Bütün Mümkünlerin Kıyısında

14 Mayıs seçimlerine birkaç gün kaldı.

6’lı Masa’nın öncülüğündeki muhalefet, ona haricen destek veren sosyalistler ve Kürt hareketi ile birlikte oldukça geniş tabanlı ve geniş meşruiyetli bir blok oluşturdu. Hatta belki diyebiliriz ki, 2. Meşrutiyet’ten bu yana, ilk defa böylesine büyük bir muhalefet cephesi, birliği ve kardeşleşme umudu ortaya çıktı. Hem nitel hem de nicel büyüklük karşısında, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın sandık aracılığı ile seçimi kazanma imkânı neredeyse tümüyle ortadan kalkmış görünüyor.

Sandıkla kazanma ihtimalinin ortadan kalkmış olması mesabesinde, AKP ve Cumhur İttifakı’nın “diğer” planlarının da hâlâ masada ve birtakım devletlunun kalbinde olmakla birlikte, 2015-2018 yılları arasındaki sonuçları vermeyeceğini ve hastayı tümden masada bırakacağı için gayri nizami seçim tekniklerinin tatbikinin, bizzat AKP eliti tarafından yürürlüğe sokulmadığını düşünüyorum.

AKP’nin 2015 Haziran seçimlerinden sonra büyük bir kararlılıkla yürürlüğe soktuğu, gayri nizami seçim teknikleri, 2015 ve 2018 seçimlerinde kullanıldı ve sonuç alındı. Benzer yöntemlerin uygulanacağına ilişkin endişeler 2018’den beri konuşuluyor, hatta devlet/hükümet/ittifakın içindeki belli odaklar geçtiğimiz yıl gerçekleşen Taksim bombalaması ve sonrasında Sinan Ateş cinayetini muhtemelen gayri nizami seçim tatbikatı olarak yapmadılarsa bile, asıl amaç seçimlere dönük olarak ülkeyi terör ve şok dalgasına sürüklemenin provası değilse bile, kamuoyu, hikâyeyi buradan gördü ve bu kez bayrağın ardına geçmeyeceğini açık seçik beyan etti. Üzerine 6 Şubat depremleri gerçekleşip Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve tek adam rejiminin aslında ve yalnızca bir iç savaş ve gayri nizami harp organizasyonu olduğu ortaya çıkınca, AKP büyük bir meşruiyet kaybına uğradı ve gayri nizami harp ve seçim tekniklerini uygulamak için gerekli olan, minimum düzeydeki kamuoyu desteğini bir türlü mayalayamadı.

Dolayısıyla, seçimlere birkaç gün kalmışken, AKP siyasi gücünü yitirmiş, operasyonel kabiliyetlerini de tüketmiş bir siyasi hareket. Bunun elbette tarihsel güncel birtakım sebepleri var. Birincisi AKP yirmi iki yıllık metal yorgunu bir parti; ikincisi tek adam rejimi orta sınıfları eritti ve AKP oligarşisinin etrafında birikmiş çok küçük bir azınlık dışında, halkın tamamı enflasyon ve pahalılık altında eziliyor; üçüncüsü AKP o kadar saçma bir tek adam rejimi kurdu ve devleti o derece tasfiye etti ki, mafya bile devlet nerede, adalet nerede diye ortalıkta gezinir oldu.

Süleyman Demirel’in meşhur “Türkiye siyasetinde yirmi dört saat çok uzun bir süredir,” veczini ihtiyat şerhi olarak düşerek, AKP’nin ilk on beş yılında iktidarı almasını sağlayan siyasi gücün 15 Temmuz sonrası süreçlerinde tükendiğini, sonraki altı yılda iktidarı elinde tutmasını sağlayan cebri gayri nizami operasyonel kuvvetin ve onun OHAL hukukun miadının da dolduğunu kesin bir şekilde söyleyebiliriz.[1] Dolayısıyla, AKP’nin iki temel iktidar kaynağının tümüyle bittiğini ve pazar günü seçimleri kaybedeceklerini tahmin etmek, bir kehanet değil neredeyse siyasi bir olgu.

AKP’nin asıl ve ilk amacı elbette seçimleri kazanmak ama “diğer” planı ise terör ve şok değil, dengeli gerilim ve manipülasyonlar yolu ile hezimetsiz bir yenilgi alarak, 2002 seçimlerinde ANAP, DYP, DSP’nin başına gelen bozgunu yaşamamak. Ki bu “diğer” plan aynı zamanda büyük bir suç ortaklığı dayanışması olan AKP için uygulanması kolay, toparlayıcı ve sürdürülebilir bir plan. Hele hele tekrar parlamenter sisteme dönülmüş bir Türkiye ve MHP yükünden kurtulmuş bir AKP elbette Tayyip Erdoğan’ın herhalde en büyük rüyası.

Bütün bu süreç boyunca, devletin asıl sahipleri, Kılıçdaroğlu’nun Kürt olmasını, Alevi olmasını, Kürtler ve sosyalistler tarafından desteklenmesini sindirmekte güçlük çektiler. Hatta pek çok açıdan da sindirememiş görünüyorlar. Geçtiğimiz pazar günü, CHP mitinglerini Erzurum’da taşlayan, Trabzon mitinginde de şeytan taşlama çağrısı yapan  güruh bundan 103 yıl önce yine aynı güzergâhlarda önce Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Erzurum’da taşlamış, Trabzon’da da boğup denize attıktan sonra, Meclis’te “yaşasın Erzurumlular” diye selamlanmışlardı. Akabinde, üniter Türkiye’nin hükümeti Ankaralı olsa da derin devleti, Elazığ, Erzurum, Rize, Trabzon eyaletlerinde inşa edilmişti.

Ne var ki, AKP kadar büyük olmasa da, onun asıl ittifakı olan devletlu zinde güçler, provokasyonlarını ve Osmanlı oyunlarını sergilemeye can atsalar da bunu gerçekleştiremiyorlar, bunun sebebi asıl olarak, AKP ve Saray’daki fetretin, Soylu-Damat fayının ardından, Soylu-Akar hattını da harekete geçirmesi, ki tam da bu yüzden Erzurum’da olan bu sefer Erzurum’da kalmadı, Meclis “Yaşasın Erzurumlular” nidasıyla coşmadı, bunun yerine, provokatör olarak tutuklanan bir askerî personelin “FETÖ’cülük”ü üzerinden, saraydaki iç savaş daha da derinleştirildi. Böylelikle, Trabzon’da münferit saldırılar ve sosyal medya çağrıları ile hazırlanan provokasyon sath-ı maili de boşa düşmüş oldu.

Trabzon mitinginin “olaysız” bittiğini duyduğumuz şu dakikalarda, YSK’nın jandarma ve polisin seçim verisi toplama/işlemesini kesin olarak yasakladığına ilişkin bir başka (Soylu için kara) haber daha gündeme düştü. Tüm bunlara bakarak, devletin derin, sığ, yasal, cebri bütün aparatlarının hafta sonuna kadar tansiyonu düşüreceklerini ve en azından son birkaç günde yasaları çiğnemekten imtina edeceklerini düşünebiliriz.

Dolayısıyla, AKP ve Tayyip Erdoğan hezimetsiz yenilgi pozisyonu için alçalmaya geçerken, derin devlet de Şeyh Galip’in “her renge gir de renk verme / mirat-ı safaya jeng verme” dizelerindeki çağrıya uyarak, üzerindeki yerli-milli deriyi atmaya ve kendini yeni iktidarın renklerine boyamaya hazırlanıyor gibi görünüyor.

Gezi’den bu yana dozu giderek artan karabasan, bütün yurttaşları canından bezdirdi ve AKP elitinin oligarşik yapısının Cumhur İttifakı’ndan nemalanan kimi gruplar hariç, özellikle Kürtler, kadınlar, öğrenciler, LGBTİ+ bireyler, yoksullar, akşamları iki bira alamayıp yaş mayadan alkol üreten piizciler, faturalarla beli bükülen esnaflar, dağları-köyleri-vadileri-nehirleri talan edilen ve ürünleri beş para etmeyen köylüler, büyük bir değişim bekliyor. Yirmi bir yıllık AKP iktidarı ve onun mukaddimesi olan 24 Ocak Kararları’ndan bu yana sürdürülen neoliberal politikalar ülkeyi her bakımdan ama bilhassa iktisadi olarak gerçek bir enkaza çevirdi. Bu kadar büyük umutları karşılamak, bu enkazın altından kalkmak gerçekten çok büyük bir iş.

Büyük umutlara kapılmak herhalde şu an itibarıyla anlamsız, o bakımdan bence bu seçimleri, seçimlerin siyasi yapısını ve ittifakların yönelimlerini ve vatandaşın beklenti seviyesini en iyi boylayan veciz “bu seçimler cennetin kapılarını açmak için değil, cehennemin kapılarını kapatmak için” söylemi.

Öte yandan, cehennemin kapıları AKP’nin iktidara geldiği herhangi bir tarihte açılmadı, daha eskisi bir yana, 2. Meşrutiyet’in bir darbe ile askıya alınması ve Cumhuriyet’in bütün tarihinin bir talan ve olağanüstü hal rejimi haline getirilmesinin yüz yılı aşan bir tarihi var. Dolayısıyla, 14 Mayıs’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki Millet İttifakı kazandığında cehennemin kapıları kapanmış olmayacak, cehennemin kapılarının kapatılmasının imkânları ortaya çıkmış olacak ve o hep söylediğimiz gibi “bu daha başlangıç” olacak.

Zira, yeni rengini almaya hazırlanan derin devlet, işsiz kalacak troller, ihaleleri kesilen müteahhitler, tatlı hayatları kesintiye uğrayacak olan havuz canlıları, güvenlik bürokrasisinin yerli ve milli unsurları ve tabii din-i mübinimizin garantörleri tarikatlar kaybettik deyip, karalar bağlayıp oturmayacaklar; şimdi aşikâren ama eskiden suret-i haktan görünerek yaptıkları gibi, siyasi iktidarın yeni biçimine kendilerini uyarlamaya çalışacaklar.

Ki Meral Hanım’ın masayı devirip geri dönmesi, Ağıralioğlu’nun istifa etmesi, İYİ Parti Ekonomi kurmayı Bilge Yılmaz’ın beşli çete ile yapılan anlaşmalarla ilgili “devlette devamlılık esastır” vurgusu (üstelik liberal bir iktisatçı olarak) yapması, ulusalcı görünen pek çok unsurun aslına rücu etmesi, cehennemin kapısındaki tertibatın ne kadar akışkan, dönüşüm ve transformasyon gücünün ne kadar yüksek olduğunun ipuçlarını bize veriyor.

Dolayısıyla, bütün mümkünlerin kıyısındayız. Bu mümkünler arasında, cehennemin kapılarının kapatılması da, cehennem zebanilerinin başkalaşım geçirmesi de var. Hangisinin imkân dahilinde olacağı ise, büyük Türk düşünürü Sedat Peker’in de dediği gibi “halkın muhalefetine bağlı”.


[1] Şimdi AKP ve MHP’nin emrinde bulunan ama 1915-1919 yılları arasında İttihatçılık, erken Cumhuriyet boyunca Kemalist blok, 1950’lerden sonra da paramiliter sağ muhafazakârlık ile Kemalist Baasçılık arasında salınan “sivil” ve zinde güçler halen ayakta ve 1913 Bab-ı Ali Baskını’ndan bu yana, memleketin bütün siyasi renklerinin hem fiziken hem de siyaseten kanını emerek, iyice semirdi, saçaklandı ve gelişti. Şu anda yalnızca bir meşruiyet sorunu var.