Önceki yazıda, Jean Baudrillard’ın Salazar rejimine dair bir tespitinden yola çıkarak, diktatörlüklerin sevdiği veya hoş gördüğü türden birkaç “yapıcı öneri” örneğine değineceğimden bahsetmiştim. “Yapıcı öneriler” genellikle bütünü görmekten uzak, küçük konulara hapsolmuş bir bakış tarzının ürünü sayılır. Büyük konulara eğilmeden küçük konuları konuşmanın abes olduğu varsayımı ise genel kabul gören bir düşüncedir.
Bu beylik düşüncede şaşmaz bir gerçek payı bulunmakla beraber, sözün ve iletişimin daraldığı, en azından siyaset katına çıkamadığı bir alanda küçük konulara da epey iş düşer. Kaldı ki, bazı durumlarda şeytan ayrıntıda gizlidir; en serbest alanlarda dahi büyüklerle doğrudan yüzleşmeksizin işe küçüklerden başlamanın daha iyi sonuç vereceği vaziyetler yok değildir. Tepedekilerin sesimizi duyması pek mümkün görünmüyorsa da “aşağıdakiler”le temasta işbirliğinden ümit kesilmez. “Aşağıdakiler” arasında, ilgili bireyler ve gönüllü sivil inisiyatifler olduğu kadar, muhtarlık, belediye, meslek odaları ve benzerleri düzeyinde yetkili merciler de bulunabilir.
Normalde, “yapıcı öneriler” bu tür mercilerin nezdinde anlamlıdır. Nitekim ben de bu önerileri içeren birtakım notları geçen yaz bu mercilerden birinin yayın organında yayımlanması niyetiyle kaleme almış, fakat ilgili yayın kesintiye uğrayınca bir kenara koymuştum. Şimdi gözden geçirip kısaltarak bir kısmını bu yazıda dile getirmeye karar verdim. Lâkin farkındayım, yeri değil, çünkü “yapıcı öneri” Birikim okuyucusunu kesmez; o, eleştiri ister —hem de “yapıcı” olmayanından, yani en “negatif” olanından. Gene de burada ele almaktan kaçınmadım, zira “yapıcı öneri” denen şeye kendi açımdan güncel bir örnek vermek istedim. Az ya da çok her “yapıcı öneri”nin doğasında bulunan naiflik, burada kabul edilebilir bir dozda kalır umarım.
“Çevre duyarlılığı” ve bu duyarlılığa konu olan sorunlardan söz ederken, şehirlerin karmaşık problemlerini ayrı tutmak gerekir; ben burada şehirlerde de var olan ancak kırsalda göze daha çok batan “olgular” üzerinde duracağım. Göze batması, kırsal alandaki nüfusun seyrekliğinden kaynaklanır: insan müdahalesinin nispeten az olduğu bu alana insan tarafından yapılan her müdahalenin daha fazla dikkat çekmesi tabiidir. Diğer taraftan, kırsaldaki müdahaleleri tanımlamak ve gerektiği yerde bunlara karşı koymak şehirdekilere göre daha kolaydır.
Madencilik, enerji, ormancılık, turizm gibi konular, kırsaldaki tartışma ve mücadelelerin başlıca gündem maddeleridir. HES’lerden TES ve NES (hidroelektrik, termik ve nükleer santrallerin) inşaatlarına, taş ocaklarından altın madenlerine, orman yangınlarından kadastro düzenlemelerine ve turizm imarlarına kadar, bunların hepsi kırsalın büyük konularıdır, çünkü her biri belirli bir menfaat çatışmasına dayanır; çatışma da genellikle kamu ile özel arasında, bazen sırf özeller arasında, bazen yerel ve merkezî otoriteler arasında, bazen de yerellik/merkezîlik ekseninde kamu ile devlet arasında cereyan eder.
Lâkin bir de ”küçük” konular vardır ki, dişe dokunur herhangi bir menfaat çatışmasına dayanmaz; bunların da ekseriyeti, tahmin edilebileceği gibi “estetik” meseleleriyle bağlantılıdır. İktidarı veya çıkar odaklarını rahatsız etmeyecek konulardır bunlar. En basit ve tipik örneği, “çöp” konusudur. Sözgelimi, bir yörenin halkı kendi bölgesinde bir altın madeninin açılmasına karşı direndiği zaman, iktidar buna şiddetli tepki verir ve madenin işletilmesi için her yola başvurur. Bu doğaldır (ileri demokrasilerde bu pek doğal değildir ama memleketimiz şartlarında biz bunu doğal karşılıyoruz), çünkü bu tepkinin arkasında —bir kere— “devlet menfaati” vardır, o yoksa belirli zümrelerin ve kişilerin menfaatleri vardır. Her halükarda güçlü, köklü, baskın menfaatlerdir bunlar. Oysa halk çöpler toplansın, çevre temiz tutulsun gibi “sudan” bir talepte bulunursa, iktidarın buna diyeceği bir şey olmaz; tersine, bu talebi ciddiye aldığı ölçüde gereğini yerine getirmeye çalışır, hatta “kamu otoritesi” olarak bunun takibini yapar. Nihayetinde, dibine kadar yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmış bir iktidarın bile menfaat gözetmeksizin kamu adına yapacağı iyilikler daima mevcuttur!
“Yapıcı eleştiri” yahut “pozitif öneri” gibi şeylerin hükmü de geçse geçse işte bu dar alanda geçer. Bahsetmek istediğim “pozitif öneri” örneği de doğrudan çöp konusuyla ilgili. Bir iki anekdotla anlatmaya çalışayım.
Yıllar önce, sıklıkla bulunduğum Kırklareli’nin dağ köylerinden birinde yolda giderken şaşkınlık verici bir manzarayla karşılaşmıştım: Bir grup kadın, sırtlarında iş giysileri ve ellerinde eldivenler ve büyük torbalarla asfalt kenarı boyunca birikmiş çer çöpü toplamakla meşguldü. Yavaşlayıp da bakınca, kadınların yakındaki köyün sakinleri olduğunu fark ettim. Yaz sıcağında canla başla çalışıyorlardı. Bu tür girişimlere turistik Ege ve Akdeniz illerinde rastlanabilirdi ama Kırklareli ve hele dağ köylerinde hiç görülmezdi. Kadınları ilçe belediyesinin istihdam ettiğini sanmıştım, fakat sonradan ödeneklerinin vilayetten geldiğini öğrendim. Tahminim o ki, vilayette çevresine baktığı zaman görme yetisini muhafaza edebilmiş bir yüksek yetkili —belki de bizzat vali— bu talimatı vermişti. Belli ki süresi içinde kullanılması gereken bir bakiye ödenekten yararlanılmıştı. Ancak gerisi gelmedi. Köylüler etraflarının temizlenmesinden, ama asıl da kadınlarının harçlık kazanmasından memnun kalmıştı, fakat arkasını aramadılar; aradılarsa da bir sonuç alamadılar.
Köy yollarının başlıca problemi, neredeyse her dönemecinde bir çeşme bulunmasıydı. Su kaynaklarıyla zengin bölgede çok sayıda hayrat vardı. Piknikçiler, bu hayratların önünde durur, yer içer, arkalarına bakmadan çekip giderler; çöpleri de öylece dururdu. Pandemi ertesinde piknikçilerin sayısı çığ gibi büyüyünce, çeşme kenarları tam bir mezbeleliğe dönüştü — hem de dayanamayıp arada mıntıka temizliğine girişen gönüllü insanları bile yıldıracak kadar.
Günün birinde, çeşmelerden bazılarının akmamaya başladığını fark ettim. İlk başta kuraklıktan zannettim, fakat akabinde öğrendim ki muhtar piknikçiler tünemesin diye çeşmelerin suyunu bilhassa kesmiş, hatta bu nedenle bazı hayrat ve sürü sahipleriyle münakaşalar olmuş.
Muhtara hemen bir öneride bulundum —ki bu “pozitif öneri”lerimin ne ilkiydi ne de herhalde sonuncusu olacak. Dedim ki, bir tabelacıya sipariş verelim, çok sayıda tabelayı muhtarlık duyurusu olarak çeşme başlarına dikelim. Muhtar zeki adamdı, önerimi beğenmedi: “Çöp atmayın diye tabela asacağız, bizim millet de dinleyecek ha! O kadar taş kafalıyı yola getirmek bize mi düştü?” Haklıydı, fakat benim aklımdaki formül biraz farklıydı.
Kendisine şöyle izah ettim: Ben bu piknikçilerle bazen durup konuşurum, hatta âdeta bir gazeteci gibi röportajlar yaparım. “Niçin çöpünüzü bırakıp gidiyorsunuz?” diye sorduğumda, bekleneceği gibi, bir kısmının “Sana ne kardeşim, keyfimin kahyası mısın!” diye terslediği de olur. Fakat konuşmaya ve sorumluluk almaya yatkın piknikçiler de az değildir. Soruma verdikleri cevap genellikle şudur: “Haklısınız, fakat çöpleri bırakmayıp da ne yapalım?” Bu utangaç cevapların çokluğundan şunu anladım: Çöpleri kısa bir süre beraberlerinde götürüp de en yakın kasabalardaki belediye bidonlarına atmak fikri, fevkalade aşikâr görünmesine rağmen, akıllarının ucundan bile geçmemiş. Akıllarından geçse, hiç değilse bir kısmının üşenmeyip bunu yapacağını anladım. O halde iş, bu fikri piknikçilerin kafasına sokacak bir mesajın bulunup karşılarına çıkarılmasında —tabiri caizse, bedenlerinde bir Pavlov refleksi yaratılmasında. Varsın taş kafalılara sökmesin, kalan sağlar bizimdir; o kadarı da bir kârdır.
Muhtar bu izahatımdan ikna olmuşa benzemiyordu: “İyi de, nasıl bir mesaj olacak bu?” Mesaj, “çöp atmayın” gibi kuru ve yavan bir uyarıdan ibaret olmamalıydı. Biraz uzun olması pahasına, piknikçilerin sorumluluk duygusuna, hatta “kimlik hassasiyetleri”ne hitap eden ifadeler içermeliydi; o kadar ki, icabında “taş kafalılar”ın da bir tarafına dokunsun.
Oturdum, bir kâğıt parçasına şunu yazdım: “İnsansan insanlık adına-Müslümansan müslümanlık adına-Memleketine sahip çık-Çöpünü bırakma yanında götür-En yakın belediye konteynırına at-Sevabı zahmetine değer-Muhtarlık.” Metnin altındaki imza belediye gibi bir üst mercinin olsaydı belki daha etkili olabilirdi, fakat tabii böyle geveze bir metin belediyenin kurumsal ciddiyetine yakışmazdı. Muhtarın tercihi bu işi belediyeye yüklemekti ama, memurlarının maaşını bile ödeyemeyen belediyenin tabela falan yaptırmaya dahi takati yoktu. Oysa muhtarlık tabela masrafı için gerekli cüzi parayı civardaki çiftlik ve villa sahiplerinden rahatlıkla toplayabilirdi. Üstelik metindeki sözler de insanlarla birebir ilişkiye girebilen bir merci olarak muhtarlığa ait bir tabelada fazla aykırı kaçmazdı. Gene de “insanlık/Müslümanlık” gibi edebiyat faslı çıkarılıp, metindeki mesaj yalınlaştırılabilirdi tabii.
Bir sonraki görüşmemizde tabela taslağını muhtara verdim; bu sefer aklına yatmış gibiydi. Tabelanın kadrajını zorlamasına rağmen, metni kısaltmaya da gerek görmedi. Kırsalın ağır zaman akışında hızlı davranamadık, fakat projemizi bir şekilde gerçekleştirmeyi umuyoruz.
Aslında, bir mesajı uygun hedefine göre en etkili şekilde iletmek kolay iş değil. 40-50 adetlik mahalli tabelalar üzerinde bir metin amatörlük kaldırır da, aynı mesajı sözelden görsele çevirmek daha bir profesyonellik ister. Görselin yayılma potansiyeli düşünülürse, etkisinin de kıyaslanamayacak kadar güçlü olacağı açıktır. Sözgelimi, tabeladaki metnin dramatize edilerek 50-60 saniyelik bir kamu spotuna tercüme edilmesi tamamen profesyonel işi olduğu kadar, ekranlardaki nihai etkisi de milyonlarca tabelaya bedeldir. Nitekim ben bu hususu bir yakınım vasıtasıyla bir reklam şirketi sahibine ilettim, gönüllü olarak ilgilenebileceklerine dair bir duyum aldım. Tabii bu tabela işine benzemez; devlete erişilebilirlik ve masraflı bir prodüksiyon gerektirir. Umarım arkası gelir.
Kuşkusuz, “çöp” deyince ilk düşünülen sağa sola atılmış gündelik tüketim malzemeleridir. Ancak kırsalda daha kalıcı olan çöpler de var ki, kaldırılmaları daha zor, hatta neredeyse imkânsızdır. Fakat nötralize edilmeleri, daha az görünür kılınmaları mümkündür.
“Çöp” demeye dilim varmıyor ama, son yıllarda kırsalda mantar gibi bitiveren “konteynır-ev”lere daha uygun bir tabir bulmak da zor. İlk başta bunlar şantiyelerde kullanılan sınai konteynırlardı; şimdilerde yerlerini giderek kulübe benzeri portatif yapılar aldı. Yine de dilimize çarçabuk tiny house olarak yerleşiveren bu yapıların kırsaldaki görüntü kargaşasını perdeleyebildiğini söylemek kolay değil.
Tiny House fenomeninin imarsız tarım arazileri üzerindeki yapılaşma yasağını delmenin bir yolu olarak yaygınlaştığı biliniyor. Ama anlaşılan talep o kadar büyük ki, yasalara karşı böyle hileli yola sapılmasının önüne geçilemiyor. Çaresi elbette, yapılaşma yasağını kaldırmak değil. Fakat hükümsüz kalan yasaklar karşısında da bir çözüm arayışına girmek şart. Örneğin, Batı ülkelerindeki bazı uygulamalara bakılarak, tiny houselara, yol, temiz su ve evsel atık gibi altyapısal gereklerini yerine getirmeleri şartıyla ve sadece bu şartları yerine getirebilenlere belirli bir kalıcılık statüsü, yani bir anlamda yasallık tanınabilir, buna karşılık üzerine konduruldukları toprak parçasında hevesli şehir insanlarının “hobi bahçeleri” kurması ve minüskül boyutlarda da olsa tarımsal üretim yapması özendirilebilir. Böylece, “geçici” niteliklerinden ötürü derme çatma imal edilen tiny houseların daha bakımlı, donanımlı ve cazip bir görüntü kazanmalarına da imkân verilmiş olur. Bu noktada, normalde belediyelere ve kamuya ait olması gereken altyapı masraflarının bu masrafları karşılamaya hazır tüketicilere yüklenmesi esastır. Farklı talep ve ihtiyaçları karşılaması açısından, kırsal alanda planlama hassas bir iştir ve kuşkusuz epey bir bilim ister; fakat bu alanda da “yapıcı”, hatta “yaratıcı” önerilere bir hayli yer olmalı.
Şimdi, zihnimi yoklayan son bir “öneri” ile bitireyim. Büyük şehirlerin çeperinde —İstanbul’u düşünecek olursak, 200 kilometreyi bulan çok geniş bir periferi içinde— giderek yoğunlaşan bir “beton direk” fenomenine tanık olmaktayız, ki bu da tiny house olgusunun bir uzantısı sayılabilir. Pandemi ertesinde, parsellenen tarım arazilerine sınır çitleri çekmek merakı tam bir furyaya dönüşmüş durumda. Yeşil boyalı demir kazık ve tellerle çevrilmiş parseller o kadar göze batmasa da, bu “medeni” arsa parçacıkları kalın beton kazıklarla hoyratça çevrelenmiş parsellerin yanında devede kulak kalıyor. Üstelik bu beton kazıklar her zaman düz de değil, bir kısmı fabrika veya askerî tesislerde kullanılan ucu bükük direk cinsinden.
Genellikle çitler arazilerin içinde bir şeylerin muhafazası için dikilir; fakat çoğunlukla bu arazi veya arsaların içinde kuru ot ve dikenden gayri pek bir yaşam veya malzeme belirtisi görülmüyor. Demek ki bu çitlerin manası kısaca şu mesajın duyurusundan ibaret: “Şu yeryüzü üstünde bu bilmem kaç metre kare toprak parçası benim ve sadece benim!” Bu mesajı vermek isteyenlerin aklından şöyle bir tepki ile karşılaşmak geçmediği besbelli: “İyi kardeşim, anladık, bu toprak parçası senin; ama senin sahipliğin bu sakil görüntüyü gözümüze sokmanı mı gerektiriyor?” Bu görüntü özel mülkiyetin kırsaldaki çirkin yüzünün belki de en masum tezahürüdür, ama fazlasıyla sakil olduğu açık.
Bazı sağduyulu arsa sahiplerinin arsalarını boş tutsalar da diktikleri çiti bir iş yaratma, ona bir işlev kazandırma yoluna gittiği hiç olmuyor değil. En basit yol, ufak bir masrafı göze alıp çiti içeriden takip eden ve çite uygun dikey büyüyen (mazı, selvi veya kavak gibi) ağaçlar dikmek. Bu ağaçlar uzadıkça beton kazıkları hiç değilse kısmen gizlediği gibi, bazen bu kazıklardan daha etkili ve kalıcı bir koruyuculuk sağlayabiliyor.
İşte bu uygulamadan yola çıkarak, aklıma gelen bir öneriyi muhtara söylemekten kendimi alamadım: “Muhtarlık, beton kazıklarla çevrilmiş boş arsa sahiplerini ağaç dikmeye teşvik etmeli, dikmeyenlerden de çit boyu yahut yüzölçümü hesabına göre belirli bir harç almalı. Böylece hem muhtarlığa ek bir gelir olur, hem bu arada fidancıların cebine de üç beş kuruş girer. En önemlisi, arsasını direklerle donatmaya hevesli olanlar da bu işe girişmeden iki kere düşünür.” Doğrusu, bu önerimi dillendirirken, zamanında fidancılık yapmış fakat artık faal olmayan biri olarak, eski sektörümü azıcık kayırmadan da edemezdim!
Muhtar benim fantezilerime açık biriydi, fakat bu kadarı fazla geldi: “Güldürme beni. Bu senin dediğin olayda yaptırım ve akçeli işler var. Bizim eski çarıklı muhtarlar olsaydı, bazen kendi kanununu koyar yürür giderdi. Biz yapamayız. Senin fikrin yasa/yönetmelik gerektirir, onu çıkaracak bürokrasi, hele hükümet nerede bugün? İsviçre’de miyiz?”
Doğru söze ne denir? İsviçre’de değiliz elbet. Ama Salazar Portekiz’inde de değiliz. Ülkemizde “yıkıcı öneriler”e yer yok, ama galiba “yapıcı öneriler”in de pek karşılık bulduğu bir coğrafya değil burası. Kimbilir, “yıkıcı öneriler”in olmadığı diyarda “yapıcı öneriler”e de hiç yer yoktur belki. Baudrillard’la sohbetimizde, bu hususu konuşmamıştık. Konuşmuş olsaydık, bir ucundan felsefeye de girerdik herhalde.