Uzlaşmanın karşılığı, eğer “ekonomik sistemlerin ruhu yok edici varlığına” dolaylı katkı yapmaksa, buna karşılık sanat toplumsal itirazını, anlaşmayı ve uzlaşmayı reddederek yapmak zorunda. Tabii ki burada özbilincin gelişiminin, felsefi ve ideolojik kaynaklardan beslendiğini unutmamak gerek.
Bütün bunların yanında, erdemin onay gördüğü bir evrende yapabilir ancak sanat bunu. Aksi takdirde, yerleşik sistemlerin istediği biçimde bir düzen kurulur. Yani dünyaya itirazı olmayan, sömürüyü onaylayan sanat ve sanatçının yapısı… bir de bu durumu ticari bir pazara çevirerek, “eylemci sanatı” bloke edecek bir yönetimsel karşı eylem. Böyle düzenlenmiş bir örgü içinde "estetiğin ideolojisi" de olmayacaktır. Bu olmalı mıdır? Evet. Çünkü sanat anlaşmamalı ve uzlaşmamalıdır. Hatta düşünsel anlamda, -bazı zamanlar da fizikî anlamda- satmamalıdır. İdeolojinin estetikle bağı, sanat yapıtı ile yerleşik sistemin oluşturduğu bir ilişki ile karıştırılmayacak uç bir terslik içeriyor. Günlük yaşamın psikolojisi ya da sosyolojisi ise, -kapitalizme yaslandığı için- toplumsal ve bireysel isyanı bastırma amacıyla çeşitli oyunlar oynar bize. "Popüler", gizli baskı uygulayan sistemlerin sözde bir itiraz mekanizmasıdır ve devrimci düşünce ve eylemler bu şekilde bastırılır, yok edilir. Burada ciddi olarak düşünülmesi gereken şey şudur: Toplumsal sanat eyleminin amacı izleyicinin düzeyine inmek olmamalıdır. Yani itiraz gücü yüksek, bilinç oluşturmaya çalışan estetik yapıt, hem bunun başarmayı deneyecek hem de estetik değerlere bağlı kalacaktır. Devletlerin eşitliği yok ettiği böyle bir ortamda, ortalama düşünce uyumu, entelektüel yapı da direnmeyi seçecektir. Alain Resnais, uzun süre, “anlaşılması entelektüel çevrede bile güç olan” karmaşık filmi Last Year at Marienbad filminde canlı ve cansız nesneleri kavramsal birer satranç taşı gibi kullanırken toplumda felsefi bir bilinç oluşturmayı seçmişti. Bu bilinci oluşturma şekli de çoğu zaman pankartları açıp da sokaklara çıkmaktan öte bir işlev üstlenir. Sanat anlaşmamalıdır: ideolojiler faşizme dönüşürken bile, tek kalan devrimci şey estetik yapıdır çünkü. Dünyayı karanlık bulan edebiyat: Joyce, Plath, Woolf… Karmaşayı perdeye aktaran zekâ: Carax, Kurosawa, Reisz ya da dizelerden bir manifesto çıkaran Lorca, Aragon. Bunların hepsi Foucault'nun ya da Arno Gruen'in[1] dünyayı iyileştirme çabasının uygulayıcı güçlerini temsil ederler. "Sanat anlaşmamalıdır" derken, modern psikiyatri de insan ruhunun sistemle uyuşumlu olmasına itirazda, “uzlaşmayan estetikle” işbirliği kurmak zorundadır. Tabii anti-psikiyatri hareketinin içindeki “sızı dolu kalbi öldüren şeyin” de sisteme uyan bir ruhbilim olduğunu unutmamalıyız. Psikiyatri gündeme geldi burada, çünkü estetikle ilişki kurmayı reddeden bilim de bir yerde bilim olmaktan çıkar. Foucault, entelektüelin görevini şöyle tanımlar:
Kitlelerin toplumsal gerçekleri görebilmesi için entelektüellere ihtiyacı yok. Duygularını ifade ediyorlar da. Entelektüelin rolü, herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için “biraz öne veya yana” çıkmak değildir; entelektüelin rolü, daha çok iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmektir. Bilginin, hakikatin, bilincin, söylemin oluşturduğu düzlemde…[2]
Sanat-entelektüel-psikolojik yapı üçgeni belirleyicidir burada; çünkü bu üçlünün dürüst olması halinde egemen ideoloji sanatsal yapıyı pasifleştirmeyi başaramayacaktır. Ancak devletler önünde diz çöken sanatçı tipini yaratan da aynı devlettir. 17. yüzyılın en büyük müzisyenlerinden Sainte-Colombe sarayda çalmayı reddederek kulübesine çekilmiştir. Ernst Fischer, dürüst bir sanatın çürüyen yapıyı[3]sergilemesinde ısrarcıdır. Marksizm’in yararcı ve ticari olmayan sanattan yana tavır koyması göz alıcıdır, ancak emperyalizmin gücü de sanatı ve psikiyatriyi çoğu kez satın almayı başarır. Çünkü acı çekmekten, insana, doğaya hizmet etmektense sistemin nimetlerinden yararlanma ideali aşamasına geçemeyen sanatçı için bu caziptir. Aynen küresel kötülüğün yanında yer almanın, toplumsal mücadeleye katılmaya karşı bir cazibesinin var olması gibi. Sanat anlaşmamalıdır, çünkü burjuvanın elindeki yüzlerce silaha karşılık, estetiğin “doğru seçim yapmak koşuluyla” yokluğa, açlığa, sefalete karşı bir savaşma gücü ve yeteneği vardır. Ancak çoğu kez bu görevini yapmaktansa, kendi çıkarlarıyla meşgul yeni bir sınıf yaratma ihaneti içine de girebilir sanat. Çünkü gelişimini tamamlamamış, dogmalarla, inanç sistemleriyle, teknolojinin reklam şaşaasına kapılmış bir toplumun değişme ve düzeltme gibi bir eyleme katılımı güçtür. Burada "niçin" sorusu ilgi çekicidir. Yani toplumsal kurtuluş için bireyin mücadelesini anlamsız kılacak pek çok nimet sunulur insanın önüne. Niçin estetiğin inadı ya da sevincin onuru için insanlar vazgeçsin ki kişisel çıkarlarından? Dikkat edin sistem bizi böyle eğitiyor. Ancak bunca tuhaf ve sert etkiye rağmen sanat ve estetik "anlaşmamalı ve uzlaşmamalıdır" demekte ısrarcıyız.
Toplumcu yapının, "Estetiğin İdeolojisi"nin[4] sanattan beklediği de budur.
[1] Arno Gruen, Berlinli terapist ve felsefeci. Empatinin Yitimi kitabını yazdı.
[2] Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, çev. Osman Akınhay, Ferda Keskin ve Işık Ergüden, Ayrıntı, İstanbul, 2020.
[3] "Çürüyen bir toplumda sanat, eğer dürüstse çürümeyi yansıtmalıdır." / Fischer.
[4] Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, Doruk, Ankara, 2010.