90’lı yıllarda Türkiye’de bir süreliğine ikamet eden fotoğrafçı bir Fransız dostum vardı. Paris’te komşusu da olan ve İstanbul’u ziyarete gelmiş bir meslektaşıyla birlikte bir akşam yemeğinde buluşmamızı önerdi. Meslektaşım dediği Jean Baudrillard’mış. Ben Baudrillard’ı felsefeci diye tanırdım, meğer fotoğrafçılığı da varmış, sergiler falan da açarmış.
Baudrillard eşi ve Parisli komşusuyla geldi ve yemek boyunca uzun, tatlı bir sohbete daldık. Fakat tüm sohbet boyunca felsefi konulara hiç girmedik, güncel siyaset üzerinde bile fazla durmadık, daha çok havadan sudan “Dolçe Vita” konuştuk.
Baudrillard, sıcakkanlı ve hoşsohbet biriydi. Yemekte bile, hele içkisini yudumlarken, derin, kallavi konuları tartışmaya teşne bir hali vardı. Fakat ben pek öyle değildim. Bir nedeni, aptal sorular sorup bir cahillik yapmayayım korkusuydu. Baudrillard’ı yakından tanımıyordum, eskiden Amerika üzerine yazmış olduğu bir kitabı ve birkaç makalesi dışında tezlerine yeterince vâkıf değildim.
Bir diğer neden de o günlerin hemen arifesinde Sokal hadisesinin patlak vermiş olmasıydı. Amerikalı fizikçi Alan Sokal (meslektaşı Jean Bricmont ile birlikte) o aralar “post-modern” olarak nitelenen bazı Fransız düşünürlerini tiye almak amacıyla parodi tarzı bir yazı yayımlamıştı. “Post-modern”, henüz içi tamamen boşalmış bir kavram değildi; Amerikalı fizikçilerin de bu kavramla ilişkilendirdikleri düşünürler, bu kavramın kapsadığının ufak bir kısmından, esasen Paris merkezli oldukça küçük bir gruptan oluşuyordu. Küçük, iki elin parmağını geçmeyen bir gruptu bu ama, nasıl bir dönem Paris tüm moda dünyasına şekil verebiliyor idiyse, bu grup da felsefe dünyasında hatırısayılır bir yankı yaratabiliyordu. Baudrillard, her ne kadar Amerikalıların ilk hedefleri arasında değildiyse de, üslubu ve etkisi ile bu guruba dahil edilebilirdi. En azından ben dahil etmekte bir beis görmemiş, kafamda onu bu grup içine çoktan yerleştirmiştim.
Benim bu “Paris Felsefe Sosyetesi”nin derin içgörülerini idrak etmem kolay değildi. Felsefede emekler halimle kendime basacak sağlam zemin ararken, bu fikir akrobatlarına ayak uydurmam zordu. Özellikle felsefede, insan bazen anlamadığı bir şeye, tam da anlamadığı için, hayranlık duyabilir; fakat her nasılsa idrak sorunum bende hayranlıktan çok antipatiye yol açmıştı.
Tabiatıyla, o ortamda Sokal’ın iğneleyici polemiği yüreğime su serpmiş, “Sosyete”ye dönük kuşku ve tepkilerimi iyice güçlendirmişti. O kadar ki, Sokal’in makalesi üstünden konuyla ilgili bir yazı yazmaktan da kendimi alamamıştım (“Postmodern Söylemde Son Dönemeç”, Virgül, sayı 7, 1998).
Baudrillard’ın ziyareti, işte o yazımın hemen ertesine rastgelmişti. Ağzıma kadar Sokal’in saldırı oklarıyla doluydum. Lâkin çok içimden gelse de salt Sokal’in cephanesine ve kendi ezberlerime dayanarak “Sosyete”nin hesabını Baudrillard’dan sormak akıllıca olmazdı, üstelik misafirimize karşı yakışık da almazdı. Hoş, Baudrillard gibi adamların en büyük meşgalesi ölesiye tartışmadır; gene de ev sahibi olarak hiçbir risk almamaya kararlıydım.
Yemek boyunca, Baudrillard’ın uzun boylu Portekiz’den bahsettiğini hatırlıyorum. Orada bir evi vardı. Eşimle beni de davet etmekten geri durmadı; ancak fotoğrafçı dostumun aracılığıyla birkaç defa haberleşmemize rağmen, davetine icabet edemedik.
Portekiz’i bir de yerinde, o çok sevdiği evinde kendisinden daha da uzun dinlemek isterdim. Ülkeyi iyi tanıyordu. Sohbetimiz boyunca eğer biraz siyaset konuştuysak, o kadarcığı da bu ülke etrafında dönüp durmuştu. Özellikle ülkenin yakın tarihine dair ilginç gözlemleri vardı; hele bir tanesi var ki, aklımda hep kaldı ve şimdi çevreme baktıkça, zihnimi tekrar kurcalar oldu.
Ülkenin uzun diktatörlük yıllarını kapsayan Salazar döneminden (daha geniş hatlarıyla, 1933’ten 1974’e kadar uzanan Estado Novo döneminden) bahsederken, Baudrillard birtakım grotesk örnekler de vererek, “çevre duyarlılığı” ile ilgili bir tespitte bulunmuştu. Örnekleri maalesef anımsamıyorum; fakat konu şuydu: diktatörlük zamanında, tüm sendikal ve siyasal haklar lağvedilmişken, çevreye ve genel olarak “estetik değerler”e dönük ileri derecede önlemler alınmış, çağının hayli ötesinde sayılabilecek uygulamalara gidilmişti. Fakirliğe ve sefalete ait her türlü iz ve kalıntı halı altına süpürülürken, varlıklı kesimin bahçe ve malikânelerini süsleyen bir tür Lâle Devri yaşanmıştı.
Baudrillard’a göre, Salazar dönemi tüm baskıcı niteliğine rağmen, çevre estetiğinin ve bilhassa kırsalın asude ve kadim görüntüsünün titizlikle muhafaza edilmesine sahne olmuştu. Oysa bu dönem, içerideki kapanmaya rağmen ülkenin süratle dışarıya ve büyük yatırımlara açıldığı bir zaman kesitine rastgelir. Baudrillard, bu hızlı değişim sürecine karşın, nasıl olup da estetik güzelliğin donup kalabilmiş olduğuna dikkat çekmişti.
Hani bizde sık duyulan sözlerdendir: “İyi ki askerî alanlar duruyor da, bir nebze yeşil görebiliyoruz!” Bunu söyleyenler nasıl mutlaka ordu meraklısı yahut askerî rejim taraftarı değilse, Baudrillard da Salazar dönemine bir sempati veya nostalji duyuyor değildi kuşkusuz. Ancak Portekiz’in daha sonraları fazla bir estetik tahribata uğramamasında, Salazar geçmişinin ve uygulamalarının oynadığı role işaret etmişti (ilginçtir, bu doğrultuda bir tespiti, diplomat kızı olarak çocukluğunu Portekiz’de geçiren, ülkeyi ve dilini iyi bilen sosyolog Nur Vergin’den de duymuştum—şu farkla ki o, Salazar devrine dönük özlemini pek saklamıyordu bile).
Baudrillard’ın Portekiz bağlamında kastettiği, diktatörlükle çevre estetiğinin düz orantılı şekilde bağlantılı olduğuydu: Salazar rejimi siyasete giren “büyük konular”ı yasaklarken, estetiğe giren “küçük konular”ın önünü açmış, ya da konuşulacak ve işlenecek tüm konular ister istemez estetiğin mecrasına akmış, orada sıkışıp kalmışlardı.
“Tek adam yönetimi” altında diktatörlüğe benzer bir alâmete doğru adım adım yaklaştığımız şu günlerde, Fransız filozofun bu tespiti zihnimi yoklamaya başladı: Acaba biz de sonunda sadece “küçük konular”la mı yetineceğiz, hayatımızı “küçük konular”la mı anlamlandırmaya çalışacağız? Futbolla, sporla yatıp kalkanlarımız dışında, çoğumuzun ilgi alanını estetik mi belirleyecek? “Keşke öyle olsa!” diyecekleri duyar gibiyim, ama haliyle burada sanat, edebiyat gibi “yüksek irtifalı” estetikten ziyade, “alçak irtifalı” estetikten bahsediyorum. Çerçöp konusu dahil, günlük, maddi her cins “çevre duyarlılığı” da bu irtifanın katmanları içinde.
Baudrillard’ın Portekiz deneyimiyle ilgili gözlemi ne kadar doğrudur veya genelleştirilebilir bilemem ama, bizim Türkiye’de benzer bir deneyimden geçmeyeceğimiz belli. Diktatörlüğün Portekiz estetiğine es kaza bir katkısı olmuşsa, “Tek Adam Yönetimi”mizin Türkiye estetiğine pek hayrı olmadığı ve bundan sonra da olmayacağı ortada. Nedeni de açık: Bambaşka bir ortamda, hatta bambaşka bir çağdayız. Salazar yönetimi, küçük bir azınlığın tercihlerini ülkeye empoze eden oligarşik bir diktatörlüktü; bizim “Tek Adam” yönetimimiz ise, güçlü bir tabanı olan, en yıpranmış devrelerinde bile hatırısayılır bir halk kesimine dayanan bir diktatörlüktür. Tabiri caizse —ama tabii ki değil— “demokratik bir diktatörlük”. Düpedüz bir oksimoron olduğu için, biz bu tabir yerine “popülist bir diktatörlük” ya da “seçimli diktatörlük” diyebiliriz. En azından, henüz uygun düşmüyorsa, tam kemâle erdiğinde diyebileceğiz.
Ne var ki, her diktatörlük ortamında olduğu gibi, bizim de ucu belirsiz bir dönem boyunca giderek daha derin bir kayıtsızlık ve apati sarmalına kapılmamız çok olası. Apatiye direnenlerimizin de Salazar devrinde olduğu gibi gittikçe daha “küçük” konularla iştigal etmek durumunda kalması muhtemel.
İstisnasız her diktatörlük, “büyük konular” yerine “küçük konular”ın konuşulmasını, gündemde tutulmasını tercih eder ve imkânları dahilinde bunu teşvik eder. Diğer taraftan, hiçbir diktatörlük “negatif” eleştiriden hoşlanmaz; daima “pozitif” yaklaşım ister; “yapıcı öneri” bekler.
Bazı diktatörlüklerin, birtakım “yapıcı öneriler”e kulak verdiği olur; bunu iktidarlarının vazgeçilmez bir manivelası olarak görmeleri doğaldır zaten. Salazar diktatörlüğü de biraz böyleydi herhalde.
Ülkemizdeki iktidarın ise bir zamandır “yapıcı öneriler”in en sıradan ve basit olanına bile kulağı tıkalıdır. Tabii kendi tabanının herhangi bir estetik duyarlılıkla ilgisi olmayan, hatta bu duyarlılığı körelten özgül taleplerini kastetmiyorum. Bu sağırlık, bilinçli bir tavırdan çok, canının derdine düşmüş ve refleksini yitirmiş bir iktidarın halini andırıyor.
Bu “yapıcı öneriler”den birkaç örneğe izleyen yazıda yer vereceğim. “Günümüzün ruhu”na gayet uygun düştüğü kanısındayım. “Büyük konuları konuşamıyorsak, bari küçüklerine odaklanalım; belki bir duyan olur, bir kıpırdayan çıkar!” Vereceğim örnekleri, bu mantık üzerinden anlamlandırmaya çalışacağım.