Neoliberalizm ve Türkiye’nin Seçimleri Üzerine Bir Deneme

14 ve 28 Mayıs seçimlerinde muhalefetin hem cumhurbaşkanlığını hem de parlamentoyu kaybetmesi, birçok tartışmaya zemin hazırlamış görünüyor. İktidar partisinin kimlik siyasetinin bütün veçhelerini kullanmış olması, sonuçların ekseriyetle muhafazakârlık üzerinden okunmasını beraberinde getiriyor. Bu tartışmalar içerisinde tali bir yer işgal eden sorgulardan birisi ise muhalefetçe “iktisadın kabul görmüş ilkelerine geri dönüşü” vaat etmenin seçim sonuçlarını nasıl etkilediği. Bahsi geçen politikaların neoliberal iktisat politikaları olduğunu söylemenin yanlış bir yanı olmadığını düşünüyorum. Seçimden evvel iktidarın uyguladığı iktisat politikalarının neoliberal olup olmadığı başka bir tartışmanın konusu, ancak muhalefet tarafından uygulanacağı vaat edilen politikaların neoliberal iktisat politikaları olduğu tartışma götürmeyen bir gerçeklik. Bu yazıda, neoliberal iktisat politikalarını temele alan apolitik seçim stratejisinin muhalefetin kaybının önemli nedenlerinden birisi olduğunu iddia ediyorum.

Neoliberalizm, düşün dünyamızda oldukça geniş anlamları betimleyen “hibrid” bir kavram. Özellikle 2008 finansal krizinin ardından neoliberalizm kelimesini kullanmadan bir politik iktisat, sosyoloji veya siyaset bilimi makalesi yazmak olanaksız görünüyor.[i] Peki, nedir bu çok belirli veya müphem kavramın anlattığı, ilişikleri, birleşenleri ve elbette iktisadi görünümleri?

Neoliberalizm kavramının doğuşu 1940'lı yıllara dayansa da bu kavramın siyasa dizgesi olarak hayatımıza girişi iki petrol şokunun akabinde 1980'li yıllarda yaşanmıştır. Evvela neoliberalizm, klasik liberalizme bir analoji denemesi olarak sunulmuş ve temelinde "devletin daha az müdahaleci" olmasını savunduğu iddia edilmiştir. Bir başka ifadeyle neoliberalizm, özellikle iktisadi özgürlükler üzerinde bir tahakküm mekanizması olarak gördüğü işlevi refah devleti içerisinde günden güne perçinlemiş olan "Leviathan canavarı"nın, klasik liberallerin ona biçtiği yere çekilmesi çabası olarak sunulmuştur. Hakikatin böyle olmadığı çok geçmeden anlaşılacaktır. Özgürlüğün sözümona yılmaz bekçilerinden Milton Friedman, Şili’de askerî darbe ile iktidara el koyan Pinochet için iktisadi danışmanlık yapmıştı. Bir diğer "özgürlük savaşçısı" Hayek'in demokrasiye olan düşmanlığı ve savunduğu teknokrasi hükümetleri meşhurdur. Neoliberalizmin Türkiye’ye gelişi, birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi bir askerî darbenin akabinde gerçekleşti. 12 Eylül’den bugüne, neoliberal paradigmanın bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de güç kaybetmeksizin hâkimiyetini sürdürdüğünü söylemek yanıltıcı olmayacaktır.

Michel Foucault, 1979 yılında College de France'da verdiği ve “Biyopolitikanın Doğuşu” olarak isimlendirilen derslerde[ii], neoliberalizmin doğasının müdahalesizlik değil, belirli bir sınıf lehine "sürekli müdahale" demek olduğunun farkına varmış ilk düşünürdür. 1980 sonrası iktisadi ve sosyal hayatı incelediğimiz zaman, sermaye lehine sürekli müdahale tezinin izleklerine her yerde rastlıyoruz. Evvela tartışmamızın temelini teşkil eden neoliberalizmin iktisadi reçetelerinden başlayalım bu izleğe. Petrol krizini aşmak için "kemer sıkma programları" adıyla başlayan ve literatürde Washington Uzlaşısı[iii] olarak isimlendirilen, "bütün ülkeler için tek reçete" olarak sistematikleştirilen reçeteler neoliberalizmin Bretton Woods'tan devraldığı kurumlarca bütün dünyada uygulandı. Sonuçları anlamında başarısız olsa da bir dizgeyi hayata geçirebilmek anlamında bütün dünyada başarılı olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Finans sermayesinin altın çağ içerisinde girdiği kısıtlılık bunalımından bu sayede çıkmış ve kendi altın çağına girmiştir. Bu sayede neredeyse bütün ülke ekonomilerinde iktisadi dizgeler finans sermayesinin talepleri lehine şekillenmiştir. Bazı kimseler "onca talebe rağmen Çin parasını revalüe etmedi" diyecektir. Evet Çin göreli bir istisna teşkil etmiş olabilir, ancak sadece neoliberalizmin ilk veçhesi için.

İkinci veçhe, birçok ardışık krizle sarsılmış Washington Uzlaşısı'na bir çözüm getirmek gayesindedir; ismi Post Washington Uzlaşısı[iv] olan bu yeni dizgenin temelinde ise yine devleti belirli bir sınıf yararı uyarınca şekillendirmek vardır. "Kendi krizlerinden beslenen neoliberalizm"[v], ardışık finansal krizler neticesinde yeni bir dizge oluşturarak devleti dönüştürme projesinde bir ileri aşamaya gelmiştir. Bir önceki uzlaşının kilit cümlesi "serbest sermaye hareketleri" iken bu uzlaşının temelinde "yönetişim" sözcüğü vardır. Yönetişim, Sonay Bayramoğlu'nun cümleleriyle "siyasetten siyasaya geçiş"[vi] demektir. Artık elimizde bütün milliyetçi, sosyal demokrat, merkez sağ, demokratik sosyalist, hatta neo-faşist siyasal partiler için uygulanacak iktisadi politikaların bir şeması mevcuttur. Tam da bu değil miydi "anayasal iktisatçıların" istediği? Sadece anayasaya giremedi bu öneriler, ama harfiyen uygulandı. Bu dizgeden çıkmamak için ise büyük bir ihtişamla savunulan düzenleyici ve denetleyici kurumlar vardır. Bu kurumların tek gayesi, sermayeye kârlılığını sürdürecek imkânı sunabilmektir. Mücadele ettiği ise, en temelinde ve nihayetinde, başlangıcında ve sonunda emektir. Türkiye'de ana akım muhalefetin seçim boyunca "merkez bankası bağımsız olacak" demesinin, dolayısıyla emekten uzaklaşmasının ve seçimleri göz göre göre kaybetmesinin sebebi, bence 12 Eylül paradigmasının uzantısı olan Post Washington Uzlaşısı’ndan ve kilit kavramı olan yönetişimden uzaklaşmamış, dolayısıyla emeğe yaklaşamamış olmasıdır.

Neoliberalizmin devleti ve toplumu iktisadi olarak nasıl dönüştürdüğüne dair birkaç ufak ekle bu faslı noktalayacağım. Şüphesiz ki sosyal devlet yerle yeksan olmuştur. Emekçiler sendikasızlaşmıştır. Sermayedarın çıkarını korumanın güvencesi olan merkez bankası bağımsızlığı, emekçiler için bir seçim vaadine dönüşmüştür. Toplum büyük oranda apolitikleşmiştir, en nihayetinde, ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu! (Livorno ve Amedspor taraftarlarından özür dileyerek...)

Peki, toplum hareketsiz mi kalacaktır? Yani emeğin bu denli baskılandığı ve kapitalizmin altın çağında gördüğümüz emek hareketlerinin olmadığı bir dönemde kitleler yeni "sınıf"ı nasıl kuracaktır? Bu sorunun bir başka şekli, Marx’ın ifadelerinde “kendinde sınıf” olan birçok insanın neden o günler gibi örgütlenip “kendi için sınıf”a dönüşemediğidir. Neticede kendinde sınıf olan insanlar yaşamlarını sürdürüyor, ancak o insanların taleplerinin değiştiği de bir gerçek. Sosyalist sol siyaset feminist, LGBT+, etnik ve kültürel hareketleri "kimlik" siyaseti olarak küçümsediği ölçüde güç ve taban kaybediyor. Buna karşın devletin bu hareketlere verdiği yanıt, emniyeti değil, güvenliği önceleyen polis şiddeti. Erdoğan'ın Fransa'da yaşananlar için "sokak meşru bir hak arama yeri değildir" demesi ile Türkiye'nin bir kısım muhalefetinin "sokak AKP'ye yarar" demesi arasında ontolojik bir bağ ve kesişme olduğuna inanıyorum.

İyice sindirilmiş emek ve bunun yanında "kimlik siyaseti" olarak küçümsenen, küçümsenmesine karşın güçlü müdahalelerle bastırılan bütün toplumsal taleplerin en nihayetinde sermaye hilafına olduğunu düşünüyorum. Zira en ufak bir huzursuzluk, "sürdürülebilirlik" dehlizlerinde oyuklara neden olacaktır. Türkiye'de engellenen onur yürüyüşleri de, Fransa'da kanla bastırılan göçmenler de sınıftan uzak değildir, aksine bence kimlik talepleri sınıfın ta kendisidir. Evet, tatsız bir kavram olduğuna kani olduğum "post-modernite"nin bir veçhesi bireyselleşmedir, kültürün Amerikanlaşmasıdır, tek kültürlülüktür, hatta daha ileri götürelim, bugünün neo-faşist yönelimlerinin tamamı, neoliberalizme karşı neoliberalizmi güçlendiren tepkilerdir. Çünkü hedefinde olan "demokrasidir" ve neoliberalizm, demokrasiyi böyle öldürüyor. Bu tek tipliliğe karşı cinsel yönelimini, etnik kimliğini birincil önceliği yapanı nasıl sınıftan ari tutabiliriz? Toplumsal mücadeleler iktisadi temelden doğmadıkça sınıfsız mıdır? Mezkûr mücadelelerin bütünü, bireyleri politikleştirdiği, norm olarak sunulana karşı durduğu ve çok kutsanan istikrarı sarstığı ölçüde neoliberalizmin sosyal yüzüyle bir mücadele sunduğuna inanıyorum. Dolayısıyla, katı sınıf biçimlerini aşabilmiş, dinamik bir sınıf perspektifine ihtiyacımız var. İkinci kuşak feminizmin ünlü sözünden hareketle, “kişisel olanın politikliği” günümüzün gerçeğidir. Demokrasiyi yeniden kurabilmenin imkânı, kişisel olanın politizasyonunu topluma teşmil etmekten geçiyor. Türkiye’nin seçimlerini bir de bu gözle okumalıyız.

Ezcümle, muhalefet seçimleri, apolitik iktisadi reçeteleri içselleştirerek, “merkez bankası bağımsız olacak” gibi toplumda somut hiçbir karşılığı bulunmayan vaatlerle, toplumun politizasyonundan kaçınarak, en nihayetinde neoliberalizmden kopamayarak, göz göre göre kaybetmiştir. Toplumun istenci ve baskılamasıyla seçim döneminde “artık susmayan yorgun demokrat” görüntüsü veren ana akım muhalefet, yenilgiyle beraber hızla seçim öncesi sessizliğine ve parti içi hizip mücadelelerine dönmüş görünüyor. CHP’deki değişim tartışmalarını yönlendiren isimlerin aslında CHP içindeki “değişmeyenlerden” kurulmuş olması, CHP’den pek bir şey beklememek gerektiğinin bir diğer ispatı. Türkiye’de toplumsal muhalefet, uzun zamandır siyasal muhalefetin önünde seyrediyor. Bu nedenle siyasal muhalefeti dönüştürecek olan yine toplumsal muhalefettir. Toplumsal muhalefetin kuracağı siyasal muhalefet, toplumsal eşitsizliklerin olduğu bütün yerlerde olmalıdır. Çünkü toplumsal eşitsizlik neredeyse, hiç şüphesiz sınıf da oradadır. Birkaç örnekle perçinlemek gerekirse, evvela “iktisadın genel geçer ilkelerine” dönme çabasını bırakmalı, kurulacak yörüngenin yönü emeğe çevirmelidir. Zira Türkiye, tarihinin en büyük bölüşüm krizini yaşıyor ve iktidarın seçim sonrasında perçinlenen sermaye yanlısı tutumu bu krizi günbegün derinleştiriyor. Emekçilerin, sabit ücretlilerin bu derin bölüşüm krizinden en çok etkilenenler olduğu su götürmez bir hakikat. Siyasal muhalefet, emekçileri onur yürüyüşleriyle, feminist gece yürüyüşleriyle, cumartesi anneleriyle buluşturmak mecburiyetinde. Bütün toplumsal eşitsizlikleri yaşayanların evvela “kendinde sınıf” olduğu siyasal muhalefetçe kabul edilmeli ve “kendi için sınıf” olabileceği mücadelenin önü açılmalı. Yüzünü toplumsal eşitsizliklere dönmeyen apolitik muhalefetin gelecek için umut vermeyeceği 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ardından tartışmasızca suyun üstüne çıkmış durumda.


[i] Rodgers, D. (2018). “The uses and abuses of ‘neoliberalism’, Dissent, 65(1), s. 78-87. https://www.dissentmagazine.org/article/uses-and-abuses-neoliberalism-debate/

[ii] Foucault, M. (2015). Biyopolitikanın doğuşu, F. Taylan (Çev.). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

[iii] Rodrik, D. (2006). “Goodbye Washington Consensus, Hello Washington Confusion? A Review of the World Bank’s Economic Growth in 1990’s: Learning From A Decade of Reform”, Journal of Economic Literatur, 44(4), s. 973-987.

[iv] Öniş, Z. ve Şenses, F. (2005). “Rethinking the Emerging Post-Washington Consensus”, Development and Change. 36(2), s. 263-290.

[v] Dardot, P. ve Laval, C. (2022). Bitmeyen Kabus: Neoliberalizm Demokrasiyi Nasıl Ortadan Kaldırıyor?, F. Keskin (Çev.). Sel Yayıncılık.

[vi] Bayramoğlu, S. (2018). Yönetişim Zihniyeti: Türkiye’de Üst Kurullar ve Siyasal İktidarın Dönüşümü, 4. Baskı, İletişim Yayınları.