“Veren El”in Psikopatolojisi

Sigmund Freud’un en bilindik danışanlarından biri olan Ida Bauer veya Freud’un raporlarında Dora ismiyle kamufle ettiği genç kadın iki rüya görür. İkinci rüyasında yabancı bir şehirde dolanmaktadır. Babasının hasta olduğunu duyduğu için eve dönmek istemektedir ancak tren istasyonunu bulamamaktadır. Sonunda eve varır ve babasının öldüğünü, annesinin de diğerleriyle mezarlıkta olduğunu öğrenir. Freud bu rüyayı psikanalitik açıdan yorumladığı raporunda şöyle der: “Noel’de kendisine bir Alman sağlık tesisinden şehrin manzaralarını içeren bir albüm gönderilmişti.” Devamında da bütün yorumlamasını genç kadına gönderilen hediyenin kendisinin bazı psikolojik süreçleri tetiklediği düşüncesine dayandırır. Zira genç kadının rüyasında gördüğü şehir meydanı albümdeki fotoğraflardan birinde mevcuttur. “Noel” kelimesi Freud için önemsiz bir detaydır. Bu raporu okuyan biri Noel hediyesi almanın psikanalist Sigmund Freud ve danışanı Ida Bauer için sıradan bir olay olduğu hissine kapılır. İkisini de kendi takvimi “doğal olarak” İsa’nın doğumunu kutlayan Hıristiyan Alman kültürünün içinde konumlandırır. Evet, ikisi de Hıristiyan Alman halkının içinde yaşamaktadır fakat ikisi de Yahudi’dir. Hatta Freud’un tüm danışanları kendi gibi Yahudi’dir. Ancak Noel vakti geldiğinde bir sonraki seansa kadar birbirlerine “Mutlu Noeller” mi diledikleri yoksa “İyi tatiller” mi dedikleri meçhuldür.

Feminist eleştirmenler ve birçok araştırmacı Freud’u politik olmamakla, her şeyi bir aile dramına ya da biyolojik süreçlere indirgemekle itham etmiştir. Sonuç olarak, hem politikayı tartışmayı hem de ailenin de bir politik ürün olduğunu ve yürürlükte olan politikaya göre biçimlendiğini görememiştir. Mesela Oidipus Kompleksi adını verdiği sürecin biyolojik bir evre değil, erkek egemen kültürün bir ürünü olabileceğini atlamıştır. Feministlerin eleştirilerinde Freud iyi eğitimli, güçlü burjuva erkek olarak tasvir edilir. Oysa tüm bu eleştiriler Freud’un içinde yaşadığı politik bağlamı görmezden gelir. Freud ve tüm danışanları yaşadıkları toplumda kabul görmemiş, can güvenliklerini tehdit eden şiddetli bir ayrımcılığın kurbanlarıdır.

Antisemitizm Viyana’ya Nazilerle birlikte gelmemiştir. Freud ve Ida Bauer tanıştığında Viyana Nazilerin kontrolündedir. Ida Bauer’in hayatındaki politik bağlam analizden çıkarıldığında tüm sorun onun yaşadığı kötü ilişkilerin ve bastırdığı arzularının bir sonucuymuş gibi görünebilir. Zira hayatının sonuna kadar doktor doktor gezmiş ve hiçbir zaman iyileşememiştir. Fakat Ida Bauer 1938 yılında oğlunu da alarak Nazilerden son anda kaçmış ve geride bıraktığı akrabalarının, arkadaşlarının ve tanıdıklarının çoğunu Nazi kamplarında yitirmiş bir kadındır.

Freud da Yahudilere karşı uygulanan ayrımcılığın zamanla azalacağına inanan Viyanalı Yahudi ailelerden birinin çocuğuydu. Çoğu Yahudi, Alman olma ve politikada aktif rol alma arzusu taşımaktaydı. Hatta o günlerin ünlü bir sözü her başarılı Yahudi çocuğunun çantasında bir kabine üyesinin başarılarını aktaran bir dosya olduğunu söyler. Freud da 1878 yılında Viyana Üniversitesinde öğrenciyken radikal Alman milliyetçiliğini savunan bir kulübe katılır. Alman kültürü içinde asimile olmak isteyen varlıklı diğer Yahudiler gibi (fakir ve çoğunlukla Galiçyalı) Yahudilerin ne kadar pis ve kaba olduğuna dair hikâyeler anlatır. Oysa kendi annesi de Almancayı aksanlı bir şekilde konuşabilen bir Galiçyalıdır. Fakat 1890’larda Yahudilere karşı hareket eden Katolik Hıristiyanların partisi Viyana’da yükselişe geçer ve 1902’de yerel seçimleri kazanır. Freud artık Alman milliyetçiliğini savunan kulübün bir üyesi değildir ve hayal ettiği gibi avukat da olamayacaktır. Zira Yahudiler birçok meslekten uzaklaştırılmaktadır. Mesela Yahudi hekimlerin konferansları boykot edilmektedir. Ancak psikiyatri Hıristiyanlar arasında o kadar da popüler bir alan değildir. Freud’un üniversitedeki hocası Franz Brentano eğer kariyerlerinde ilerlemek istiyorlarsa Hıristiyanlığa dönmelerini tavsiye eder. Freud bunu reddeder ve bir Yahudi örgütü olan B’nai B’rith’e katılır. Profesyonel hayatında da görüştüğü herkes Yahudi’dir. O günlerde kurmuş olduğu, şu an Viyana Psikanaliz Derneği olarak bilinen kuruluşun 1906’ya kadar Yahudi olmayan tek bir üyesi olmamıştır.

Kısacası, Freud ve Ida Bauer’in tanıştığı günlerde Viyana, Katolik Hıristiyan Almanların güdümünde Yahudiler için bir cehennemden farksızdır. Bu koşullar altında bir “Noel hediyesi” almak elbette önemsiz bir detay değildir. Üstelik, genç kadın bu hediyeyi almadan önceki günlerde ziyaretine gelen bir kuzenine Viyana’yı gezdirmiş ve bu gezinti ona daha önce Dresden’de ziyaret ettiği bir sanat galerisindeki tabloyu hatırlatmıştır. Genç kadın burada iki saat boyunca Raphael’in Madonna tablosunu seyretmiştir. Freud ona tabloda ilgisini çeken şeyin ne olduğunu sorduğunda sesi düğümlenir ve “Madonna” cevabını verir. Freud onun tabu olan cinsel fantezilerle bağ kurmadan Meryem Ana ile özdeşleşerek anneliği arzuladığı yorumunu yapar. Halbuki atladığı bir şey vardır; Ida Bauer bir Yahudi’dir ve eğer Meryem Ana ile özdeşlik kuruyorsa özdeşlik kurduğu, hayatı Yahudilere cehennem eden Hıristiyanlardır. Nitekim, sonrasında genç kadın ve eşi Hıristiyan olur.

Bunları aktaran, psikanalizin temel kavramlarından biri olan “bastırma”yı yeniden formüle eden sosyal psikolog Michael Billig. Billig, Freud’un teorisinin temelinde insanların utanç verici düşüncelerini bastırması yani bilinçlerinden uzaklaştırması bulunduğunu söyler. Ancak Freud bu bastırma sürecinin nasıl işlediğini açıklamamıştır. Billig bu eksikliği kapatmak için bu süreci söylemsel bir uygulama olarak yeniden formüle eder. Ona göre bu süreç “doğuştan gelen cinsellik ve saldırganlık dürtülerine” değil, “toplumsal olarak yasaklanan her şeye” dayalı olarak gerçekleşir. “Biyolojik olmaktan çok diyalojik”tir. Yani karşılıklı etkileşim üzerine kurulu bir anlamlaştırmadır. Hepimiz neyin konuşulabilir olduğunu daima içimizde müzakere eder ve bazı konulardan aktif olarak kaçınırız. Gerektiğinde, Freud’un kendi seanslarında Yahudilikten bahsetmemek için sıklıkla yaptığı gibi, konuyu değiştiririz. Yine yani, bu, psikanalitik teorinin varsaydığı gibi insanların gizli derinliklerinde gerçekleşen karanlık bir süreçten ziyade gündelik hayatın önemsizliğinde işleyen, içinde bulunulan kültüre has yöntemler içeren bir süreçtir.[1]

Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde şöyle yazar:

“İddia edebilirim ki eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür. Hizmetçilerimize hemen evimize gelir gelmez bir kat elbise, bir iki eski gömlek, boyunbağı, hiç olmazsa ayakkabılarımızdan birini hediye etmemizin hikmeti de bu olsa gerektir. Bizi hiç tanımayan bu insan birdenbire elbisemizin içine girdiği, kunduramızla yürüdüğü için, âdeta onun gizli zoru ile bize yaklaşır, farkında olmadan bizim itiyat ve düşüncelerimizi benimser.”[2]

Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında sosyal devlet olduğu yazsa da Türkiye “aileci” bir toplumdur. Öğrenci burs almak istediğinde kendisinin değil, ailesinin gelir durumuna bakılır. Yaşlı bakımı genellikle “gelinlerin” işidir. Akrabanız yoksa hastanede refakatçiniz de olmaz. Yani aile desteği olmasa vatandaşların devletten alacağı sosyal destek her zaman son derece cılızdır. Zaten “alma” pek yüceltilen bir eylem de değildir. Murat Belge bir yazısında şöyle yazar:

“Türkiye’de bir ‘verme’dir gider. Bankalar ‘ev’ verirdi. Gazeteler akla gelecek ne varsa onu verirdi. Bunlar hep sağlıksız eğilimler, çünkü uzun vadede bakıldığında, biraz ağır bir deyimle, bir ‘sadaka toplumu’ oluşmasına katkı sunuyorlar. Burada ‘veren’ senyörler ve ‘alan’ minnettar kütleler var. Bu denge üstüne kurulu bir düzen.”[3]

Bu düzenin dini bir arka planı olduğu da yadsınamaz. Zira sahih hadislerden birinde şu yazar:

“İbn Ömer’in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Resûlullah minberde, iffettinden dolayı sadaka istemekten kaçınmanın faziletinden bahsetti ve ‘Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır’ buyurdu. Üstteki el, veren el; alttaki el ise isteyen/dilenen eldir.”[4]

Kutsal kitapta yazanlar da bu durumun sadece İslam için geçerli olmadığını gösterir: “Yaptığım her işte sizlere, böyle emek vererek güçsüzlere yardım etmemiz ve Rab İsa’nın, ‘Vermek, almaktan daha büyük mutluluktur’ diyen sözünü unutmamamız gerektiğini gösterdim.”[5]

Bu alma verme dengesine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözlerini düşünerek bakacak olursak alınıp verilen her şeyin maddeden öte bir şey içerdiğini rahatlıkla görebiliriz. Verilen her şeye sirayet eden bir ahlâki nitelik söz konusudur. Verilen her şey, alan elin sahibine “olması gereken”lere ve konuşulabileceklere dair bir şeyler fısıldar. Mesela, Ida Bauer’in aldığı Noel hediyesi ona Yahudi kimliğiyle ilgili bir şeyler söyler.

6 Şubat 2023 tarihinden beri devlet kurumlarının yetersizliği nedeniyle kendilerine uzatılan mikrofonlara depremde enkaz altında kalan kendisini veya ailesini bir akrabasının gelip kendi imkânlarıyla kurtardığını haykıran depremzedeleri duyuyoruz. Profesyonel olmayan ekiplerin enkazdan insan kurtarma çalışmalarına katıldığına şahitlik ediyoruz. Bu şahitliğimiz enkaz altında kalan insanların mahremiyetinin onları kurtaran kişiler tarafından çekilen videolar nedeniyle ihlal edilmesi, çekilen videolara eklenen müziğin yaşanılan dehşetin tarihsel niteliğini yani tarihin bir parçası olma hâlini ondan alarak adeta bir kurmacanın unsuru hâline getirmesiyle farklı bir boyuta taşınıyor. Kendisini kurtaran adama çekingen gözlerle bakarak üzerine göçen tavanın altında mırıltı hâlinde “Çekmek gerekli mi?” diye soran kadın “alan el” olmanın bilinciyle sesini çıkarmamayı, bunu yapan adam da “veren el” olmanın muktedirliğiyle o soruyu duymazdan gelmeyi tercih ediyor. Biz de bir videoda önümüze düşen bu anı seyrediyoruz.

Tam da bu noktada yakın bir arkadaşımın benimle paylaştığı bir olayı da anlatmadan edemeyeceğim. Depremzedelerin üniversite yurtlarına yerleştirilme kararı çıktıktan sonra bir şehrimizde, bu yurtlardan birini ziyarete giden bir aile depremzede ailelerden birini kendi evlerinde akşam yemeğine davet etmek istemiş. Kimsenin buna istekli olmadığını görünce yurdun çıkışında adeta pusu kurarak depremzedelerin geldiği illerden birinin plakasını taşıyan araçların sahiplerini beklemeye başlamışlar. Sonunda bir aileyi “yakalayıp” ısrarla kendi evlerine götürmüş ve akşam yemeği ikram etmişler. Olayın tamamı tüm detaylarıyla bir kara komediden farksız. Fakat duyduklarıma şaşırdım desem yalan söylemiş olurum.

Tüm bunları görüp duyduğumdan beri Marmara’da olacak büyük depremde enkaz altında kaldığımı, (iyimser bir tahminle) gönüllü vatandaşlar tarafından kurtarıldığımı, en aciz hâlimin herkes tarafından görünebilir olduğunu, ömrümün geri kalanında biraderlik bağıyla kendilerine bağlı olmadığım kurtarıcılarımın sahiplendiği her türlü değer yargısını bir suskunlukla kabullenmek zorundaymış gibi hissettiğimi hayal ediyorum. Bu hayal ve yukarıda anlattıklarım büyük bir felaket üstüne kurulu ama aslında her gün deneyimlenen birçok ufak tefek alma verme hikâyesinde yaşananların uç örnekleri.

Fransız filozof André Comte-Sponville minnettarlığı “Bir şey almanın, kabul etmenin hazzı, sevinçli olmanın sevinci” olarak tanımlıyor ve bir erdem olarak nitelendiriyor.[6] Cömertliği de “verme erdemi” olarak. Fakat yasaya göre hak olan bir şey verilemez.[7] Mesela insanlık onuru bir haktır. Onu kimse bana veremez ama bu hakkımı ihlal edebilir. İnsanların hayatlarını kurtarmak için enkaz altına giren herkese, her canlıya minnet duymak gerekir. Aynı şekilde, elinden geldiği kadarıyla her tür bağışta bulunan herkese de. Fakat yine de çoğu şeyin yolunda olmadığını atlamamalı.

Yaklaşık bir yıl önce daha önce hiç gitmediğim bir branştan hekime gittim ve sıklıkla Batılı hastalar gören ve dövizle ödeme alan bu hekim, o ara doktora sürecimi tamamlamak üzere olduğumu öğrenince bana tedavim için müthiş bir ödeme kolaylığı sağladı. Bu sayede bütçeme uygun taksitlerle ödeme yaparak dünya standartlarında bir tedavi gördüm. Hayatımda çok defa kendimi “alan el” konumunda buldum. Üstelik karşımdaki çoğu kişi toplumun “veren el” olmakla ilgili takıntısını paylaşan insanlardı. Bana verdikleri o şeyle kendi kişisel tarihlerinde bir büyüklük anı yaratıyorlardı. Yani hadisteki gibi benden daha hayırlı veya üstün olduklarını düşünerek davrandıklarının farkındaydım. Fakat bu hekim, ihtiyaç içinde olmama rağmen, tıpkı üniversitedeki ince düşünceli bir hocam gibi bana kendimi “alan el” gibi hissettirmedi. Ona, tıpkı hocama duyduğum gibi minnet duydum. Ondan bir şey almak, ondan bir şey kabul etmek bana sevinç verdi.

“Veren el” olmakla bu denli takıntılı bir toplumda minnettarlığın da o derece yaygın olduğunu söylemek çok zor. Öyle olsaydı patronaj ilişkisinden yani itaat karşılığında koruma bulmadan bu denli bahsetmezdik. Hak ihlallerine karşı böylesine duyarsız kalışımızın altında Nükhet Sirman’ın ifadesiyle birbirimize ve devlete “ailesel vatandaşlık” [8] bağıyla bağlı olmamız da yatıyor elbette. Tanımadığımız herkes amcamız, dayımız, yengemiz, teyzemiz, ablamız. Devletimiz babamız. Her birimiz her durumda kardeşimizin mahremiyetini teklifsizce delip geçebiliriz. Nasılsa kardeşiz. Devlet babamız bize istediğinden istediği kadar pay eder. Nasılsa babamız, en iyisini o bilir.

ABD’deki polislerin insanları kolaylıkla öldürebildiğini her gördüğümde Türkiye’deki polisleri aynı şeyin yapmaktan alıkoyan şeyin AB ile uyumlu yasalardan ziyade bu hayali aile bağı olduğunu düşünürüm. Zira aile değerlerine aykırı davranan kardeşleri cezalandırma konusunda çekinceleri yok gibidir. Öyledir çünkü devlet baba böyledir.

Fethi Açıkel Türk-İslam sentezinin mazlum özne tasarımını incelediği “Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi” adlı makalesinde kutsal mazlumluğu “Çile, ızdırap ve hınç söylemlerinin gündelik yaşamdan siyasal aygıta transfer olduğu iki yönlü (ambivalent) çalışan bir mekanizmanın; bir yandan sınırsız sevgi ve şefkat gereksiniminin, diğer yandan da patolojik iktidar isteminin ve intikam eğilimlerinin bileşimi” olarak tanımlıyor.[9] Ve bu nedenle de mazlumların zalim olmaya aday olduklarını ekliyor.[10]

Tüm bunları bir arada düşününce siyasetin (Freud’un teorisine varana kadar) hayatımızdaki belirleyiciliği bariz şekilde ortaya çıkıyor. Fakat bununla iç içe geçen bir şeyi de fark etmemiz gerekli. Eğer minnet, Comté-Sponville’nin dediği gibi “Bir şey almanın, kabul etmenin hazzı, sevinçli olmanın sevinci” ise biz, hakları gaspedildiği için kendini çoğu zaman “patolojik bir iktidar istemi” taşıyanların yardımına ve korumasına muhtaç hâlde bulan bir toplum olarak “veren el” olmakla ilgili şiddetli bir takıntıya sahibiz. Freud’un bastırma kavramını yeniden formüle ederken Billig, her diyaloğun kendi sessizliğini yarattığına yani her konuşmanın susulan şeylerle mümkün olduğuna işaret eder.[11] Bu durumda “veren el”in hikâyelerimizin devlet kurumlarının kapasitesini vatandaşları “alan el” olarak konumlandırmak için kullanan seçilmişlerin ve atanmışların karşısındaki boynu büküklüğümüzü örtmeye yaradığını görmek zor olmasa gerek.


[1] Michael Billig, Freudian Repression: Conversation Creating the Unconscious (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), 216-252.

[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (İstanbul: Dergâh, 1998), 16.

[3] Murat Belge, “AKP Döneminde Sınıflar,” Birikim, 26 Ocak, 2015, https://birikimdergisi.com/haftalik/1357/akp-doneminde-siniflar

[4] Riyâzu’s Sâlihîn, 533. hadis

[5] Elçilerin İşleri 20:35

[6] André Comte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, çev. Işık Ergüden, (İstanbul: İletişim, 2004 )181.

[7] Ibid., 121.

[8] Nükhet Sirman, “The Making of Familial Citizenship in Turkey,” in Citizenship in a Global World: European Questions and Turkish Experiences, eds. Fuat Keyman and Ahmet İçduygu (New York: Routledge, 2005), 148.

[9] Fethi Açıkel, “‘Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi,” Birikim 70 (1996): 163.

[10]  Ibid., 177.

[11] Billig, Freudian Repression, 223.