15 Mayıs sabahı muhalefeti destekleyen herkes gibi, “üstümden kamyon geçmiş gibi” bir halde uyanıp sosyal medyaya girdiğimde muazzam bir yılgınlık ve çöküş haliyle karşılaştım. Aynı şekilde arkadaş WhatsApp gruplarımda öfke, üzüntü ve en fenası bir yılgınlık hali mevcuttu. Neredeyse 24 saat sandık başlarında görev yapan arkadaşlarım arasında gayet anlayabildiğim bir şekilde ülkeden gitme niyetlerini dillendirenler oldu. İsteseler birikimleriyle, kariyerleriyle elli defa bunu yapabilirlerdi, ama seçimlerde görev almayı tercih etmişlerdi. Seçimin ertesi günü ikinci turda görev almayacaklarını belirttiler başta.
Ben bu yazıyı düzelterek yazıyorum. İlk haline hâkim olan düşünce, kaybedebiliriz ama yine de var olduğumuzu, irademizi, haysiyetimizi ortaya koyacağız şeklindeydi. Duygulu, dokunaklı ama bir bakıma peşinen yenilgiyi kabullenmiş bir ruh hali hâkimdi.
Fakat muhalif kesimlerin üzerindeki bu ölü toprağı kalkmaya, kara bulutlar ağır ağır dağılmaya başlıyor. Bu kez müşahitlik yapmayacağını söyleyen arkadaşım kararından döndü. İlk turda müşahitlik yapmayan, ikinci turda oy kullanmayacağını söyleyen bir başka arkadaşım bugün müşahitlik başvurusu yapacak. Ben yazımı yeniden yazıyorum, irade ve haysiyet vurgusunu sürdüreceğim, ama rotayı yenilgiyi kabullenmekten kazanmaya çevirerek. Bunlar benim kendi hayatımda ve yakın çevremde şahit olduklarım. Eminim hepimiz benzer durumlara çevremizde rastladık, rastlıyoruz. Bu karamsar ruh halinden çıkmak çok önemli. Erdoğan seçim gecesi kazanmadığı halde balkon konuşmasını bizi o karamsar ruh haline sokmak, irademizi teslim almak için yaptı pek tabii ki. Teslim olmadığımızı göstermek için yeniden ayağa kalkıyoruz.
Bu işin güzel tarafı, bundan mutlu olmalıyız. Fakat baştaki yılgınlığın yerini yeniden aşırı duygusallığa, yer yer hayalperestliğe bırakması olası ki bunun emareleri de görülmeye başladı. Yılgınlık kadar bu ruh halinin de netice alamayacağını unutmamak gerek. Aşırı duygusallığa kapılmak yerine, bir saniye bile vakit geçmeden harekete geçmek gerek. Peki ne yapmalı?
Muhalefeti destekleyenlerin sosyal medyayı, dijital ortamları çok daha etkin kullandığını biliyoruz. Son günlere dek sesini çıkarmaktan endişe eden pek çok insan bile seçim günü yaklaştıkça düşüncelerini açıkça sosyal medyada dillendirmeye başladı. Atılan tweetleri, paylaşılan videoları, yazılan yazıları asla küçümsemiyorum, öyle olsa şu an bilgisayar başına geçip bu yazıyı yazmazdım zaten. Ama dijital hayat kadar “gerçek hayata” da dokunmanın vakti geldi de geçiyor.
Muhalefet partilerinin, CHP’nin parti örgütü olarak sandık başında yeterli organizasyonu sağlayamadığı açıkça görülüyor. Seçimde arkadaşlarım Çubuk’ta, (Kemal Kılıçdaroğlu’nun linç edilmekten son anda kurtulduğu Ankara ilçesi) bir bakıma AKP’nin kalesinde görev aldılar, bunu bilerek tercih ettiler. Bu tercihlerinin ne kadar doğru olduğunu deneyimlediler. Çankaya gibi bölgelerde muhalefete destek veren gönüllülerin ne kadar bolken Çubuk’ta ne kadar yalnız ve ne yazık ki çaresiz kaldıklarını anlatıyorlar. Oysa biliyoruz ki seçim ne sadece Çankaya’da ne de sadece Çubuk’ta kazanılıyor. Muhalefetin en güçlü olduğu yerler de, neredeyse var olmadığı yerler de son derece önemli. Kaybedilecek bir oya bile tahammülümüz yok! Değerli siyaset bilimci Cangül Örnek, “Üzülme zamanı değil müşahit olma zamanı,” derken ne kadar da haklı. Deniz Özturhan ise şöyle yazmış sosyal medya hesabında: “Dedem bizden yardım iste; sana ne lazım? Müşahit mi, IT’ci mi, sosyal medyacı mı, reklamcı, grafiker, influencer? Kapına yığılacağız.” Evet tam da muhalefet partilerinin, CHP’nin, kapısına yığılma vakti. İnsanları oy vermeye çağırmalı, onları cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemek için ikna etmeli ve hemen ardından oylarımıza sahip çıkmalıyız.
Erdoğan’a gönül vermiş bir dostum oyunu kullandıktan hemen sonra Ankara’ya gitti ve parti üyesi olmadığı halde seçim çalışmalarında görev aldı. Bizse, yani çoğumuz, iktidarın tekrar kazanması halinde hayatımızın ciddi sıkıntıya gireceğini düşünmemize rağmen oylar sayılırken belki beş yüz metre ötemizdeki sandığa gidip sayıma refakat etmeye bile tenezzül etmedik. Sosyal medyada en ateşli ifadeleri kullananlarımız bile! Ne yazık!
Sosyal medyamı seçim sürecinde aktif şekilde kullanmamdan mutlu olan, “Ne güzel yapıyorsun,” diye özelden mesaj atan arkadaşlarım! Çok teşekkür ediyorum. Anlıyorum, siz aynı şeyi yapmıyorsunuz. Bir değil, onlarca kişiyi etkileme imkânına sahip olmanıza rağmen bunu yapmıyorsunuz. Anlıyorum. O halde yapılabilecek başka şeyler var. Lütfen yaşadığınız şehirdeki muhalefet partilerinin temsilcileriyle ya da seçimler için organize olmuş sivil toplum örgütleriyle temasa geçiniz, seçim sürecinde nasıl bir görev almak gerekiyorsa onu alınız. Hani her şeyin darmadağınık olduğu zamanlarda, toparlanmak gerektiğinde söylenir ya, “herkes bir işin ucundan tutsun” diye. Tam da öyle bir haldeyiz. Herkesin bir işin ucundan tutması gerektiği andayız.
14 Mayıs akşamı belki de kimilerimiz seçimi kazanacağımızı ve bunu büyük bir keyifle kutlayacağımızı düşünüyordu. 15 Mayıs öğleden sonra İlker Aytürk, “Felek bize keyif değil mücadele yazmış. Bir Türk büyüğünün dediği gibi hayat hakkınız mücadeleniz kadardır,” diye yazdı. Mücadele eder “miş” gibi yapma değil, gerçekten de mücadele etme vakti gelmedi mi cidden? Bir başka siyaset bilimci, sevgili hocam Hikmet Kırık “Ben CHP’nin iletişim stratejisti olsam seçim sloganı olarak ‘Birleşe birleşe kazanacağız’ yerine ‘Yenile yenile kazanacağız’ derdim,” diye tweet attı. Evet ilk tur bittiğinde soyunma odasına üzgün giriyoruz. Bu tür durumlarda hocalar oyuncularının başlarını yukarı kaldırmak için, “İkinci devre sahaya sanki 0-0’mış gibi çıkın,” der. Etkili bir cümledir. “Biz de öyle çıkalım,” demeyeceğim, çünkü sonuç zaten 0-0. Erdoğan ilk turu %4-5 farkla önde kapattı, fakat ikinci tur buradan başlamayacak. Her şey yeniden, sıfırdan başlayacak. Bunu hepimiz biliyoruz aslında, ama belki de zafere, başarıya ve keyfe o kadar kitlenmiştik ve dolayısıyla gelen sonuç öyle bir düş kırıklığı yaratmıştı ki bunun farkında değildik, belki hâlâ da değiliz. İtiraf etmeliyim ki ben de değildim. Hikmet hocama katılıyorum, yenilgilerden ders almak, yenile yenile kazanmayı öğrenmek gerek. Ama şunu da unutmamak gerek: Yenilmedik!
Madem meramımı anlatmak için futboldan örnek verdim, yazıyı büyük bir hayranı olduğum Atiba Hutchinson’la bitireyim (Atiba’yı övme fırsatı bulunca bu fırsatı hiç kaçırmam!). Bazen düşünürüm, onu neden bu kadar seviyorum, asıl önemlisi de o sahada olduğunda neden içimi bir güven hissi kaplıyor, o varsa umut vardır diye düşünüyorum diye. Bunun elbette pek çok sebebi var, ama en önemlisi sanrım asla yılgınlığa düşmemesi, pes etmemesi. Skor ne olursa olsun mücadeleden kaçmaması, kaytarmaması. Ben onun sahada hiçbir zaman teslim olduğunu görmedim. Bunu elbette muazzam bir vazife bilinci ve sorumluluk anlayışıyla yapıyor. Ama bence bir şey daha var. O sahada rakibi karşısında yeteneği, gücü ve iradesiyle karşı karşıya bulunduğunun hep farkında ve sahada var olduğunu, rakip olarak var olduğunu göstermek istiyor. Ben rakip oyuncu olarak buradayım, mücadelemle, yeteneğimle, senin karşındayım diyor. İradesini ortaya koymaktan sakınmayan, haysiyetini her daim koruyan bir adama kim güvenmez ki! Kendimize güvenmek için de bundan başka yol olmadığı kanısındayım.
28 Mayıs Pazar günü Rıza Çalımbay’dan sonra tek formam olan Atiba Hutchinson’ın formasını giyeceğim ve muktedire, “Vardım, varım ve var olacağım,” diyeceğim. Herkesin aynı şeyi yapmasını dilerim.