
Ben de dahil Türkiye kentleşmesi üzerine bir şeyler yazıp çizen hiç kimse, 2000 sonrasında yaşananlara hazırlıklı değildi. Özal ile başlayan dönüşüm, kentler üzerinde etkileri bugün bile süren kalıcı izler bıraktı ve yağma kültürünün büyümesine katkıda bulundu. Ama 2000’lerde yaşananlar ‘80’ler ‘90’larda yaşananları bile masum gösterecek bir hız ve çeşitliliğe ulaştı. Evet Özal affı eski gecekondu sahiplerine hayal bile edemeyecekleri getiriler sağladı, yağma kültürünün yerleşmesine katkıda bulundu. Ama ne olursa olsun elde edilen getiriler kısıtlı idi, hele hele 2000 sonrasında göreceklerimize kıyasla- zira söz konusu olan tek tek parseller üzerinde bir yapılaşma idi. Eski Türkiye’nin yağması da küçüktü 2000’lerin Türkiyesi ile karşılaştırıldığında.
2002’de iktidara geldiğinde AKP, öncelikle 20 küsur yılda bir daha bulamadığı olumlu küresel koşulları hazır buldu ve iktidarının ilk 5 yılında bu koşulların keyfini alabildiğine çıkardı; bu ayrıca AKP’nin toplum ile iktidarının sonraki dönemi ile kıyaslandığında daha yumuşak ilişkiler kurduğu bir dönem oldu. AKP, 1999 depreminin de etkisiyle kentsel alanlarda değişime hazır bir toplum buldu. Böylelikle de sonraki dönemlere damgasını vuracak adımları atacak cesareti buldu ve bu adımlara toplumun rıza göstermesi konusunda ciddi bir zorlukla karşılaşmadı. Ayrıca AKP, imar yetkilerini merkezi yönetimden devralmış belediyelerin elinde hükmünü büyük ölçüde yitirmiş planlama kurumunu, yapı denetiminin keyfîliğini ve daha da çirkinleşmeye hazır kolay kazanma kültürünü miras aldı. Çoğu belediye kadrolarından gelen AKP yöneticileri, hem kentsel rantların yeniden dağıtımının siyasetteki öneminin hem de kentlerdeki sorunların neler olduğunun farkındaydı ilk günden itibaren.
Özal’ın “devrimci” girişimlerine rağmen kentsel alanlarda büyük çaplı bir yeniden yapılanmayı gerçekleştirmenin önündeki en büyük engel, küçük toprak mülkiyeti idi. Aflar yoluyla daha da küçülen kentsel toprak mülkiyeti, kent rantlarına göz diken ve kentlerde büyük çaplı projelere artık hazır olan büyük sermaye gruplarının önündeki neredeyse tek engel idi. En özet anlatımla 2000’li yıllarda AKP’nin yaptığı, parçalı toprak mülkiyetinin yarattığı engelleri ortadan kaldırarak büyük sermayenin kentsel rantlardan pay almasını sağlayacak koşulların yaratılmasıdır. Deprem bahane edilerek topluma sihirli bir çözüm gibi sunulan kentsel dönüşüm, özellikle kentin değerli bölgelerindeki birinci kuşak gecekonduların ve gecekondudan dönüşmüş apartmanların tasfiye edilmesi, oralarda yaşayanların kent dışına sürülmesi girişiminden başka bir şey değildir.
Yapılmış çok sayıda çalışma sayesinde neredeyse tüm ayrıntılarını bildiğimiz bu süreç, Türkiye kentleşmesini yarım yüzyıla yakın bir süre yönlendirmiş denklemlerin yeniden yazılması ve bu süreçte etkin olmuş ittifak ortaklıklarının yeniden tanımlanmasıdır. Şu ya da bu şekilde 2000’lere dek kentsel ittifakların bir aktörü olagelmiş kent yoksulları, artık denklem dışıdır. Önceki dönemlerde kendi başının çaresine bakabilen ve bazen devletin görmezden gelmesi, bazen de aktif desteği sayesinde emlak piyasasında kendine bir yer bulabilmiş ve rantlardan bir şekilde pay alabilmiş kent yoksulları, büyük sermaye gruplarının hakim olduğu bu yeni koalisyonun bir üyesi değildir. Bu anlamda, 2000’lerin kentsel gelişim süreci önceki dönemlerde önemli kazanımlar elde etmiş alt gelir gruplarının kentin çeperine sürülmesi sürecidir.
Kendinden önceki yapı stoğunun kalitesizliğini ve deprem riskini gerekçe göstererek hazırlanan yasalar (özellikle afet ve kentsel dönüşüm yasaları) ile AKP, kentlerde büyük çaplı dönüşümün altyapısı hazırlandı. Bu yasalarda en temel mülkiyet haklarını bile yok sayan hükümler, AKP’ye küçük mülkiyetin yarattığı sorunları çözme imkânı verdi. Kentsel dönüşüm yasasının gerçekten de deprem riskini azaltmak üzere yürütüldüğü örnek sayısı çok azdır- bu yasa, kent içinde değeri yüksek bölgelerde yaşayanları tasfiye etmek üzere kullanıldı. Aynı şekilde afet yasası da afet riski yüksek olan -İstanbul üzerinden konuşursak- Avcılar, Zeytinburnu gibi bölgelerde değil de Çubuklu, Armutlu gibi getirisi yüksek yerlerde uygulamaya kondu. Bu konuda çoğu kamuoyuna yansımış onlarca örnek var. Ayrıca özelleştirilen kurumların kent içindeki arsaları da AVM, prestijli konut alanları, iş merkezleri gibi büyük (pardon, “mega”) projelere tahsis edildi. Burada ilgili yasaların geniş bir alana değil de, tek başına afet bölgesi ilan edilen tek tek parseller üzerinde uygulanmasına dair çok sayıda örnek vardır. Sadece bu da değil, kamu ihale yasasından, imar mevzuatına, koruma kurullarının nasıl oluşturulacağından ÇED yönetmeliğine kadar el değmedik mevzuat kalmadı AKP döneminde. Yine bu dönemde olağanüstü yetkilerle donatılan TOKİ, hem konut hem de arsa piyasasının en temel aktörü haline geldi.
Bunun yanı sıra, planlama kurumuna neredeyse tümüyle son verildi. Özal döneminde belediyelere devredilmiş olan imar planları yapma yetkisi, büyük ölçüde merkezileştirildi. Ayrıca TOKİ de dahil olmak üzere çok sayıda kuruma kendilerine tahsis edilen alanlarda plan yapma yetkisi verildi. Böylece AKP proje geliştirmek istediği bir alanı, işine gelen bir devlet kurumuna tahsis ederek belediye de dahil başka hiçbir kurumun söz hakkının olmadığı “girilmez bölgeler” kurdu ve buralara özel imar hakları verdi. 2000’lerde planlama kurumunu devreden çıkaran bir diğer yöntem de kentin her yöne yayılmasının bilerek teşvik edilmesidir (“kentsel saçılma”). Bugün örneğin Ankara’da mevcut nüfusun en az 2-3 katına yetecek ölçüde imarlı arsa mevcuttur. Bu sayede birkaç şey aynı anda başarıldı: Kentin belli bir yöne gelişiminin teşvik edilmesi halinde zarar görecek arsa sahipleri korunmuş oldu, hem de kent arsalarının neredeyse tümünün spekülasyona konu olması sağlanmış oldu. Bugün Türkiye kentleri belediyeler eliyle dağıtılan özel imar hakları nedeniyle dileyenin, dilediğini dilediği yerde yapabileceği alanlara dönüşmüş durumdadır. Belediyelerin bu konudaki rolleri ve maharetlerini ne denli vurgulasak ve elbette ki bu işlerin piri olarak Melih Gökçek’i ne kadar ansak azdır.
Burada büyük kentler ile küçük ve orta büyüklükteki kentler arasındaki farklara da dikkat çekmek gerek. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde Türkiye’nin daha önce örneğini görmediği türde büyük projeler gerçekleştirilirken, orta boy ve küçük kentlerde nispeten daha küçük projelere girişildi ve bunlar büyük ölçüde yerel sermaye tarafından üstlenildi. Böylelikle ulusal düzeyde büyük sermayenin palazlanması sağlanırken, küçük kentlerde de yerel sermayenin boy gösterebileceği bir alan açılmış oldu. 2000’ler Türkiye’sinde kentsel arsa rantları öylesine büyük ve kolay bir kazanç kapısı sundu ki, büyük sermaye gruplarının hemen hepsi bu kârlı alana girdi, zira başka bir alanda yapılacak yatırımın getirisinden çok daha fazlasını ciddi bir risk olmadan buradan elde etmek mümkündü. Kentlere dair bu söylenenlere örneklerini bildiğimiz kamu ihalelerini, HES projelerini, turizm tahsislerini, otoyol, köprü inşaatlarını vb eklerseniz, AKP döneminde ne kadar büyük bir kaynağın kontrol edildiğini ve inşaatlar üzerinden dağıtıldığını anlayabiliriz. Bu anlamda AKP dönemi tam bir inşaat çılgınlığı dönemidir. 2000’li yıllarda AKP öncülüğünde kentsel rantların yaratılması ve el konması üzerine oluşturulan bu güç birliği, getirilerinin eskiye göre çok daha yüksek olduğu ve kimin dahil olabileceğinin devlet tarafından sıkı sıkıya denetlendiği bir ittifaktır- kelimenin tam anlamıyla devlet eliyle zenginleşme sürecidir.
6 Şubat depremleri sonrasında AKP ve taraftarlarınca dile getirilen depremin siyaset üstü kalması gerektiği söylemi, 2000’lerin inşaat çılgınlığı için büyük ölçüde geçerli olmuştur. Ana akım siyaset içinde yer alan partiler, birkaç cılız örnek dışında bu talana sessiz kalmış, yükselen az sayıda itiraz ise bu yağmadan kendilerine de pay verilmediğine yönelik olmuştur. Belediye meclis üyeleri arasında açık ara en çok temsil edilen meslek grubunun müteahhitler olması elbette ki raslantı olamaz. İnşaat temelli bu büyüme uğraşına tek ciddi ve kalıcı karşı çıkış, meslek odaları ve STK’lardan geldi. Ve onlar da bu karşı çıkışın bedelini, kendilerine yönelen ağır bir baskı ile ödemek durumunda kaldılar. Ancak bu büyüme tarzına en sert çıkış, 2013 yılında Gezi direnişi ile geldi- sadece bu zihniyete değil bu anlayışın dayattığı kent anlayışına direnen ve yeni bir kentin mümkün olabileceğini gösteren bir karşı çıkış idi bu.
2000’lerde kent üzerinden kolay kazanç elde etmek üzerine kurulan bu güç birliği, tam bir büyüme koalisyonudur- büyümek zorunda olan, büyümezse yok olması kaçınılmaz olan bir koalisyon. Deprem olacağı bilindiği halde 2000’de 10 milyon olan İstanbul’un nüfusunun 16 milyona dayanmasının, bununla da yetinmeyip Kanal projesi ile daha da nüfus yığmaya çalışmanın başka bir açıklaması olabilir mi? Ve unutmayın İstanbul sadece İstanbul’dan ibaret değil- doğuda Sakarya’dan batıda Tekirdağ’a, güneyde Bursa’ya dek uzanan devasa bir sistem. Bu sistemde yer alan yerleşimler, en hızlı büyüyen yerleşimler ve istisnasız tümü deprem kuşağında. Bu denli büyük bir nüfusun bu kadar küçük bir alana yığmanın “teknik” ilkelerle açıklanabilecek hiçbir yanı yok. Sadece bu da değil ki- Son 20 yıldır Türkiye nüfusunun, kıyı bölgelerine akmakta oluşu da bu kolay büyüme stratejisinin bir sonucu. Büyümek, her ne pahasına olursa olsun büyümek, bu güç birliği için olmazsa olmaz önemde. Hızlı büyümeyen kentlerde, büyüyormuş gibi görünmek, kentin gelişimini yönlendirmemek, nüfusun kat kat üstünde arsa stokunu hazırda tutmak bu stratejinin öğeleri arasında. Bunların yetmediği durumlarda yabancılara satış yapmak, emlak satışı üzerinden vatandaşlık vermek, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından bile konut fiyatlarının artışı yönünde fırsat çıkarmak, ne pahasına olursa olsun büyümek zorunda olan bu koalisyonun sonuçları arasında. İmar afları, bu ittifakların sürmesi için gerekli etmenlerden sadece biri. Bu gözü karalık, bu kolay kazanma kültürü önünde, hepimizin deprem sonrasında şikayet ettiği mevzuat hükümlerinin, yapı denetim ilkelerinin durması elbette ki imkânsız. Evet birkaç başarılı öykü var örnek gösterebileceğimiz, ama hepsi bireysel kahramanlık öyküsü- 6 Şubat’ta Hatay, Erzin’in her tür baskıya direnen belediye başkanı, ya da 17 Ağustos’da Tavşancıl yerleşiminin öyküsü. Yine çok sayıda örnekte olduğu gibi burada da yaşadığımız öykü, toplumsal bir soruna bireysel çözüm aramak zorunda kalışımız ve bu olmayınca azar yiyişimizin öyküsü.
Özellikle 2008 krizinden sonra Türkiye’nin büyümesinin iki temel kaynağı var- ucuz ve giderek daha da ucuzlayan emeğin artan sömürüsü ve kent rantları üzerinden büyümek, daha doğrusu gerçekte olmayan bir değer üzerinden büyüyormuş gibi görünmek. Tıpkı depremin birçok yerde deniz üzerinde yapılmış dolgu alanlarını geri alması gibi bunun da sürekli olması imkânsız. Ama hakkını verelim bu son derece kolay, ucuz ve hızlı bir büyüme stratejisi. Üstelik alternatif büyüme senaryolarına göre daha risksiz, daha garantili. Sürece kimlerin dahil olacağını denetleyebildiğin ölçüde gelir dağılımını da değiştirebilmenin mümkün olduğu, basit bir büyüme stratejisi: Toplumsal tabanı iyice daraltılmış, kazanımları yapay yollarla şişirilmiş bir büyüme koalisyonu sayesinde büyümek, daha doğrusu büyüyormuş gibi görünmek. İşte 6 Subat depremi sonrasında yaşadıklarımız bu ucuz büyümenin kaçınılmaz bir sonucu.
Başka bir kent mümkün mü?
Konut ve konutun üzerine kurulu olduğu arsa elbette ki piyasada alınıp satılabilen, üreticisine/ satıcısına bir kazanç getirmesi beklenen bir metadır. Ancak bir dizi öğe onu diğer metalardan ayırır. Bir yandan da temel bir ihtiyaç olan konut ve barınma, anayasada tanınmış ve güvence altına alınmış bir insan hakkıdır. Bundan dolayı konut ve arsa politikaları konutun hem meta hem de temel bir hak olduğunu dikkate alacak şekilde tasarlanmalıdır. Konutun ihtiyaç özelliği öne çıkarılır ve sadece vatandaşlık hakkı olarak gören katı politikalar izlenirse, bu kez kâr güdüsüyle konut üretecek müteahhitler ve ellerindeki arsaları üzerinde konut yapılmak üzere bu müteahhitlerle sözleşme yapacak arsa sahipleri bulmak mümkün olmayacak, bu durumda devletin piyasaya çok sert müdahalelerde bulunması gerekecektir. Ya da diğer uca gidip, konutu sadece bir meta olarak görür ve vatandaşlık hakkı olduğunu unutup üretimi tümüyle piyasaya bırakırsanız bu kez de, asıl ihtiyaç sahiplerinin konuta erişemediği bir piyasa yaratmış olursunuz. Bundan dolayı konut politikalarını belirlerken devlet, bu ikisi arasında dengeyi gözetecek şekilde piyasaya müdahale etmek durumundadır. Bu müdahaleler, üretim sürecinin denetlenmesi, imar rantlarının vergilendirilmesi, kira düzenlemeleri ve kiralık konut arzını sağlamak üzere sosyal konut üretimine yönelmek şeklinde olabilir; bunların tümü konutun bir spekülasyon aracı olmasını önlemeye yöneliktir. Çoğu Avrupa ülkesinde izlenen yol da budur. Türkiye’de devletin konut üretimine müdahalesinin bırakın bu dengeyi kurmak, tam tersine konut yapımcılarının ve arsa sahiplerinin kazançlarını en çoğa çıkarmak şeklinde olduğunu söylemeye gerek bile yok sanırım. 2000’ler boyunca Türkiye çoğu Avrupa ülkesinin üzerinde konut üretimi gerçekleştirdi. Ama bu konutu bir barınma hakkı anayasal bir hak olarak gören bir üretim değil. Tersine konut üzerinden devlet denetiminde ve güvencesinde kâr ve rant elde eden, nüfusun büyük çoğunluğunu dışarıda bırakan bir sistem. Sağlıklı bir konut piyasasında mevcut konutların %4-5 kadarının boş olması makul, hatta gerekli karşılanırken, bugün Türkiye’de çoğu yerde konutların %10-15’inin bilerek boş tutulması da bunun kanıtı.
Türkiye en başından bu yana bilerek, isteyerek kent toprakları üzerinde oluşan (çoğu durumda yapay olarak yaratılan ve şişirilen) rantı, vergilendirmeme yolunu seçti. Yapay olarak yaratılan bu rantın toplumda nasıl paylaşıldığı, en temel paylaşım sorunlarından biri olageldi. İlk başlarda bu rantın geniş toplum kesimlerine dağıtılması ile finanse edildi kentleşme süreci. Ancak daha sonra devletin kendisi, giderek büyüyen ve büyümesine de katkıda bulunduğu bu rantı daha dar bir kesime paylaştırmayı tercih etti. Ve AKP tarafından seçilmiş küçük bir grubun büyük kazanımlar elde ettiği bu yağma kültürünün bizi getirdiği nokta ortada.
Şimdi hepimizin sorması gereken- gerçekten de başka bir kent mümkün mü? Bu yağma sonucunda öylesine çirkin ve birbirine benzeyen bir kent dokusu kuruldu ki, yeni bir kenti bugünden yarına değil gerçekleştirebilmek, tasavvur edebilmek bile kolay değil. Bunun ilk adımı elbette ki konutu sadece bir yatırım aracı olarak gören zihniyeti acilen terk etmek ve gerektiğinde konut mülkiyetine kısıtlamalar da koyarak konutun barınma hakkı olduğunu gözeten bir zihniyete geçmek. Bu da elbette 2000 sonrasında inşaata ve ucuz emeğe dayalı kalkınma stratejisinin terk etmek, daha kapsayıcı, kalıcı bir stratejiye geçmek demek. Bunun için “bana bir yıl verin çözeyim” diyen zihniyetten kurtulmamız gerek acilen.
Unutmayalım Türkiye bu açgözlü büyüme koalisyonlarının varlığını devam ettirmesi için çok büyük bedeller ödedi. Kendi çıkarını kollayan, gerisini umursamayan kabilelerden oluşan bir topluluk yerine yeniden bir toplum olabilmenin yollarını aramamız gerek. 6 Şubat depremi sonrasında toplumun gösterdiği koşulsuz dayanışma, bu konuda çok şey öğretti hepimize. Sabırla, konuşarak, dayanışma içinde mevcut birikimi değerlendirmek, yeni bir çıkış yolu aramak durumundayız ve bu, hepimize düşen bir sorumluluk.