İmamoğlu İkinci Erdoğan mı?

Zor zamanlardan geçiyoruz... Dünya literatürüne girecek öznellikte bir otoriterleşme dalgasıyla karşı karşıyayız. Fakat ardından şafağın sökeceği bir alacakaranlığı yaşadığımızı umarak da sabrediyoruz… Aklımızla dalga geçilmesine sabrediyoruz. Her gün daha da gözümüze batan adaletsizliklere sabrediyoruz. İktidar hırslarıyla enkaza çevirdikleri bir ülkeyi görmeye sabrediyoruz… Sabrediyoruz çünkü toplum, modern benzerini ancak cunta dönemlerinde görebileceğimiz şekilde devlete karşı kendini güçsüz hissediyor. Ve tebaa değil, vatandaş olabilmenin son kalesi seçmen kimliğimize sıkıştık. Epeyce zaman önce hallettiğimizi düşündüğümüz egemenliğin kaynağı meselesine kadar mevziiyi geriye çektik, oy pusulalarına ziyadesiyle haşin davranacağımız seçimi bekliyoruz.

Diğer yandan rejimin bekçileri de bu mevziiyi daha sıkı çevreleyerek muhalefetin kendi içine doğru sıkışmasına çabalıyor. Ve tüm bu hengâme arasında toplum, hikâyenin sonunda bölüm sonu canavarını yenip prensesi kurtaracak kahramanını seçmeye çalışıyor. Fakat mevcut konjonktürde oyunun kurallarını değiştirme ayrıcalığına sahip iktidar da bu seçimi muhalefete bırakmamaya ant içmiş gibi. Bu alandaki son hamlesi ise kendi klasmanında bile oldukça sertti. Erdoğan’ın kuvvetle muhtemel en çekindiği aday olan Ekrem İmamoğlu her detayı incelikle ayarlanmış, ısmarlama olduğu Fizan’dan bile belli olan bir kararla mahkûm edildi. Daha doğrusu hükümetin karar sonrası reaksiyonlarından da çıkarım yapılabilecek şekilde siyasi yasak tehdidiyle bir nota verildi. Ve bir anda bütün gözler destekçilerini belediye binasına çağıran İmamoğlu’na çevrildi…

Bu İmamoğlu Erdoğan’a ne yaptı?

Puslu bir İstanbul kışında, çiseleyen yağmur altında, Saraçhane meydanına park etmiş vinçlerin arasından benim de gözlerim İmamoğlu’nun vücut dilini seçmeye çalışıyordu. Ortama ağır bir duygusallık hâkimdi. Herkes bu kararın seçim sürecinin ne kadar sert gececiğini bildiren bir işaret fişeği olduğu konusunda hemfikir gibiydi. İmamoğlu ise bu duygu yoğun atmosferde ağırbaşlı ve kelimelerini seçerek konuşmaya çalışan fakat coşkulu ve enerjik (hatta ikinci mitingde kürsü sunuculuğunu yapacak denli enerjik) bir havadaydı. Kendisine dar geldiği anlaşılan belediye başkanlığı gömleğini yırtmaktan, içindeki coşkun karakteri, vücut dilini kullanma hürriyetiyle kitlelere sunmaktan hoşnut görünüyordu (tam bu noktada İmamoğlu’na atfen “kaç yıldır seçim görmedi, çiğ metroyla besleniyor” meme’ini akıllara getiriyor).

Erdoğan’ın hamlelerine şaşırma hissi epeyce körelmiş bir toplum olarak dahi karardan birkaç gün öncesine kadar bu kadarını beklemeyenler sanırım çoğunluktaydı. Erdoğan’ın, gözündeki siyasal düşmanlık perdesi sıkı sıkıya kapanmış bir azınlık dışında pek kimsenin savunamayacağı bu kararı aldırması, hem de üzerine Erdoğan mitini inşa ettiği hikâyesini kendi elleriyle rakibine verme pahasına aldırması, rasyonalize etmesi epey zor bir hamle gibiydi. Fakat nihayetinde olan oldu ve Erdoğan bombayı 6’lı masanın üzerine bırakarak olay mahallini terk etti.

Erdoğan’ı bu bedeli ödemeye ikna eden temel motivasyonun üzerindeki sis perdesi de çok geçmeden aralanmaya başladı. Meselenin İBB yönetimini AKP’ye geçirmekten ziyade seçim iklimine girerken kendi tasarladığı siyasi denklemi bozabilecek, kendisini “başkan yaptırmayacak”lara karşı uyguladığı tarife olduğu iyiden iyiye faş oldu. Pragmatist sağcılığın reel siyaset okumasının muhalefetin bürokratik unsurlarından daha rasyonel olduğunu düşündürecek bir tavırla da bu kararla ne murat ettiklerini saklama gereği duymadılar. Fakat iktidarın bu dizayn çabası CHP’nin kurumsal planıyla da bir bağlamda örtüştüğünden ve yeni durumda da bu planı değiştirmeye hevesli görünmediklerinden bu durum muhalefet bloğundaki derin bir fay hattını tetikledi.

Ve siyasal alan hızlıca Kılıçdaroğlucular ve İmamoğlucular olarak kutuplaştı. Formel düzeyde ancak belli mesajlar üzerinden okunabilen bu kutuplaşma hali toplumsal tabanda daha sert seyretti ve birtakım ithamlar ortaya dökülecek uygun ortamı buldu. Bu ithamların muhatabı genellikle Kılıçdaroğlu olsa da İmamoğlu’na yönelik bir itham da kamusal olarak daha fazla dolaşıma girdi. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyenler arasında İmamoğlu’na dair güvensizliklerin meşhur “2. Erdoğan” benzetmesiyle ifade edilmeye çalışılması da ivmesi birden artan aday tartışmalarıyla birlikte kulaklara daha sık çalınır oldu.

Bu yargıların gerekçeleri ise çeşitli; muhalif kitlede yoğun çağrışımları olan Karadenizli bir müteahhit olmasından siyasete merkez sağ bir gelenekten girmiş olmasına, egosunun yüksek olmasından popülist olmasına kadar geniş bir skalada Erdoğan benzetmesi gerekçeleri mevcut. Her ne kadar sosyopolitik cemaatine kapanma ikliminden muhalefet seçmeninin de azade olmadığını ve korelasyonların kalıp yargılarla nasıl nedensellik olarak algılanabileceğini gösteren gerekçeler de olsa, siyasetin kaotik doğasında geleceğe dair “asla” ile başlayan cümleler kurmak zor.

Özellikle de son oluşan denklemde İmamoğlu CHP örgütlerini kaybetme pahasına sine-i millete döner ve bu sürecin sonunda “Büyük Kurtarıcı” olmayı başarırsa hem halefi iktidar tarafından hem de konvansiyonel muhalefet tarafından haksızlığa uğramış payesi alabilir halk tarafından. Lider kültüne aracısız bağlı ve siyasal katılımı düşük halk yığınları denklemi de örneğini çok sık gördüğümüz otoriter rejimlerin toplumsal temelini oluşturmaya oldukça meyyal olabilir. Fakat tüm bu farazi projeksiyonda dahi İmamoğlu’nun güç zehirlenmesi yaşayacağı veya siyasal ufkunun Erdoğan’la benzeştiğine dair bugünden bazı ipuçları almalıyız ki endişelenmek için haklı gerekçelerimiz olabilsin.

İmamoğlu’nun “Yeni Erdoğan” olmayacağına nasıl güveneceğiz?

Öncelikle böyle kestirme benzerlikler üzerinden analiz yapmanın vakaların öznelliklerini kavrayışımızı önemli oranda azalttığını belirtmek gerek. Sonuçta Erdoğan’ın kendi dahi siyasal hayatının tam kontrol sahibi olmadığı kırılma anlarında şansı yaver gitmeseydi şu anda Erdoğan deyince anladığımız kişi olmayabilirdi… Bu parantezi bir kenara koyarsak, bu yakıştırmanın neleri ima ettiği de çok müphem değil diğer yandan. Sağcı değerler soslu bir tek adamlaşma olarak tarif edilebilir aşağı yukarı. Peki, bu ithama gerekçe olarak sunulan başlıklara bakarak adım adım gitmeye çalışalım:

Memleketi, mesleği, geldiği sosyopolitik iklim

İnsan türünün çevre ve şartlar tarafından şekillenen sosyal bir varlık olduğu aşikâr. Fakat bu tarz sosyal çevremizden miras alınan özellikler üzerinden eleştiri üretmek hem büyük genellemeler ve sosyopolitik empati eksiklikleri içeriyor hem de birey olarak var olma hakkını muhatabına tanımıyor. Neticede bu bağlamlardan argüman kuranlara “Laz Müteahhit” tarzı ifadelerin de ırkçı bir aşağılama olduğunu hatırlatmaktan öte çok da söylenebilecek bir şey yok gibi.

Egosu yüksek ve hırslı olması, eleştiriye katlanamaması vb.

İmamoğlu’nun karakteri ve siyaset yapma biçimine vurgu yapan bu tarz eleştirilerde bazı kavramlar birbirine karışmaya çok meyilli olabiliyor zannımca. Coşkusu hırsına, bulunduğu ortama rengini veren sosyal aurası da egosunun yüksekliğine yorulabiliyor. Eleştiriye kapalılık bahsinde ise Karadeniz gezisi sonrası gelen tepkileri göğüsleme şekli sıklıkla örnek veriliyor. Gezinin davetlilerine yönelik eleştirilere ithafen yaptığı, dışlayıcı olmamalıyız ana fikirli bir konuşmada bunun stratejik olarak da doğru olmadığını anlatmak için “akıllı olmalıyız” ifadesini kullanması fakat yanlış vücut dili kullanımının da etkisiyle ifadenin “akıllı olun” gibi bir yere çekilmesinde İmamoğlu’nu doğrudan suçlamak haksızlık olur.

Fakat eleştiriler ne kadar orantısız olursa olsun demokrat bir siyasetçi sorumluluğuna uymayan “vız gelir tırıs gider” çıkışına ise hak vermek mümkün değil. Nitekim kendisi de bu ifadeden dolayı özür dilemekten kaçmadı. Nihayetinde eleştiriye açık olmanın politik çıktısı kompleks yapmayıp hatalarından ders çıkarabilmekse, İmamoğlu’nun bu anlamda algılarının açık olduğunu düşünüyorum. Ve eleştiri kaldırma bahsinde erken dönem Erdoğan’dan dahi ayrıldığı önemli bir gösterenin de kendisinin popüler bir mizah figürü olarak kullanılmasıyla barışık olmasını sayıyorum. Neticede kudretlerini mistifiye etme teamülleriyle diktatörlük heveslilerin mizaha düşman olması siyaset biliminin en geçerli eşitliklerinden biri olsa gerek.

Popülist olması

Popülizmin sacayağını betimlemeye çalışırsak; söylemde tribünlere oynamak, icraatlarda kısa vadeli pragmatik çıktıları önemsemek ve klientalist bir ağla toplumla ilişkilenmek olarak tanımlayabiliriz sanırım. Peki bu bağlamlarda İmamoğlu’nun popülist bir siyaset yürüttüğünü düşündürecek bir done var mı elimizde?

Elbette ki kavramın avami çağrışımı bağlamında hiçbir lider her düşündüğünü, düşündüğü şekilde halkın karşısında söylemez. Çok farklı değer setleri olan, çok farklı göz tarafından izlendiği bir podyumda olduğunu bilerek konuşmak durumundadır. Sonuçta demokratik siyaset bir rıza devşirme alanıdır. Ve bu anlamda da birleştirici ortak değerlere vurgu yapan, söylemde ve dozunda bir popülizmin de gerekli olduğu düşünülebilir.

Nitekim İmamoğlu’na popülist yakıştırması yapılacaksa kavramın ancak bu sınırlı anlamıyla anlaşılması gerekir. Fakat İmamoğlu’nun İBB’deki yönetim anlayışına baktığımızda popülist bir yönetim modeline Türkiye şartlarında olabildiğince uzak olduğunu görebiliriz. Zaten sempatisine mazhar olduğu kesimler açısından da kurumları laçkalaştıran popülist bir liderin aksine kurumsallaşmanın ne demek olduğunu bilen ve öneminin farkında olan bir kamu insanı profiliyle takdir topluyor İmamoğlu. Ayrıca onca siyasi baskıya rağmen işleri liyakat esasıyla delege etmeye çalışması da İBB’nin çalışmalarını ve kadrolarını takip edenlerin malumu olsa gerek.

Sağcılığı

Her ne kadar sağ-sol kavramlarının açıklayıcılığı çok kısıtlıysa da memleketin siyasi yelpazesini tek bir x eksenine göre konumlandırmak hâlâ modası geçmemiş bir alışkanlık. Özellikle de bu eksenin solunda bulunduğuna inanan bazı kesimlerde İmamoğlu’na yönelik sağcı eleştirilerine ekseriyetle rastlanabiliyor. Bir siyasal duruş atfetmek gerekirse sosyal demokrat ve benzeri bir pozisyonda tanımlanabileceğini düşündüğüm İmamoğlu’nu sağcı olarak kodlamayı ise ideolojik taassubun ötesinde açıklamakta epeyce zorlanıyorum. Nitekim İmamoğlu’nun mevcut olağanüstü şartlar altında şu zamana kadarki performansına baktığımda “şu sağcı kararı aldı şöyle yapsaydı solcu bir karar almış olurdu” gibi doğrudan mantık yürütmeyle dahi bir örnek bulamıyorum. Bulabilen beri gelsin.

Bu sebeple İmamoğlu’nun sağcılığına delil olarak Alparslan Türkeş, Erbakan gibi sol camianın hayırla yad etmediği figürleri anmak ya da “Yasin okuyabilmek” gibi sembolik hareketler kalıyor yalnızca elimizde. Bu tarz durumlar da İmamoğlu’nun yerleşik rakip siyasi kampları varoluşsal olarak dışlamayan, uzlaşmacı üslubunun liberal, hatta kavramın iğdiş edilmiş haliyle “liboş” olarak tanımlanmasına sebep oluyor sanırım bu cenahta. Bu durumun sağcılık eleştirisine argüman olarak sunulması da Türkiye solunun bir kesiminin Türkiye’nin politik ikliminde ve başkanlık sistemi matematiğinde siyasal sorumluluk iddiasından ne oranda uzak olduğunu göstermesi bakımından üzücü. Dahası kavramın ideologları ve liberal hakları için büyük bedeller ödemiş kitleler için de ne talihsiz bir hatırlanma…

Sonuç olarak, temsilî demokrasilerde siyasal liderleri peşinden sürüklenecek ulu kişiler değil, kendi politik amaçlarımız doğrultusunda somut çıktılar üretmesi için destekleyeceğimiz işlevsel enstrümanlar olarak görmek ve bu bakışımızı da siyasetçilerin hatırında tutmamız gerekir. Bu bağlamda sosyal adaleti, kamucu perspektifi, bilginin kılavuz olduğu şeffaf ve liyakate dayalı bir yönetim modelini savunanların İmamoğlu siyasetine rezerv koyması gereken bir durum görünmüyor açıkçası ufukta…

Ayrıca belli ki politikacı yetilerindeki parlak performansı bu savunduğumuz değerleri toplumun en geniş kesimlerinin diline tercüme edecek kişi olma hüviyeti kazandırıyor ona. Ve toplumun geniş kesiminin kendi hayatlarında yıllardır deneyimledikleri adaletsizlikleri siyaset sahnesinde yaşamakta olan bir lider olarak da ülkenin gidişatıyla kader birliği yapmış durumda…

Bu yüzden, önümüzdeki politik manzaranın malum durumunda hukuki formülasyonu nasıl ayarlanırsa ayarlansın, İmamoğlu’nun hikâyesini ve kitle iletişim becerilerini en ön safta kullanmak durumundayız. Aksi takdirde muhalefet cephesinin karar vericileri taksirle de olsa bir demokrasinin ölümüne sebebiyet vermekten tarih önünde suçlu bulunacaklardır.