Görelim Bakalım Damak Zevkimiz Değişmiş mi?

Kutuplaştırılmış bir ülke, depremi yaşamış, depremle kenetlenmiş, seçimle yeniden ayrıştırılmak istenirken; ekonomik darboğaz ve sınıfsal eşitsizlikler almış başını giderken, gündemin kıyısından geçen iki absürt olayı yazmak istiyorum. Gündemde bu kadar çok şey varken az sonra aşağıda yazacaklarımı yazmaktan mustaribim, ama elimizde kalan yegâne özgürlüklerden birisi de yazmak olduğu için kendimi alıkoyamıyorum. Dolayısıyla izninizle çok da zorlama olmamasını umarak başlıyorum.

Bu absürt enstantanelerden ilki, TOGG marka aracın tanıtımı için Erdoğan’ın direksiyon başına geçtiği, eşi, First Lady Emine Hanım’ınsa onun yanında oturduğu kısa video. Videoda, arabanın arkasında oturan ama görmediğimiz, üçüncü bir kişinin fırsat buldukça araya girerek TOGG’un özelliklerini anlatan sesi de var. İkincisi ise, bakan Nebati’nin “Türkiye’nin damak tadı değişti, artık koyun eti yenmiyor” açıklaması ve ardından “Oysa koyun eti ucuz, ama çocuklar koktuğu için yemiyor,” şeklinde serzenişle tespit arasında bir lakırdı etmesi.

Peki bu iki absürt olayın birbiriyle alakası ne, dahası ben niye bu iki alakasız olayı bir bağlamı varmış gibi yazmaya koyuldum? Bu iki olay şöyle hikâyelendi benim kafamda:

Öncelikle tanıtım videosunda Erdoğan direksiyona geçip araba biraz ilerleyince Emine Erdoğan’ın bir şeyler söylemek istediğini duyuyoruz. Tam o esnadaysa cumhurbaşkanının Emine Hanım’ın gündeminden başka bir gündemi olduğunu işitiyoruz. Şöyle ki, Emine Hanım -belki de müziğin nasıl açılacağına dair- bir şeyler söylemek istiyor, ancak bizler o sırada hem Emine Hanım’ı tutan öksürük hem de Erdoğan’ın bir şeyler söylemesi nedeniyle, kendisinin ne dediğini tam anlayamıyoruz. Sonuç olarak onunkini tam anlayamasak da Erdoğan’ın ağzından şu cümleler döküldüğünü duyuyoruz: “Bi dakka hanım yaa, ben kaptanım şu anda, kaptana uyacaksın.”

Şimdi bu videoyu bir de şu metaforik gözle düşünelim: TOGG’u, AKP’nin iktidar olduğu yirmi bir yıllık Türkiye olarak, Emine Erdoğan’ı[1] da biz, yani halk/seçmenler, arkada sesinden varlığını anladığımız, ancak sesini sadece Erdoğan’dan arta kalan zamanlarda duyabildiğimiz üçüncü kişiyi de bakanlar ve milletvekilleri olarak düşünelim. Direksiyonun başında da ülkenin cumhurbaşkanı olarak Erdoğan olduğundan, burada ayrı bir metafora gerek yok. Baştan söyleyeyim problem direksiyonda kimin olduğu değil. Öte yandan seçmenlerin farklı beklentileri olduğu ve fakat iktidardakilerin hem herkese hitap edemeyeceği hem de her isteğe yetişemeyeceği de değil sorun. Peki, sorun nerde?

Bizlerin sandığa giderek ya da gitmeyerek ülke yönetimine etkide bulunabilmemizin nedeni demokrasi. Demokrasi sayesinde ülkeyi seçmen iradesi doğrultusunda yönetecek bir temsilci seçiyoruz. Amacımızsa ülkeye dair taleplerimiz, umutlarımız, beklentilerimiz uyarınca bizler ve seçtiğimiz temsilciyle beraber yol almak. Biz yanında, o ise hem bizim yanımızda hem de direksiyonda. Aynı arabada ve yan yana yol alıyoruz. Ancak bir süre sonra araba ilerledikçe, yani iktidar gücünü konsolide ettikçe, yönetici ile seçmenin önemli bir kesiminin yollarının ayrıştığına tanıklık ettik. İktidara yakın birileri zenginleşti ve daha da zenginleşti, toplumun geriye kalan önemli bir kesimiyse bu süreçte giderek fakirleşti. İktidar rövanşist arzularla beslendikçe kendinden farklı olana yönelik tahammülsüzlüğünü arttırdı, tahammülsüzleştikçe meşruluğunu yitirdi, meşruluğunu yitirdikçe kendisini ülkede kimin ne hissedeceğine, ne düşüneceğine karar verici bir tekel haline dönüştürmek istedi. Zaman içinde gördük ki, tıpkı Emine Hanım’la Erdoğan arasında arabada geçen o kısacık diyalogda olduğu gibi seçmenle iktidarın da gündemi ayrıştı. Bu durum özellikle 2013 yılındaki Gezi’de daha da aleniyet kazandı. Toplum seneler içerisinde uğradığı mağduriyetlerle Emine Hanım gibi öksürük krizlerine girerken, yine de son bir umutla yöneticiye seslendi. Sesini duyurmaya çalıştıkça, iktidardan gelen cevap, iktidarın takındığı tutum daha da sertleşti-netleşti: “Kaptan benim, kapatana uyacaksınız.”

Bu sırada videodaki üçüncü şahsın sesini aralara sıkıştırılmış bir halde duymaya devam ediyoruz. Öyle ya bu yeni cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde bakanlar, milletvekilleri daha ziyade birer figüran. Nitekim bu üçüncü kişiyi daha dikkatli dinlediğimizde işler biraz netleşiyor. Bu kişinin arabanın ekosistemi, müzik sistemi hakkında cumhurbaşkanına bilgi verdiğini anlıyoruz. Bu konu Erdoğan’ın da ilgisini çekmiş olacak ki Erdoğan da Türk sanat müziğini nereden dinleyeceğini soruyor. Dolaysıyla konuşmalardan da anladığımız üzere Erdoğan’ın gündemi, seçmenin, yani Emine Hanım’ın gündeminden ziyade arkadaki teknokratınkiyle daha paralel. Öyle ki bu esnada Emine Hanım öksürmeye devam ederken ne kimse First Lady’e ne olduğunu soruyor ne de bir su falan bulup verme çabasında. Gündem bu değil besbelli. Bu sırada Emine Hanım’ın “şey yapmamışlar” dediğini duyuyoruz, ancak Erdoğan Emine Hanım’a tatlı sert çıkışırken; üçüncü kişi bir yandan cumhurbaşkanına bilgiler vermeye devam ediyor, diğer yandan da Emine Hanım’ın tespitlerine dair haklısınız diyerek onun da gönlünü almayı ihmal etmiyor. Bakanlar gerçekten de böyle değil mi? İyilikleri, olumlu, puan kazandıracakları sayın cumhurbaşkanı söylerken; bakanların payına, olumsuzlukları söylemek ya da Erdoğan’ın tepki çeken sözlerini yumuşatarak seçmenin gönlünü eylemek düşüyor. Nitekim cumhurbaşkanı ile teknokrat arasındaki konuşma ilerledikçe sohbet TOGG hakkında bilgi vermekten de çıkıyor. Daha ziyade TOGG’un ortaya çıkarılması için neler yaptıklarının anlatıldığı bir aşamaya geçiliyor. Burada amaç bilgi vermek değil artık. Amaç cumhurbaşkanının bir isteğini yerine getirebilmiş olmaktan dolayı aslında koparabilirlerse bir aferin koparmak. Sonuçta bu yeni sistemin ruhunu idrak etmiş bakanlar kimin gözüne girmeleri gerektiğini, kimi eylemeleri gerektiğini çok iyi biliyorlar.

Bu esnada ülkede seçmenlerse, bir yandan kadın, işçi ölümleri, liyakatsiz mülakatlarda kaybettirilip, intihara sürüklenerek bu hayattan elenenler, haksız zenginleşme odaklı kentsel dönüşüm projeleriyle yerinden edilenler, depremde enkaz altında boğulan yardım çığlıklarını duyup da yardım edemeyenler ve buna karşın duyduğunu inkâr edenler, kurutma makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalışırken içerideki odada ölüme gidenler, kan kusup kızılcık şerbeti içenler, öte yandaysa Kürtleri, Alevileri, gayrimüslimleri önlerine bir eksi koyup, toplumdan çıkarmayı kendilerinde hak görenler, fakat bu sırada kendi çıkarlarını herkesin önüne koyanlar, makam için istifa edip, ihmalleri için en ufak bir vicdan azabı duymayanlar, millet pazarların çöpünden yemek toplarken, kendileri altlarında son model arabalar, kollarında ev değerinde saatlerle gerekirse kuru soğan yeriz diyenler ya da kokain çekip, pudra şekeri diye yutturmaya çalışanlar olarak bölünmüş durumda… Buradan sonra iktidar ve toplumun farklı kesimleri arasındaki ayrışma giderek bir uçurum halini aldı. Geldiğimiz nokta seçmen olarak söylemek istediklerimizi söylemek yerine, susup kaptan şoföre teslim olmamız bekleniyor.

Sona gelirken videoya dönüp, Emine Hanım’ın “Kaptana uyacaksın,” diyen Erdoğan’a cevabını da hatırlayalım: “Yalnız bu araba benim.” Şimdi yavaş yavaş seçime yaklaşırken, belki de uzun zamandır iktidarla ilk defa bu kadar çok insan hemfikir. Hemfikir olduğumuz konu şu: Bu seçim gerçekten de bir yol ayrımı. İçinden çıktığı topluma kulaklarını tıkayarak, seçmen iradesini hiçe sayıp, kendisini toplumla beraber yol alan bir kaptan değil de, arabanın/ülkenin sahibi ilan edenlerle bir yol ayrımı. Kendisi gibi düşünmeyeni, kendisine yönelik en ufak demokratik muhalefet sözlerini dahi çapulculuk, vatan hainliği, teröristlik, sürtüklük gibi ithamlara maruz bırakanlarla bir yol ayrımı. Bu araba kimin? İlla birilerinin olmak zorunda mı?

Nebati’ye dönersek, Nebati aslında koyun etinin ucuz olduğunu, ancak çocukların koktuğu için yemediğini, Türkiye’nin damak zevkinin değiştiğini söylüyor. Dolayısıyla bu seçim bize kimin neleri layık gördüğüyle ve aslında bizim kendimize layık gördüklerimizin ne kadar örtüştüğüne ilişkin. Şayet seçim koyun eti yiyip yememek konusunda olsaydı, koyun etini sevdiği için yiyenler ve sevmediği için yemeyenler olarak kolaylıkla ikiye ayırabilirdik. Oysa Nebati’nin sözlerinden şunu anlıyoruz: Bu iktidar koyun etini sevdiğimiz için yememizi-tercih etmemizi beklemiyor. Bizi düşürdükleri darboğazdan dolayı kokmasına, sevmememize rağmen sırf ucuz olduğu için koyun eti yememizi bekliyor. Bu noktada sevdiklerimizi tercih ettiğimiz değil, maruz kaldığımıza rıza göstermemizi buyuran bir dilden söz ediyoruz. Taleplerimizi bir kenara bırakıp bize verilenlerle yetinmemizi buyuran, böylece sorunların gerçekten bir sorun olmadığını göreceğimizi ifade eden bir zihniyet bu.

Bitirirken Erdoğan’ın Emine Hanım’a cevabını da ihmal etmek olmaz. Emine Hanım “Araba benim,” derken, Erdoğan “Arabanın kimin olduğu önemli değil, direksiyonda kim var o önemli,” diyor. Bize de yirmi bir yılın özetini bu cümleyle hatırlatmış olsa gerek. Demokrasisi oturmamış, hukuk sistemi siyasallaşmaya müsait, sınıfsal eşitsizliğin giderek derinleştiği bir ülkede, bütün bunlar yeniden tutarlı, herkese eşit olarak uygulanan bir norm haline gelene kadar, yani bugün geldiğimiz noktada direksiyonda kimin olduğu önemliymiş meğer. Buradan hareketle, yaşananlara dair tanıları ve öngördüğü sonuçlar hatalı çıkan Sayın Nebati’nin bu kez haklı çıkıp çıkmayacağını 14 Mayıs akşamı göreceğiz. Görelim bakalım bu milletin damak zevki değişmiş mi? Elbette seçim bir mutlu son değil. Zira elimizde yeni, yerli ve milli olduğu, rengini içinden çıktığı Anadolu’dan aldığı iddia edilen ama perte çıkmış bir arabanın plakasını taşıyan bir araç var. Seçimden sonra sürerken yağ gibi akmayacak, orası da belli. Arızalarını bildiğimiz ama tamir etmediğimiz bir arabayla yola çıkıp yağ gibi akmasını yüz yıl bekledik. Şimdi önce tamir edelim edelim ki ağzımın tadı yerine gelebilsin.


[1] Kutuplaşmış bir toplumda kiminle özdeşleştirildiğimiz oldukça hassas bir konu halini alabileceğinden toplumu metaforik olarak Emine Hanım gibi Erdoğan’ın bu kadar yanı başında bir isimle anıyor olmak rahatsızlık yaratabilir. Bu bakımdan Emine Hanım’ın toplumu yansıtma kapasitesi sorgulamaya açık olsa da toplumu da yekpare bir bütün olarak görüp safi AKP dışı veya karşıtı diyemeyiz.