Margaret Atwood’un 1979 yılında yazdığı, Türkçe’ye Âdem’den Önceki Yaşam olarak çevrilen kitabında bir Elizabeth karakteri vardır. Biraz bu karakterden bahsetmek istiyorum, daha doğrusu ona benzeyen hallerimizden. Asıl olarak da politikadan.
Sosyal medyada aylardır peşinden sürüklendiğimiz bir dalga var. Cinayetlerin, ölümlerin, tecavüzlerin, kadınların, çocukların, köpeklerin, kız çocuklarının ve bebeklerin içinde olduğu bir dalga.
Sürekli tepki verir haldeyiz. Nefesimiz yettiğince sürekli haykırıyoruz. Yoruluyoruz, fakat devam ediyoruz.
Elizabeth iki çocuğu olan, evliliğinde mutsuz bir kadın. Kocasıyla ilişkisi çoktan bitmiş ve ikisi de hayatlarına aldıkları başka insanlarla nefes alanları yaratmışlar. Fakat kocası için değilse de, Elizabeth için böylesi koşulların olmadığı zamanlarda geçiyor roman. Elizabeth’in sevgilisi intihar etmiştir çünkü. Onun için kaçış yeri yoktur artık. Üstelik hayatına son vermiş olan birinin ağırlığı da vardır.
Bizim de kaçacak yerimiz yok. Bizim de üstümüzde başarısızlıkların, yanlışların, çaresizliklerin ve ölümler karşısındaki dehşetin ağırlığı var.
Hayat bütün gerçekliği ile karşımızda kara bir dağ gibi duruyor. İşte bu kara dağ karşısında nasıl yapmalı, daha çok konuşmalıyız. Zorlukları ve bedelleriyle, oraya nasıl gider, nasıl hazırlanır, nasıl tırmanırız?
Mücadele ve politik eylemi, canhıraş biçimde sürekli tepki vermek olarak yaşamak, sadece tüketici değil, geleceğe dair yapılacakların olasılıklarını erittiği için de tasfiye edici. Bir yere varıyor muyuz, belli değil. Hiç değilse geleceğe dair bir tuğla koyabiliyor muyuz, onu da bilmiyoruz. İtirazım tepki vermeye değil elbette. Fakat anlarda boğulan ve bizi hırpalayan geçici tepki verme hallerine.
Bugüne dair ve yarına dair güzergâhlarımız, politik stratejilerimiz yok. O politik stratejiler ki yediğimizden giydiğimize, konuştuğumuz dilden bedenlerimize kadar hayatımıza etki ediyor, hayatımızı tastamam belirliyor. Gramsci’den bakarsak, sol politik öznelerin, gündelik hayat (duygusal sahayı da içine alan sivil toplum) üzerindeki hegemonya yoksunluğunun sonuçlarını yaşıyoruz. Daha doğrusu gündelik hayatı hedefleyen siyaset noksanlığının sonuçları bunlar.
Elizabeth gibi istemediğimiz hayatların peşinden gidiyoruz ve kaçacak bir yerimiz olmadığı da aşikâr. Kolektif bir politik aktör olmanın canlılık ve dinamizminden yoksunuz. Çünkü politika yapmak neredeyse sadece “doğru söz”ü söylemeye ve haykırmaya indirgenmiş durumda - elbette bireysel düzeyde. Bu, eleştirel sosyal medya okuması üretemeyen sol bir yana, görselliği ve sözcükleri fetişleştiren yeni bir “post” kültürü içinde yaşamamızla ve bunu direnç göstermeden benimsememizle de ilgili. Politik eylem neredeyse sadece söze ve onu haykırmaya indirgenince ve haliyle dönüşüm yaratmaya yetmeyince, herkes kendi gettosuna daha çok kapanıyor.
Elizabeth gibi bizim için de var olan dışında alternatifi düşünmek o kadar kolay olmuyor. Çünkü düşünmekle, arzulamakla ve istemekle ilgili değil mesele. Her şeyden önce tarihsel ve maddi koşullarla ilgili. Fakat biraz haksızca da olsa işte bu alternatifi düşünmek, onu istemek ve arzu etmek kısmından bahsediyorum burada. Bir adım daha atarak –tek bir birey değil, koca bir kütleyiz çünkü– maddi koşulları biraz kendimizin yaratabilme ihtimalinden, daha doğrusu o maddi koşullar içindeki çelişkilerin yarattığı potansiyellerden bahsediyorum.
Durmaya ve ayaklarımızı sağlamca yere basmaya ihtiyacımız var. Uzun soluklu, biyolojik varlıklarımızla sınırlı olmayan, bizden sonrasına kalanları da hesap edecek siyasal stratejilerin olmadığı bir dönemi yaşıyoruz.
Teorik, kavramsal ve dolayısıyla pratik anlamında bizi uyanık tutacak, sorgulatacak ve sarsacak politik bir atmosferin yokluğunda, bunu hedefleyen çıkışlara ihtiyacımız var. Türkiye sol-sosyalist hareketinin, teorik yayın ve tartışma anlamında en kısır dönemlerinden birini yaşarken, kuramsal ve politik tartışmaları yeniden inşa etmenin aciliyeti çok bariz çünkü. Sınıf kuramsallaştırması başta olmak üzere din, devlet ve örgütlenme stratejisi üzerine yeni paradigmalar oluşturmak gerekiyor. Mesela sınıf, sermaye, iktidar ve beden süreçlerini belirlemesine rağmen toplumsal cinsiyete dublör muamelesi yapan paradigmalarla daha açıktan savaşmak mühim. Aynı şekilde, etnisite ve ırka kimlik siyaseti şemsiyesi giydirip, sermaye, kapitalizm ve devlet oluşum süreçleri dâhil, tüm bir baskı ve eşitsizlik mekanizmalarını kendi güdük okumalarıyla yorumlayıp ikincilleştiren anlayışlarla kavga etmek de.
Pek çok sahaya dair kuramsal ve stratejik tartışmalar yaratmak ivedi görünüyor. Örneğin, çoklu kriz dönemlerinde, toplumsal kitleler arasında rıza-baskı mekanizmaları nasıl işler? Var olan rejimler rekabetçi otoriter, neofaşist, ultra sağ gibi kavramlar etrafında yeniden tanımlanırken, bu rejimlerin ömrünü uzatan ya da tersine karşı direniş oluşturan özgün karakteristikler neler? Bunlara karşı nasıl bir politik örgütlenmeye girişmeli, eskisi ve yenisiyle neler olabilir? Toplumsal değişimin özneleri kimler/ hangi sınıf ittifakları: yoksullaşan emekçiler, orta sınıflar, prekarya ya da tüm baskı ve sömürü mekanizmalarının kesişimindeki azınlıklar?
Elbette burada kafa-kol emeği ayrımına bırakmadan, kolektif süreçlere yaslanarak geliştirilen teorik ve kurumsal tartışmalardan bahsediyoruz.
Dahası, seferberlikler yaratmanın arayışında olmalıyız. En yakın örneğini 6 Şubat depremlerinde gördüğümüz seferberlikler gibi. Böylesi seferberlikler, sistemin topyekûn askıya alındığı ve işleyemez hale geldiği, egemenlerin değil ezilenlerin kendi olağanüstü hâlini yarattığı kırılma süreçlerini tetikliyor. Eleştirilemez olan her şeyin topyekûn topa tutulabildiği, toplumsal enerjinin açığa çıktığı bu süreçlerin kıymetini bilmeli, birikimleri hatırlatmalıyız. Hayatın en somut ve yakıcı gerçekleri karşısında, yani yoksulluk, çaresizlik, hastalık ve ölüm karşısında seferberliklerin oluştuğu çatlaklara ve buradaki yeşermelere göz dikmeliyiz.
Kolektifin, bireylerden azade ve onların üstündeki enerjisine ve cazibesine kendini kaptıran, onun parçası oldukça potansiyelinin yeşerdiğini anlayan ve kendi sıradanlığını gören anlayışlar çok cılız. Peki, neoliberalizmin hegemonyasında, sol değerleri gündelik hayatta nasıl üretiriz?
Gündelik hayat politikaları.
Kısa süreli siyasal gündemlere, örneğin seçim gündemlerine hapsolmak, somut ilişkiler peşinde olan ve değişimin daha derinden ve yavaş olacağını idrak eden gündelik hayat politikalarının yerini alamıyor. Oysa örneğin, gündelik hayat politikaları, sermaye için artı-değer üreten emek yerine, sermayenin değersizleştirdiği bakım emeğini merkeze alıyor. Ya da neoliberal öznellikler ve neoliberal etik değerleri sorgulatan zeminleri işaret ediyor.
Uzun soluklu siyasal stratejiler ve seferberliklerle örülü, siyasal bir dil ve pratiği inşa etmeye ihtiyacımız var.
Bu yazıyı yazarken, Ankara, Çayırhan Termik Santrali’nde yüzlerce madenci kendilerini madene kapattı ve Esenyurt’tan sonra Tunceli ve Ovacık Belediyeleri’ne kayyım atandı.
Var olanın sancısı içinde, yeni yaşam biçimlerini ve siyasal öznellikleri düşünmek ve mümkünse eylemlilik arayışında olmak, hem geçmişe hem de geleceğe karşı boynumuzun borcu gibi duruyor.
[1] Başlığı, Nikolay Çernişevski’nin, 1863 yılında yayımlanan Nasıl yapmalı? romanından kopyaladım. Lenin’in elinden düşürmediği rivayet edilen bu romanda, genç kadın Vera Pavlovna evlilik ilişkisini sorgulayan, gündelik hayatı olduğundan başka türlü örmeye çalışan, alternatif ekonomi ve ilişkiler kurma arayışında olan bir karakterdir. Vera yeni bir öznellik tipolojisi gösterirken, birazdan bahsi geçecek olan Elizabeth ise kendi çağının insanıdır.