16 Mart 1964 Tehciri'ni Edebiyatın İçinden Düşünmek: Kafamda Bir Tuhaflık’ta Nostalji ve Yas

6 Eylül 2005’te, yani 6-7 Eylül Olayları'nın ellinci yıldönümünde, İstiklal Caddesi Elhamra Pasajı’nın üçüncü katında yer alan Karşı Sanat’ta “Tümamiral Fahri Çoker’in Arşivinden: Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” başlıklı bir sergi açılmıştı.[1] Fatih Özgüven’in bu sergiye ilişkin “Beyoğlu Nostaljisinin Çöküşü...” başlıklı yazısından uzunca bir alıntıyla başlamak istiyorum. Bu alıntının bu yazı boyunca kurmaya çalışacağım tartışmanın bütün boyutlarıyla birebir bağlantısı var: İstanbul’un, azınlıklarını kaybetmeden önceki günlerine dair nostalji; azınlıklara dair tarihsel gerçekliğin inkarı ve/veya gözden gelinmesi; “fakir kalabalıkların” azınlıklar ile ilişkisi:

Çoktandır bir sanat-kültür-eğlence merkezi olarak bakmayı seçtiğimiz Beyoğlu ile ilgili ‘saklı’ bir tarihin görüntülerini sunuyor. Bu tarih, utançla, pişmanlıkla, esefle, biraz da yasak savarcasına ‘sözü edilen’ bir tarihtir. Onu ilk defa ‘görüyoruz’. Böyle kirli tarihleri pek az şey fotoğraftan daha çıplak biçimde ortaya koyar. Öyle ki, bu seyir bize hem ‘gizli tutulan’ hem de ‘dikizlenen’ bir şey anlamında pornografi seyrediyormuşuz hissi verebilir. Yağmalamaktan duydukları hazdan çarpılmış yüzler, şehvetle yırtılan kumaşlar, kâğıt gibi yırtılan kepenkler, üst kat penceresinden atılan bebek arabası, saldırganlıkla ya da can havliyle Türk bayrağı, Atatürk büstü, Fatih resmine sarılanların yüzleri tam da böyle. 50 yıllık ara tuhaf bir zaman makinesi etkisi de yaratıyor. Bir kere, bu görüntüler büyük ölçüde, 50 yıl öncesinin fakirliğinin, fakir kalabalıklarının görüntüleri. 50 yıl öncesinin fakirleri kasketleri, ceketleri, kunduraları ile, hiçbir Yeşilçam filmine bakarak romantize edemeyeceğimiz bir şiddetle karşımızdalar. Fakirliğin yüzleri değiştiğinde ya da geçmişin sislerine büründüğünde kendisinin ortadan kalktığını, ‘retro’ olduğunu sananlara duyurulur. Ama bu sürünün içindeki herkes fakir değil. Kapri pantolonlu bir hanım, bol mantolu bir hanım, Cina başı yapmış bir hanım kolkola vermiş, gülerek yürüyorlar. Şık ayakkabılı başka bir hanım bütün gücüyle bir kepenge vurmakla meşgul. Kalabalıkları kışkırtmayı görev bilmiş bey, yakası açık beyaz gömleği, tek düğmeli ceketi, ceket cebinde mendili, briyantinli saçlarıyla bir jön görünümünde. Balıklı Rum Hastanesi'ni kundaklama suçlamasının ‘teessürü’ içindeki hanımlar bir Beyoğlu nostaljisi albümünden çıkmış gibiler. Bunlar şu meşhur ‘iki dirhem bir çekirdek giyinmeden Beyoğlu'na çıkmayan’ ekip olmasın? Öyle gibiler. (Hatta çoğumuzun aile albümlerinde yer alabilirler.) ‘6 7 Eylül olayları’ sergisinin başarısı, büyük ölçüde yapıntı bir şey olan ‘Beyoğlu nostaljisi’ni tepetaklak etmek olmuş. Beyoğlu’nun böyle bir tarihi de vardı diyor, bak ve gör; işte bu sahneler de o ‘şapkasız ve eldivensiz çıkılmayan Beyoğlu’ndan, bu insanlar o insanlar... Kentlilik ‘poz’unun korkunç enstantaneleri de vardır. Beyoğlu’na burdan bakmak, Beyoğlu'na atfettiğimiz anlamlar açısından önemli.

HATIRLAMAYA DAİR

Bilindiği gibi İstanbul, Osmanlı döneminde Rumlar, Sefarad-Yahudiler ve Ermenilerden oluşan önemli bir azınlık nüfusuna sahipti. 1885-1886 sayımlarında kentin o zaman bir milyon olan nüfusunun sadece yüzde kırk dördünün Müslüman olduğu ortaya çıkmaktadır (İstanbul, Kıtaların 201). 1. Dünya Savaşı’nı takiben kentin azınlık nüfusu hızla küçülmeye başladı. Yunanistan ve Türkiye arasında 1923’te gerçekleştirilen nüfus mübadelesi İstanbul Rumlarını kapsamamış olsa da, 1. ve 2. Dünya Savaşları arasındaki dönemde artık kendilerini güvende hissetmeyen çok sayıda azınlık mensubu ve yabancı ülkeyi terk etti (Keyder ve Öncü 15). Sema Erder, 1950’lere kadar İstanbul nüfusunun Müslümanlar ve azınlıklardan oluştuğunu, 50’lerden sonra ise kent nüfusunda iki eşzamanlı gelişme yaşandığını belirtir: kentteki azınlık nüfusunun azalması ve kentin karşıladığı iki göç dalgası, yani, uluslararası anlaşmalar sonucunda Balkan ülkelerinden gelen göçmenler ile, Anadolu’dan gelen köylü göçmenlerin kent nüfusuna katılması (161).

Kentteki azınlık nüfusunun çok büyük ölçüde azalması Cumhuriyet tarihindeki yüz kızartıcı bazı olayların sonucunda gerçekleşti. “1923’teki nüfus mübadelesi, 1927’de İmroz ve Bozcaada’daki Rum okullarında Rumca eğitimin yasaklanması, 1928’deki Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası, 1932’de bazı mesleklerin Türk olmayanlara yasaklanması, 1934’te Yahudi vatandaşlara yönelik Trakya pogromu, 1941’de gayrimüslim erkeklerin Bayındırlık Vekaleti’nde amele olarak çalıştırılmak üzere askere alınması” (“Karşı Sanat”) bunlar arasındadır. Kasım 1942’de uygulamaya konan Varlık Vergisi kapsamında azınlıklar Müslümanlardan on kat fazla vergiye tabi tutuldu (Zürcher 199-200). Bir başka utanç sayfası olan 6-7 Eylül Olayları’nda Rumlar hedef alınmış olmakla beraber Ermeni azınlıktan da saldırıya uğrayanlar olmuştu.

16 Mart 1964’te uygulamaya konan bir kanun, Yunanistan pasaportlu 12.500 İstanbullu Rum’un sınır dışı edilmesine yol açtı. Yunanistan vatandaşı olan bu kişilerin Türk vatandaşı olan aile üyeleri de onlara katılmak zorunda kaldı. İki hafta içinde ülkeyi terk etmeleri emredilen Rumların, yanlarına sadece 20 kilogram ağırlığında bir bavul ve 22 dolar para almalarına izin verildi. Bu şekilde başlayan süreçte, iki yılın sonunda ülkeden ayrılmak zorunda kalan Rum azınlığın sayısı elli bini buldu (Örs “Remembering”).

Eski İstanbul’a dair nostaljik söylem ise azınlıklara karşı işlenmiş bütün bu suçlara dair bir yüzleşme ve yas bağlamının hayli uzağındadır. Azınlıkları kozmopolit İstanbul’a dair romantik, siyah-beyaz bir resmin mizansenine dönüştürür adeta.

Nostaljinin çıkmaz sokakları

2015’te aramızdan ayrılan Rus düşünür Svetlana Boym, klasikleşmiş kitabı Nostaljinin Geleceği’nde, nostaljinin iki türü olduğunu belirtmektedir (20):

Yeniden kurucu nostalji ve düşünsel nostalji. Yeniden kurucu nostalj nostos’u vurgular ve yitirilmiş evin tarihaşırı bir tarzda yeniden inşasına teşebbüs eder. Düşünsel nostaljide ise algia, özlemin kendisi gelişip serpilir ve –iştiyakla , ironikçe, çaresizce– eve dönüşü erteler. Yeniden kurucu nostalji kendisini nostalji olarak değil, daha ziyade hakikat ve gelenek olarak görür. Düşünsel nostalji ise insanın özlemlerinin ve aidiyetinin çiftdeğerliliği üzerinde durur, modernliğin çelişkilerinden çekinmez. Yeniden kurucu modernlik mutlak hakikati korurken, düşünsel nostalji sorgular. (20)

Peter Fritzsche, Boym’un yaklaşımına şu eleştiriyi getirir[2]:

Açık ki, Boym’un kendine yakın hissettiği nostalji, bu eski sürgünün çok kişisel veya bireysel analizlerine zemin hazırlayan düşünsel nostaljidir. Bu analizler genellikle ilgi çekici olmakla beraber, Boym’un patolojiden sıyrılmış nostalji tanımının gerektirdiği kolektif veya sosyal yönü kaybederler. (129)

Boym’un kategorizasyonunu ve Fritzsche’in eleştirisini bir yandan akılda tutarak, ben bu yazıda, metaforik olarak, Laura Impert ve Margaret Rubin’in “manik nostalji [manic nostalgia]” ve “bedenlenmiş nostalji [embodied nostalgia]” şeklindeki kavramsallaştırmasından yararlanmayı deneyeceğim. Impert ve Rubin, manik nostaljiyi “yastan kaçmak için nostaljiyi romantikleştirme ve sentimentalleştirmeye dair defansif ihtiyaç” (692) şeklinde tanımlarken; bedenlenmiş nostalji için şunu söyler: “bedenlenmiş nostalji yas sürecinde ulaşılan ya da yasa ulaştıran yüce ve/veya yakıcı acı-tatlı anıları uyandıran, geçmişin bugündeki duyusal ve bedensel-duyusal deneyimidir” (692). Eski İstanbul’a dair nostaljiye bu kavramsallaştırmanın ışığında bakmayı denemeden önce eski İstanbul nostaljisinin içeriğini kısaca hatırlamak anlamlı olabilir.

İlay Örs, “İstanbul'u kozmopolit bir şehir olarak tanımlamakla meşgul geçmişe dair çok çeşitli söylemler” için “jenerik bir terim” olarak “kozmopolit nostalji” ifadesini kullanır (Diaspora 174). Örs, 2018 tarihli bir yazısında, “kozmopolit nostaljinin” 1980'lerde başlayıp hala varlığını sürdürmekte olduğunu belirtir (“Cosmopolitanist” 82). Tahmin edileceği gibi, kozmopolit nostaljinin odağında İstanbul’a kozmopolit kimliğini veren azınlıklar yer almaktaydı. Örs’ün de belirttiği gibi bu nostalji “romanlarda, makalelerde, akademik çalışmalarda, İstanbulluların günlük konuşmalarında” yer almaktadır (“Coffeehouses” 134).

Örs, bu nostalji atmosferi içinde kentin elitlerinin “Galata, Fener, Ortaköy, ya da Cihangir” gibi bir zamanlar azınlıkların yaşadığı semtlere gösterdiği büyük ilginin kapsamına “bu semtlerde azınlıkların göz ardı edilen yasal ve ekonomik hakları[nın]” girmediğini vurgular (“Cosmopolitanist” 84) ve azınlık mülklerinin hukuksuz biçimde nasıl da bir gecede el değiştirdiğine dair soruların yanıtsız kaldığını vurgular (84).

Gerçeklik ve inkarı

İstanbul’a dair kozmopolit nostaljiyi manik nostalji kılan işte tam da Örs’ün vurgu yaptığı bu yanıtlanmamış sorular. Impert ve Rubin, manik nostaljinin defansif bir biçimde “nostaljiyi romantize ve sentimentalize etme” (692) ihtiyacından bahsediyordu. Örs’ün vurguladığı sorular yanıtlanmadıkça İstanbul’un azınlıklarıyla bir bütün olduğu günlere dair nostalji, manik nostalji olmaya devam edecek ve kaybedilen azınlığın ve miraslarının yasını tutmak mümkün olmayacak.

Bugün, mevcut ve egemen manik nostaljinin içinde azınlıklara ilişkin tarihsel gerçekliğe dair soruları sormaktan çok uzaktayız. Önce soruları sorup, ardından yanıtlarla yüzleşmek gecikmiş yas için atmamız gereken ilk adımlar. Ardından kaybı kabullenip yas tutmak gerekeni yapabiliriz. Beyoğlu’nda 6-7 Eylül olaylarına dair bir anıtımız var mı? Anıt bir yana, yukarıda bahsedilen minicik sergi bile saldırıya uğramıştı. Kaldı ki, böyle bir anıt, bir avuç duyarlı, demokrat insanın çabalarıyla değil; örneğin Almanya’daki soykırım anıtları gibi, ancak devletin kurumları tarafından gerçekleştirildiğinde tam anlamına kavuşabilir ve bu anlam toplumun geneli tarafından algılanabilir. Impert ve Rubin, “kültürler, inşa ettikleri anıtlarda ya da ibadet yerlerindeki ritüellerde sevdiklerinin ardından yas tutmanın yolunu bulmuşlardır” diyor ve Slochower’a referansla ekliyor: “Anıtlar kederimizi ve tarihin parçalarının dehşetini tutar” (701).

6-7 Eylül’e, 1964 Tehciri’ne ve daha nice karanlık sayfaya dair anıtlarımız olursa, geçmişteki Beyoğlu’nun siyah-beyaz fotoğraflarındaki şapkalı şık hanımefendileri romantize/sentimentalize eden manik nostaljinin içinde kaybolmak yerine; o şapkalı, şık hanımların ellerinde yirmi dolar, bavullarında yirmi kilo ile ülkeden nasıl sınır dışı edilmiş olduklarını konuşabiliriz. O zaman bu nostaljinin yerini yas tutmamızı sağlayan bedenlenmiş nostalji alabilir belki; bu, en azından, bir ihtimal.

‘Fakir kalabalıklar’

Kozmopolit nostaljinin satır aralarında bir göçmen karşıtlığı vardır; 1950’lerden itibaren kente akın eden köylü göçmenler o nostaljik siyah beyaz kozmopolit İstanbul resmini bozar çünkü. Bu nostaljik söylem sürekli olarak göçmenlerin şehre akın etmelerinden önceki zamanlarında İstanbul’un ne kadar güzel bir yer olduğunu vurgularken sanki kentteki tüm sorunların sorumlusu Anadolulu göçmenlermiş izlenimi yaratır. Söz konusu o, eski, güzel İstanbul, azınlık nüfusu ile kozmopolit bir İstanbul’dur. Kozmopolit nostaljinin iki temel motifi; yani göçmenler gelmeden önceki kent çok güzeldi ve o güzel kent azınlıkları ile kozmopolit bir kentti; sanki İstanbul’un azınlıklarını kaybetmesinin sorumlusu göçmenlermiş, hani kentte kendilerine yer açmak için göçmenler azınlıkları kapı dışarı etmişlermiş gibi bir hava oluşturur adeta. Oysaki, yukarıda da hatırladığımız gibi 1950’lerde köyden kente göç kentin demografisini değiştirmeye başladığında İstanbul, zaten azınlıklarını çok büyük ölçüde kaybetmişti. 6-7 Eylül 1955 olaylarında göçmenler piyon olarak kullanıldı. Azınlık nüfusunu kaybetme sürecinin son halkası 1964 tehciri ile ise göçmenlerin hiçbir ilişkisi yoktu. Kozmopolit nostaljinin söyleminde bu gerçekler gölgede kalır ve göçmenlerin gelişi ile azınlıkların yok oluşu arasında söze dökülmeyen ama ima edilen hayali bir bağlantı alttan alta işler.

Bu böyleyken böyle. Ama ‘fakir kalabalıkların’ yani taşı toprağı altın İstanbul’a Anadolu’nun köylerinden kopup gelmiş göçmenler ve kentin eski üyeleri azınlıklar arasında ne tür bir karşılaşma olduğu üzerine söylenecekler bu kadarla sınırlı değil. 6-7 Eylül olaylarındaki fotoğraflarda, yazının girişindeki alıntının da hatırlattığı gibi, en çok, kentliye benzemeyen bu yeni kentlilerin yüzlerini görüyoruz, kentliye fazlasıyla benzeyen eski kentlilerin de yer aldığı fotoğraflarda. Ama azınlıklarla göçmenlerin tek karşılaşması bu değildi.

Kozmopolit nostaljinin ima ettiği o, göçmenlerin azınlıkları kapı dışarı ettiği yönündeki hayali bağlantının dayanaklarından biri, fotoğraflarda da görüldüğü gibi 6-7 Eylül Olayları. Bir diğer dayanak ise oran. 1950’lerde İstanbuldaki azınlık nüfusu çok küçüktü, ama kent nüfusu Anadolu’dan gelen göçmenlerle şişince azınlıkların nüfus içindeki oranı iyice küçülmüş oldu. Yani göçmenler azınlıkların sayısını küçültmedi ama kent nüfusu içindeki oranlarını küçülttü. Bundan da daha önemli bir başka nokta ise, gecekondularda yaşama olanağı bulamayan göçmenlerin kent merkezinde artık gözden düşmüş, depopüle olmuş eski azınlık mahallelerindeki yıkık dökük binalara yerleşmiş olmaları. Sanki gerçekten de göçmenler gelmiş azınlıkları kovmuş ve evlerine yerleşmiş gibi bir atmosfer yaratan bir resim var orada. Ama öyle olmamıştı. Bu durumda bu açıdan göçmenlere söylenecek ne olabilir ki? Kozmopolit nostaljinin azınlıklar ve göçmenler arasında kurduğu bu ilişkinin altı da boş. Ya da gerçekten öyle mi?

Yazının bundan sonraki kısmında, Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık’ta bu soruya verdiği yanıtı irdeleyeceğim. Pamuk, romanı boyunca bu soruyla uğraşırken Örs’ün bahsettiği o “sorulmamış sorular[ın]” zemininde dolaşmakta: Azınlıkların taşınmazları nasıl el değiştirdi? Azınlıklar ne zaman nasıl sınırdışı edildi? ‘Kendi rızasıyla gidenler’ neden gitti? Yazarın, bu sorular arasında dolaşırken inkarın yerine yüzleşmeyi koyduğunu; bir diğer deyişle, manik nostaljiinin yerine bedenlenmiş nostaljiyi getirmeyi başardığını; böylece, kendisi, kahramanı Mevlut ve biz okurlar için İstanbul’un kayıp azınlığının arkasından yas tutma fırsatı sağladığını savunmaya çabalayacağım.

YASTA BULUŞMAK

Tarlabaşı, 1930’larda Müslüman ailelerin taşınmaya başlamalarından önce neredeyse sadece Rumlar ve Ermenilerin yaşadıkları bir semtti. 1940’larda Müslüman ailelerin sayısı  artmış olsa da, bu dönemde de Pera ve Tarlabaşı azınlıklar ve Levantenlerin çoğunlukta olduğu bir semtti. Ne var ki, 1942-43 Varlık Vergisi uygulamaları esnasında buradaki birçok işyeri ve taşınmaz mülk, azınlık ve Levantenlerden Müslümanlara geçti. 6-7 Eylül’ün ardından da başta Rumlar olmak üzere çok sayıda azınlık mensubu mülklerinin bir kısmını satarak ülkeden ayrıldı (Üsdiken 218). 1964 Tehciri’nde sınırdışı edilen Rumlar, ülkeden ayrılmak için çok az süreleri olduğundan mülklerini satamamışlardı. Bu mülkler, zaman içinde, yetkisi olmayan kişilerce üçüncü şahıslara kiralanmaya başladı. Kimdi bu üçüncü şahıslar? Gecekonduda yaşama şansı bulamamış, ya da bir nedenle kent merkezinde olabilmek için gecekondu yerine bu gözden düşmüş semtlerdeki yıkık dökük binalarda yaşamayı seçmiş olan Anadolulu göçmenler.

Kafamda Bir Tuhaflık’ın kahramanı Mevlut o göçmenlerden biridir. Arkadaşı Ferhat’la birlikte kaldığı bekar odası, babasıyla yaşadığı gecekondudan sonra bir yetişkin olarak yaşadığı ilk hanedir. Bu oda, Tarlabaşı’ndaki o yıkık dökük binalardan birindedir. Mevlut, daha sonra karısı Rayiha ve çocuklarıyla birlikte uzun yıllar yine bu semtte yaşar. Kentin sokaklarında adeta sonsuza dek yürümek isteyen bir adam olan Mevlut kent merkezinde yaşamak ister, ekonomik gücü kent merkezinde ancak Tarlabaşı gibi bir semtte yaşamaya yeter.

Bir İstanbul aşığı olan ve kentin tarihi dokusuna büyük hayranlık duyan Mevlut, parmakla sayılacak kadar az sayıda gayrimüslim kalmış da olsa Tarlabaşı’nın bir zamanlar bir azınlık semti olduğunun farkındadır ve bu onda ilgi ve heyecan uyandırır. “Çiçek Pasajı, Balık Pazarı, İngiliz Konsolosluğu arasındaki yüz yıllık eski, küflü, karanlık apartmanlarda yaşayan ihtiyar Rum kadınlar” (Pamuk 258) ile sohbet eder. Romanda, bu kişilerin yaşadıkları bakımsız tarihi binaların kasvetli görüntüsü azınlık mirasının durumunu vurgulayan imgelere dönüşür. O binaların güzel günlerini romantize/sentimentalize eden manik nostalji yoktur burada. Tersine, bugünkü içler acısı halleri sadece yas tutma isteği uyandırır.

Romanda, İstanbul’un azınlık nüfusunu kaybetme sürecine dair yüz kızartıcı tarihsel gerçeklere odaklanan uzunca bir pasaj yer almaktadır. Pasaj, şu cümleyle açılır: “Kimse hatırlamak, söylemek istemiyordu, ama eskiden Tarlabaşı bir Rum-Ermeni-Yahudi ve Süryani mahallesiydi” (258). Pasajda, azınlık nüfusunu yok olmanın eşiğine getiren Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve 1964 Tehciri Mevlut'un mahallenin eski sakinlerinden duyduğu hikayeler olarak yer alır. Pamuk’un, romanına bu tarihsel gerçekleri koyması kozmopolit nostaljinin pozisyonunun tam tersidir. Kozmopolit nostaljide azınlıklarıyla İstanbul’un güzel günleri romantize edilir; azınlıklara yaşatılan trajedilerden bahsedilmez, tarihin karanlık sayfaları asla ve kat’a açılmaz. Romanda ise bunun tam tersini görürüz. Geçmiş, bir yandan güzelliği ve zenginliği, bir diğer yandan da sonunu getiren olayların tüm kasveti ve karanlığı ile hatırlanır. Kozmopolit nostaljinin sormadığı sorular burada sorulur: Ne oldu, nasıl oldu da da o siyah beyaz fotoğraflardaki İstanbul yok oldu? Romanda, o siyah beyaz fotoğrafların romantizmini değil, tarihin acıtıcı gerçekliğini buluruz karşımızda.

Şimdi yukarıdaki sorumuza geri dönebiliriz: Göçmenler... ‘Fakir kalabalıklar’... Azınlıklarla karşılaşmalarında, 6-7 Eylül dışında, masum muydular?

Pasajın üçüncü paragrafının sonlarına doğru, Mevlut’un eski bir Rum apartmanındaki dairelerden birinin kiracısı olarak yaşadığı çelişkili duygulara yer verilir. 1964 Tehciri’nde İstanbul’dan mülklerini satamadan ayrılan Rumlardan geriye kalan binalar mafyatik çeteler tarafından kiraya verilmektedir. Mevlut’un yaşadığı yer de bunlardan biridir. İşte zaman zaman, çetelerce el konmuş bu binaların sahipleri ansızın çıkıp geliverir. Yaşadıkları yerden kalkıp İstanbul’a gelmiş, mülklerine bir bakmaya çalışmaktadırlar. Binalara yasadışı şekilde el koymuş olan çeteler çocukları örgütleyip bu insanlara taş atmalarını, korkutup kovalamalarını sağlarlar.

Bu duruma tanık olan Mevlut kendisini bir açmazın içinde bulur. Bir yandan çocukları engellemek ister, diğer yandan da oturduğu dairenin sözde ev sahibi de çetelerin yanında olduğu için tepki veremez. Son derece realist bir bağlam içinde karşımıza konan bu ‘ayrıntı’ sorumuzu yanıtlamaktadır. Azınlıklar ve göçmenler arasında böyle bir karşılaşma da vardır. Kozmopolit nostaljinin göçmenler ve azınlıklar arasında yarattığı bağ bu karşılaşmadan da beslenir kaçınılmaz olarak: eski azınlık mahallelerinde yaşayan Anadolulu göçmenler azınlık mülklerinin yasadışı gasbının sessiz suç ortağı konumundadır...

Mevlut’un İstanbul’unda azınlık mirası

Pamuk bu suç ortaklığını, kente dair bir duyarlılık ya da aidiyet beslemeyen, İstanbul’u sadece ekmek parası için geldiği bir yer olarak gören pragmatik bir göçmenin gözünden anlatmış olsaydı konu burada kapanırdı. Ne var ki durum bunun tam tersidir.

Mevlut bir İstanbul aşığıdır ve kentle olan bağı burada doğup büyümüş birçok İstanbulludan çok daha derindir. “Taşları yosun tutmuş eski duvar” (223) ya da “Osmanlı zamanından kalma  . . .  mezar taşı” (225) onu büyüler. Roman boyunca, Mevlut’un, kentin ruhunu içinde hissedişine tanık oluruz. Boza satmak, Mevlut için kenti arşınlamak ve bunu gecenin sessizliğinde yapmak için bir bahanedir adeta: “Geceleri boza satarken yürüdüğü sokakla kafasının içindeki âlemin artık tek bir bütün olduğunu seziyordu” (296). Böyle bir bağlam içinde, azınlık mülklerinin gaspının sessiz suç ortağı olmak, gayrimüslim azınlığın mirasına saygı ve hayranlık duyan biri olan Mevlut’un dünyasında ciddi bir çelişki, suçluluk duyguları yaratan bir açmaz olarak yaşanır. Yaşadığı semtteki azınlık mirasıyla gurur duyan Mevlut, mülklerine bakmaya gelen Rumlara taş atan çocuklara engel olamayan, o mülkleri gasp etmiş olan çetelerin kiracısı olarak bu yasadışılığın sessiz bir suç ortağı olan Mevlut’tur aynı zamanda.

Azınlık mülklerinin, sahiplerinin ellerinden kayıp gidişi romanda açıkça üstünde durulan bir konudur. Mevlut ve arkadaşı Ferhat, Karlıova Lokantası’nda geçici olarak çalışmaya başladığı esnada, lokantanın mevcut sahibine geçme hikayesini anlatıcıdan öğreniriz: “1964’te bir gecede Başbakan İsmet Paşa tarafından İstanbul’dan kovulan Rumlarla birlikte şehri terk eden sahibinden lokantayı devralan Bingöllü bir garson, Kadri Karlıoavalı” (143) lokantanın sahibidir. Mevlut ve Ferhat lokantada çalışan diğer kişilerle birlikte Tarlabaşı’nda üç katlı bir Rum evinden dönüştürülmüş apartmandaki dairelerden birine yerleşir. Rumların mülklerine ilişkin durum anlatıcı tarafından nötr bir tonlamayla açıklanır: “Artık Atina’da yaşayan ve İstanbul’a kolay gelemeyen tapulu asıl sahibi yerine dairelerin kirasını Mevlut’un bir kere bile görmediği Sürmeneli biri alıyordu” (143). Rumların mülklerinin el değiştirmesinde mafya ve resmi kurumlar arasındaki bağlantılar da benzer biçimde belgesel bir üslupla anlatılır:

Atina’ya kaçan eski Rumların tapulu evlerine hakim olan Sürmeneliler çetesinin bu evlerin çoğunu randevuevi işletenlere kiralamasının arkasında, randevucuların zaten Beyoğlu Karakolu ile aralarının çok iyi olması vardı. (145).

Romanın ileriki bölümlerinden birinde de Beyoğlu'nda Mevlut ve Ferhat'ın bir süre işlettiği dükkanın, bölgedeki diğer birçok bina gibi bir çete tarafından kiraya verildiği ortaya çıkar (343).

Gayrimüslim azınlığın mirasının gasp edildiği ama yine de görünür olduğu bir mahalle olarak Tarlabaşı semtinin romandaki merkezi konumu; azınlıkların, geride bıraktıkları boşlukla dahi, bugün hala İstanbul’un kimliği için ne kadar merkezi bir öğe olduğunu okura sürekli hatırlatır gibidir. Romanda, azınlıkların ardından tutulan yasın odağı Tarlabaşı’dır.

Kafamda Bir Tuhaflık’ın sonlarına doğru, Mevlut’un Tarlabaşı hakkındaki düşüncelerinin arasında Tarlabaşı’nda yaşadığı apartmanın ev sahibi gibi davranan adamların her beş altı yılda bir değiştiğini öğreniriz (420-421).[3] Mevlut aslında kendisini hiçbir zaman bu semte ait hissetmemiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde ise kendisini semtten iyice soğumuş bulur ve romanın sonlarına doğru buradan taşınıp ikinci eşi Semiha ile birlikte gecekondularının yerine yapılan apartmandaki dairelerden birine yerleşir.

Bununla beraber Tarlabaşı’ndaki azınlık mirası Mevlut’ta hayranlık uyandırır. Tarlabaşı hakkında aşağılayıcı yorumlar yapan Süleyman’a “sen bu mahalleyi fazla küçümseme. Eskiden en akıllı, en zanaatkar Rumlar, Süryaniler yaşarmış burada. İstanbul’u yaşatan esnafıdır’” (219) diye yanıt veren Mevlut’un sözlerinde, azınlığın ardından tutulan yası Tarlabaşı üzerinden duyarız. Burada Mevlut ve Süleyman’ın Tarlabaşı’na dair görüşleri arasındaki farklılık romanın bir başka önemli temasının da altını çizer: Anadolulu göçmenlere homojen bir kategori olarak bakmanın yanıltıcılığı.

Bütün bunlar arasında azınlığını kaybetmemiş İstanbul’un güzel kozmopolit günlerini romantize/sentimentalize eden manik nostaljiye rastlamayız. Tarlabaşı’ndaki o zarif binalarda yaşayan, o ruh dolu meyhaneleri işleten, sokaklarda Rumca, Ermenice selamlaşan gayrimüslimleri ile kozmopolit İstanbul’un betimlendiği bir İstanbul yoktur burada: onun yerine bütün bunların yok olmuş, geri dönüşsüz bir şekilde kaybedilmiş olduğu İstanbul vardır. Buradaki nostalji, yas tutmayı mümkün kılan bedenlenmiş nostaljidir.

Yasın imgeleri

Mevlut kendisini hayli hüzünlü hissettiği bir gece boza satmak için dışarı çıkmıştır; Feriköy'de bir Rum apartmanında bir müşteri ondan boza ister (296). Mevlut bozayı vermek için yukarı çıktığında çok küçükken babasıyla bu daireye yoğurt satmış olduklarını anımsar. Bu arada, dairenin artık bir tekstil atölyesi olarak kullanılmakta olduğunu fark eder:

Mevlut bir zamanlar burada yaşayan Rum ailelerden kalma alçı kabartmalara, yaldızlı çerçeveli büyük bir aynaya ve sahte bir kristal avizeye dikkatle bakmasına rağmen, daha sonra – yıllarca – bu odayı her hatırlayışında, avize ve aynayı aslında görmediğini, hafızasının kendisini aldattığını düşünecekti. (296)

Bu olayda, Mevlut’un geçmişi hatırlayışı, hatırladıklarının yaşanmışlığına güvenemeyişi fantezi ile hafıza arasındaki belirsizlik üzerinden nostalji meselesini önümüze koyar: geçmişi ne ölçüde, ne kadar doğru hatırlıyoruz? Hafızanın güvenilmezliği yasa eklenen bir katman olur burada.

Azınlık mirasına dair motiflerin beklenmedik anlarda belirivermesi ile yas romanın bütününe yayılır. Bir an Mevlut’u Talimhane’de pilav arabasını bırakacak yer ararken “bir inşaatın kalaslarının yığıldığı köşeyle terk edilmiş eski bir Rum evinin arasında” (275) görürüz. Bu örnekte, Rum evinin terk edilmiş olması, inşaat kalaslarındaki o dev bir şantiyeye dönüşmüş kent imgesi ile birleşerek kentin kaybolan azınlıkla birlikte yok olan ruhu ve kimliğine vurgu yapar. Bir başka anda, Vediha’yı kızına “perili Süryani kilisesinin avlusu” (268) içinde oynamalarını söylerken duyarız. Süryani kilisesinin perili olması bir önceki örnekteki terk edilmişlik motifini tekinsizlik boyutuna taşır. Tarlabaşı gibi bir semtte yaşamak, Anadolu’dan göçmüş bu insanlar için kentin gayrimüslim azınlığına dair tarihinin sürekli ve canlı bir tanığı olmayı getirir. Bu tarih, mesela Rayiha’nın “Ermeni kilisesinin avlusundaki ağaçtan topladığ[ı] ıhlamurları” (201) pişirmesi gibi gündeliğin sıradan ayrıntıları içinde yer bulur.

Mevlut'un, kızı Fevziye’nin kayınpederi Sadullah ile olan arkadaşlığında da gayrimüslim azınlığın yok oluşuna dair yas belirgindir. Sadullah’ın babası İkinci Dünya Savaşı sırasında Düzce’den gelip Ermeni bir kundura ustasının çırağı olarak çalışmaya başlar. Bir süre sonra ustası ile ortak olurlar. Dükkan, 6-7 Eylül’de yağmalanınca Ermeni usta hisselerini Sadullah'ın babasına devreder ve İstanbul'dan ayrılır (402). Bu hikayede de hissedilen, kozmopolit İstanbul’a dair bir nostalji değil, onun kaybının ardından tutulan yastır, tüm ağırlığıyla...

SONSÖZ NİYETİNE

Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık’ta, İstanbul’un azınlıklarını neden nasıl kaybettiğini sorgularken inkardan, görmezden gelmeden değil, ne kadar acıtırsa acıtsın cesur bir yüzleşmeden yana durur. Bütün bu tarihsel gerçeklikle uğraşırken tam da Örs’ün bahsettiği o, kozmopolit nostaljinin asla ve kat’a sormadığı soruları sorar durur. Azınlıklar, kenti, neden nasıl terk etti; malları mülkleri ellerinden nasıl kayıp gitti; ne tür politikaların hedefi oldular; bu politikalar sonucunda hangi bedelleri ödediler; kimlerden nasıl düşmanlıklar gördüler? Pamuk, bu soruların yanıtlarını vermeye çabalarken geçmişi romantize/sentimentalize eden manik nostaljinin yerine bedenlenmiş nostaljiyi koyar: gecikmiş yası mümkün kılan nostaljiyi.

Kozmopolit nostaljinin yarattığı yanılsamanın ima ettiğinin aksine, İstanbul’daki azınlık nüfusunun yok olmasının köyden kente göçle direkt bir ilişkisi yoktu. Elbette ki azınlıklar Anadolu’dan göçmenler geldiği için ayrılmamıştı İstanbul’dan. Bununla beraber, romanda, yok olan azınlık ve göçmenlerin varlığı arasında ne tür bir ilişkisellik olduğu da başarıyla irdelenir.

Kırsaldan kente gelen göçmenlerin önemli bir kısmı gecekondulara yerleşirken, bir kısmı da Tarlabaşı gibi artık gözden düşmüş eski azınlık mahallelerindeki binalara taşınmıştı. Bu mülkleri gasp edenler bu binalarda yaşayan göçmenler değil, onlara bu yapılardaki daireleri, odaları kiralayan mafyatik oluşumlardı elbette. Ne var ki, o evlerde kiracı olmaları bu göçmenlerin bu mülklerin gaspında sessiz bir suç ortağı olmaları sonucunu doğurmuştu. Kafamda Bir Tuhaflık, kentin tarihsel mirasını tutkuyla sahiplenen başkarakterinin, azınlık mirasına duyduğu hayranlığa rağmen bu sessiz suç ortaklığının bir parçası olduğunu anlatır. Böylece bir yandan egemen nostaljik söylemin karşısına hiç mümkün görmeyeceği türden İstanbul aşığı bir göçmen karakteri yerleştirerek klişeleşmiş algıları sarsar, göçmenleri homojen bir kategori olarak ele almanın açmazlarını vurgular; bir yandan da bu söylemin göçmen-karşıtı argümanının azınlıklarla ilişkiselliğinin neye dayandığını tarafsızca ortaya koyar. Ve nihayetinde, kozmopolit İstanbul’un yasını göçmenleri hedef tahtasına koymadan tutmanın mümkün olduğunu vurgular.

Roberta Rubenstein, “kültürel yasın edebi temsillerinde, kolektif kayıp duygusunu ifade eden figür, bir karakter ya da dolaylı olarak – anlatının bu kaybı çerçevelemesi yoluyla – yazarın kendisi olabilir” (5) der. Kafamda Bir Tuhaflık boyunca, eski İstanbullu bir elit olan Orhan Pamuk ve ‘fakir kalabalıkların’ bir üyesi olan Mevlut azınlıklarını kaybetmiş İstanbul’un yasını birlikte tutar... Gecikmiş yasımızı hep beraber tutmak için onlara katılmak iyi bir başlangıç olabilir...

KAYNAKÇA

“6-7 Eylül için ‘Yas Günü’ ilan edilmesi ve Meclis Araştırması teklifi.” Agos. 06 Eylül 2020.

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/24511/6-7-eylul-icin-yas-gunu-ilan-edilmesi-ve-meclis-arastirmasi-teklifi

(Erişim tarihi: 22.03.2021).

Boym, Svetlana. Nostaljinin Geleceği. Çev. Ferit Burak Aydar. Metis, 2009.

Erder, Sema. “Where do you hail from? Localism and networks in Istanbul.” Translated by

Çağlar Keyder. Istanbul: Between the Global and the Local, ed. Çağlar Keyder, Rowman and Littlefield, 1999, 161–171.

Fritzsche, Peter. “The Future of Nostalgia. By Svetlana Boym.” Slavic Review, c. 61, 1, 2002, 128–129., doi:10.2307/2696986.

Impert, Laura, ve Margaret Rubin. “The Mother at the Glen: The Relationship Between Mourning and Nostalgia.” Psychoanalytic Dialogues, c. 21, no. 6, 2011, 691–706., doi:10.1080/10481885.2011.629567.

İstanbul: Kıtaların, Denizlerin, Yolların, Tacirlerin Buluştuğu Kent / Istanbul: The City Where the Continents, Seas, Roads, Merchants Meet, Ed. Zafer Toprak vd. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Ticaret Odası, 1997.

“Karşı Sanat.” Hatırlayan Şehir: Taksim’den Sultanahmet’e Mekan ve Hafıza.https://hatirlayansehir.hakikatadalethafiza.org/karsi-sanat/ (Erişim tarihi: 22.03.2021).

Keyder, Çağlar ve Ayşe Öncü. Istanbul and the Concept of World Cities. Friedrich Ebert Vakfı, 1993.

Örs, İlay. “Coffeehouses, Cosmopolitanism, and Pluralizing Modernities in Istanbul.” Journal of Mediterranean Studies, 12, 2002, 119-145.

–––––. “Cosmopolitanist Nostalgia: Geographies, Histories, and Memories of the Rum

            Polites.” Istanbul: Living with Difference in a Global City, ed. Susan C. Pearce, Emin

Fuat Keyman, ve Nora Fisher, Rutgers University Press, 2018, 81-96.

–––––. Diaspora of the City: Stories of Cosmopolitanism from Istanbul and Athens. Palgrave Macmillan US, 2018.

–––––. “Remembering forced migrations: The 1964 expulsion of Greeks from Istanbul.”

Ekathmimerini. 16.03.2021. https://www.ekathimerini.com/society/1157214/remembering-forced-migrations-the-1964-expulsion-of-greeks-from-istanbul/?fbclid=IwAR19U77SkrjjRCNFTixQomgPWHRocGuC4utvsQqQy2z5MdJKXTyC7PWhVDU#_ftn4 (Erişim tarihi: 27.02.2023).

Özgüven, Fatih.  “Beyoğlu nostaljisinin çöküşü...” Radikal. 15 Eylül 2005.http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fatih-ozguven/beyoglu-nostaljisinin-cokusu-757386/ (Erişim tarihi: 22.03.2021).

Pamuk, Orhan. Kafamda Bir Tuhaflık. YKY, 2014.

Rubenstein, Roberta. Home Matters: Longing and Belonging, Nostalgia and Mourning in   

Women's Fiction. Palgrave Macmillan, 2016.

Üsdiken, Behzat. “Tarlabaşı.” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 8 içinde. Kültür Bakanlığı; Tarih Vakfı, 1993-1995. 217-218.

Zürcher, Eric Jan ve H. van der Linden. The European Union, Turkey and Islam. Amsterdam UP, 2004.


[1] “Resmi kaynaklara göre 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul tahrip edildi.  Kiliselere saldırıldı, içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalara zarar verildi. 73 Rum Ortodoks kilisesi ateşe verildi. Olaylarda 11 kişi hayatını kaybetti. Helsinki Watch örgütünün bir raporuna göre ise ölenlerin sayısı 15 olarak kayıtlara geçiyordu” (“6-7 Eylül”).

[2] Referanslar listesinde Türkçe çevirisine dair bilgi yer almayan kaynaklardan alıntılar N. Buket Cengiz tarafından çevrilmiştir.

[3] Bu pasaj ayrıca, azınlık mülklerinin asıl sahiplerine teslim edilmesine ilişkin hukuki sürecin henüz işlemediğine bu mülklerin hala gasp edilmiş durumda olduğuna vurgu yapan gerçekçi bir tasvir sunmaktadır.