Roland Barthes “[d]ünyayı değerlendirme biçimimiz artık Eski ve Yeni karşıtlığına dayanır”[1] der bir yazısında. Eski ve Yeni arasında kurulan karşıtlık ve bu karşıtlığın sonucunda Yeni olanın kurucu ve örgütleyici bir değer haline gelmesi modernlik olarak deneyimlediğimiz durumun ve bu durumdaki özneleşmemizin alameti farikalarından biri. “Düşünüyorum o halde varım” cümlesi etrafında özneleşen modern rasyonel ve kartezyen özne bir defa bu haline eskiye ait olan her şeyi askıya alarak varmaya çalışır. Eski ve eskiden tevarüs eden her türlü düşünce ve yaşam biçimi âdeta tarihin ve öznenin uzun yürüyüşünün önüne konulmuş engeller gibidir. Bu engeller kaldırılmadan ve kaldıraç olarak kullanılacak temel bir prensip bulunmadan insanlığın bir bütün olarak kurgulanan o yürüyüşü akamete uğrayacaktır. Yeniye dair bu uğrak veya söylem eskide kalmış değil. İçinde bulunduğumuz şimdide de en temel değerlerden bir tanesi Yeni ve bunun hakkında kurulan söylem muhafazakâr, liberal ve radikal eleştirel düşüncenin de az çok temel prensiplerinden ve örgütleyici kodlarından biri durumunda. Bu yazıda modernliğin bu kurucu değeri hakkında bir taslak çıkarmaya, ona belli bir mesafeden bakmaya ve bu mesafe üzerinden bir eleştiri üretmeye çalışacağım. Önümüzde iki kritik mesele bulunuyor: birincisi Yenilik söyleminin içeriğinden bağımsız olarak kendisinin, yani Yeni olanın bizzat bir değer olarak kurulması ve bu değerin öznelliklerimizi, söylemlerimizi ve pratiklerimizi belirlemesi. Bu haliyle Yeni olan modernlikle birlikte bütün ideolojilerin ve siyasi tavırların içine sızan bir kurucu prensiptir. İkincisi ise, Yenilik söyleminin içeriğine göre kendini kurma biçimi. Burada ise farklı ideolojilerin ve siyasal tavırların nasıl bir Yenilik peşinde koştukları önemli. İlki en soyut düzeyde Yeni’ye dair söylemin ve pratiğin ayrımsız olarak üzerimizdeki etkisine odaklanırken ikincisi Yeni’ye dair söylemin farklı biçimlerde ve içeriklerde kendini sunmasıyla ilgilenir.
Eğer kısa vadede bu değerin, yani Yeni olana yüklenen özsel değerin ortadan kalkacağını düşünemiyorsak bu takdirde nasıl bir Yeni ve Yenilik istiyoruz sorusunu sormakta haklıyız. Bugün az çok radikal eleştirel düşünce de bunu kendine problem etmiş gibi görünüyor. Deleuze, Agamben ve Badiou Yenilik meselesini kendine sorun eden en önemli düşünürler. Radikal eleştirel siyasetin de az çok kendini bu soru etrafında örgütlediğini biliyoruz. Sanat alanına baktığımızda ise en temel kurucu değerlerden birinin Yeni ve Yeni olanın üretilmesi olduğunu görüyoruz. Şüphesiz Yeni olana dair arayışımız bir yönüyle içinde bulunduğumuz şimdiden olan şikâyetimiz ve rahatsızlığımızla ilgili. İçinde bulunduğumuz şimdinin bir felaket hali olarak düşünülmesi bu şimdiden bizi kurtaracak bir Yeni peşinde koşmamızı beraberinde getiriyor. Ve fakat meselenin bir başka yönü, şimdinin yeniden üretimi ve onun bütün çelişkileri ile birlikte kutsanması ile ilişkili. Öyle bir Yenilik arayışı da var ki, şimdiyi yeniden üretip belki de onun derinleşmesini ve kurumsallaşmasını beraberinde getiriyor. Bu haliyle Yeni olan, mevcut düzende bir kırılma yaratarak bir olayın refakatinde bir adalet ve eşitlik arayışından çok düzenin ve her türlü sermayenin kendini yeniden üretmesini sağlayan bir Yenilik-makinesine dönüşüyor. Bu durumda, mevcut haliyle bir felaket olan şimdi bu şimdiliğin üretilmesini sürekli bir yenilik talebiyle var ediyor. Mevcut zaman algısının radikal bir dönüşümünden ziyade, ilerleme ve birikim olarak tasavvur edilen zamanın içinde üretilen Yeniliklerle ilerlemeci ve birikimci zamanın ebedileştirilmesi arzusu söz konusu. Yeni olan bir kırılma ve kopuştan çok birikimsel zamanın farklı besleyici uğrakları haline geliyor.
Sürekli yenilik beklentisi veya daima genç kalan ihtiyar bir rockçı olarak özne
Alain Badiou “Demokrasi Bayrağı” adlı bir yazısında demokrasi kültürümüz ile gençlik ve sürekli haz üretimi kültürü arasında bulunan ilişkiye dikkatlerimizi çeker. Demokrasinin zamanımızdaki bu inşası sürekli bir Yenilik üretimini ve dinamizmi de mecburi kılar. Her şey genç, hızlı ve yeni olmalıdır. Yaşlılık yavaşlığı, ataleti ve eskiliği temsil eder. Bu kültürde yaşlı ancak ihtiyar bir rockçı olabildiği ölçüde kendine yer bulabilir. Güzel ve genç olan vurgusu bütün bir üretim ve ilişkiler düzenini esir alır.[2]
Gerçekten de içinde yaşadığımız şimdiyi karakterize eden en önemli olgulardan ve değerlerden bir tanesi Yeni ve Yenilik beklentisidir. Her uzam ve zamanda çok hızlı bir şekilde Yeni’nin ortaya çıkmasını bekliyoruz. Yeni bir olay, yeni bir eser, yeni bir bina, yeni bir söz, yeni bir isim, yeni bir kitap ve daha nice yeniler ufkumuzun sınır noktalarını oluşturuyor. Yeni bizzat bir değer ve değer üretim aracı haline geliyor. Sadece akademik ve sanatsal alanın değil, siyasetten ekonomiye ve teknolojiye kadar birçok alanın kurucu değeri Yeni olmuş durumda. Yeni bir şeyler söylenmesini, yeni bir şeyler duymayı, yeni bir isimden, yeni bir kitaptan bahsedilmesini bekliyoruz. Bu anlamda fark gözetmeksizin Yenilik ve Yeni hepimiz için sorgulanamayacak kadar açık bir arzu nesnesi durumunda. Arzumuzun bizzat örgütleyici ilkesi haline gelmiştir de diyebiliriz. Ne de olsa hayattan, yaşamdan ve erostan konuşuyoruz. Hiçbir şeyin aynı kalmadığı bir varlık zemininde Yeni’den ve Yeni olandan doğal ne olabilir ki diye düşünebiliriz. Ufkumuzda yeni bir imge ve bu imge ile birlikte bir düşünce yaratacak yeni bir söylemin, yeni bir tavrın ve pratiğin avcılığını yapıyoruz dersem acaba abartmış mı olurum? Hepimizi az çok Yeni’nin peşinde koşan avcılar olarak isimlendirdiğimde çok mu iddialı bir şey söylemiş olurum?
Bu Yenilik avcılığı sadece kendi arzularımız doğrultusunda oluşan bir şey de değil; içinde sosyalleştiğimiz bütünlük-bütünsüzlük tarafından şimdide ayakta kalmanın ve yaşamın bir şartı olarak da dayatılmaya çalışılıyor. Mutluluk ve mutsuzluğumuz bile az çok yeni olan etrafında belirlenmiyor mu? Sevgiliden yeni bir söz duymak, yeni bir hediye almak, yeni bir yerlere gitmek veya yeni bir yemek yemek; bütün bunlar haz ve arzu diyalektiğimiz içinde bir yerlerde durmuyor mu? Memnuniyetimiz evet yeni şeyler duyduk, yeni bir şeyler konuşuldu veya yeni bir isimden bahsedildi şeklinde olurken, memnuniyetsizliğimiz ise kendini Yeni’ye dair bir şeyin tespit edilemediği algısıyla varlığa getiriyor. Yeni ve Yenilik beklentisinin herkes için aynı olamayacağını düşündüğümüzde ise farklı Yenilik beklentileri ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Yani neyin Yeni olduğu ve Yeni olarak adlandırılmaya değer olduğu belli bir bağlamda ve bu bağlamın statü sahiplerince belirleniyor. Bu kısım ise bizi Yeni’ye dair algının ve beklentinin farklı toplumsal gruplarca nasıl inşa edildiği meselesine götürüyor. En az ilki kadar önemli olan ve yenilik üzerinden toplumsal eşitsizliğin kendini görünür kılacağı başka bir soruşturma.
Custodes Novellarum (Yenilik Bekçileri)
Bu anlamda az çok hepimiz eskilerin deyimiyle Custodes Novellarum, yani “Yenilik Bekçileri” durumundayız. Meşgul olduğumuz işler veya içinde bulunduğumuz ilişkiler bu yenilik üretiminin çerçevesini belirliyor. Hangi alanda bulunursak bulunalım, ister bir tez yazalım, ister sanatsal üretimin içinde olalım içinde bulunduğumuz alanın otoriteleri bizden yeni bir şeyler yapmamızı istiyorlar. Yapılan işin veya harcanan emek sonucu ortaya çıkan ürünün yeni olup olmaması, toplumsal ve ekonomik değişim döngüsü içerisindeki değerini de az çok belirliyor. Böylece Yeni sembolik bir değer olarak ekonomik veya sosyal değer üretim süreçlerinin de bir parçası oluyor. Daha farklı bir ifade ile Yeni ile Yeni olmayan arasındaki fark bize sanki artı-değerin yeni bir biçimini veriyor. Sadece ekonomik bir artı-değerden değil, toplumsal, siyasal, sembolik ve sanatsal artı-değerlerden bahsediyoruz artık.
Yeni’nin politik estetiği
Yeni ve Yenilik üzerine konuşurken veya daha doğru ifade ile düşünürken, ki eskiler için konuşmak ve düşünmek logos kavramında bir araya getirilmişti, Yeni’nin ne olduğuna dair bir cehaletimiz olduğunu kabul ederek başlamak gerekir. Neyin yeni olduğunu, yeni olduğunu iddia ettiğimiz şeyin kendini apaçık sunuşunda anlamayız. Yenilik ve Eskilik bir defa karara bağlanması ve onaylanması gereken ayrımlardır. Yenilik üretimi ve bunun hakkında verilen hüküm, yani onun yeni olup olmadığına karar verilmesi ve bu kararı veren otoriteler, belli bir siyasal ve toplumsal ilişki biçimini işaret eder. Yeni olduğu düşünülen etrafında bir içerisi ve dışarısı ayrımı yapılarak politik bir sınır çizilir. Eğer politik estetiği bu sınır etrafındaki bir duyusal-paylaşım süreci olarak düşünecek olursak, Yeni’ye dair tahayyül aynı zamanda siyasallaşmamız ve öznelleşmemiz üzerine de çok şey söylemiş olur. Çünkü her siyasallaşma aynı zamanda bir öznellik inşası ile birlikte kendini vücuda getirir. Dolayısıyla Yeni ve Yenilik üzerinden kurgulanan değer üretim ve paylaşım süreci hem bir siyasallığı hem de bu siyasallığın paradigmasını oluşturan estetiği açığa çıkarır. Jacques Rancière “nitekim siyaset, iktidarın uygulanması ve iktidar için mücadele değildir. Özgül bir mekânın konfigürasyonudur; belirli bir deneyim alanının, ortakmış ve ortak bir karara bağlıymış gibi konumlandırılan nesnelerin, bu nesneleri gösterebilen ve onlar konusunda akıl yürütebilen öznelerin bulunduğu bir alanın şekillendirilmesidir”[3] derken bu konuya dikkat çeker. Ranciere’nin ifadesine ekleyeceğimiz bir husus daha var: siyaset sadece mekânın değil, aynı zamanda zamanın da duyusal konfigürasyonudur. Bu anlamıyla da zaman ve mekân üzerinden kurulan bir estetik-paylaşım sürecidir. Nitekim Rancière de “[Y]erlerin ve kimliklerin dağılımı ve yeniden dağılımı; mekânların ve zamanların, görünür ile görünmezin, gürültü ile sözün şekillenmesi ve yeniden şekillendirilmesi, duyulur-paylaşımı [partage du sensible] dediğim şeyi oluşturur”[4] der devamında.
Hız, Yenilik ve Baba’nın Yasası
Burada dikkat etmemiz gereken üç nokta bulunuyor. İçinde bulunulan ilişkiler, otoriteler ve kurulan siyasallık ilişkisi. Yenilik üretimine dair talep ve alanın otoriteleri bizden bir şeyi daha istiyorlar: hız. Hız etrafında sosyalleşmemiz ve üretmemiz talep ediliyor. Hep genç kalamayız ve fakat daima hızlı olabilir veya olmaya çalışabiliriz. İhtiyar olsak da, ihtiyar bir Rockçı olma şansımız daima bize verilir. Asli olan Yeni ise, Yeni ancak hızlı bir üretim süreci tarafından sürekli canlı tutulabilir.
Değer konusu önemli. Değer her anlamıyla içinde bulunduğumuz sosyalliğin ve sosyal ilişkilerin temel kodlarını belirliyor. Hangi alandan veya konudan bahsedersek edelim “değer” konusu daima yakamıza yapışır. Neyin değer olup olmadığı sosyal ilişkilerimizin üzerine inşa edildiği antropolojik zemini de bizlere sunar. Bu noktada bir ekonomik kategori olarak değerin ve değer üretiminin sosyal, siyasal ve estetik alana yayılımının izlerini sürmemiz faydalı olabilir. Klasik iktisatçılar belki de bunun farkında olarak değer konusunu ekonominin önemli bir soruşturma alanı olarak belirlemişlerdi. Ya da bugün artık fiyat kavramı etrafında kısaca kestirilip atılan şeyi, o her ne ise, değer kavramı etrafında tartışmışlardı. Belki de ekonomik hayatın bir değer üretim ve paylaşım süreci olduğunu haleflerinden çok daha iyi anlıyorlardı. Muhtemel ki, değer üretimi kendini şeyleşen/fetişleşen ilişkilerle iç içe geçirdikçe Yenilik üretimi de bu şeyleşmenin/fetişleşmenin asli bir parçası haline geliyor. Buradaki tek sorunumuz Yenilik üretiminin dayatılıyor olması değil tabii ki, Yeniliğin aldığı biçimlerin de bizi ilgilendiriyor olması gerekir. Meta fetişizmi, yabancılaşma ve şeyleşme gibi kavramlar üzerinden yeniliğin bir değer haline gelişini sorunsallaştırabiliriz. En temelde ve kestirme olarak şunu diyebiliriz: Metalaşmış, fetişleşmiş ve şeyleşmiş bir zamanın içinde bizlere sunulan Yenilik rejimi de bu zamanla ilişki içinde şeyleşen, fetişleşen ve metalaşan bir olgu haline gelir.
Peki, içinde yaşadığımız dönemde Yenilik üretimi ve Yeni olan neden bir değer haline gelmiş durumda? Bunun içinde bulunduğumuz zamansallık inşası ve birikimci ilerleme (accumulative progress) anlayışımızla yoğun bir ilişkisi bulunuyor. Burada iki kavram önermek istiyorum. Bir tanesi birikimci ilerlemeci zaman anlayışı, diğeri ise yorumlayıcı zaman anlayışı (progressive-accumulative time and interpretative time). Kısaca ilerlemeci zaman ve yorumlayıcı zaman da diyebiliriz. Yorumlayıcı zaman daha çok göçebe hayat veya göçebelik ile ilişkili. Göçebenin zamanı bir birikim ve ilerleme zamanı değildir. Çünkü ilerleyen zaman algısı ve birikimci bakış kendini mekânsal bir bağlanma ile sunar. Mekân birikimin ve ilerlemenin işaretlerini taşır ve zaman çizgisi üzerinde tıpkı bir merdiveni çıkar gibi çıktığımız tahayyül edilir. Oysa göçebe kültür için zaman ve mekân bir yorumlama üzerinden algılanır. Birikip büyüyen ve ilerleyen değil, değişen ve başkalaşan hareketin tanımlayıcısıdır. Göçebe kendi hareket ritmine bağlı olarak yaşamla daha yavaş ve derinlemesine bir ilişki kurar. Önünde akıp giden, değişen ve kimi zaman da aynı kalan zamana ve mekâna bir seyirci bakışı ile bağlanır. Onun gözü daha çok fotoğrafın ürettiği imgeye atılan bakışa yakındır. Veya dakikalarca bir noktaya odaklanan kameranın bakışıdır. Göçebe için, değişim kadar aynılık ve tekrar da bu hayatın bir parçası durumundadır. Onun için tek birikim ve hatta birikim olmayan birikim yorumdur. Yorumlayıcı birikim, bir artışı veya birikimi değil, değişim ve aynılık arasında kurulan diyalektik ilişkiyi içerir. Birikmeyen veya artmayan bir niteliksel çoğalma ve yayılmadır burada söz konusu olan. Yorum hep bir öncesi ile ilişki içindedir. Asla yeni değildir ama eski de değildir. Yeni ve eski arasında kurulan zıtlığın imkânsızlığında yer alır. Kendisinden öncekini yok etmez, onu küçük değişimlere uğratarak zamana bırakır. Değişimler bir artışı veya büyümeyi de ifade etmez; tam tersine aynılığın içindeki farklılaşmayı veya zenginliği ifade eder. Yorumlayıcı zaman bakışın, seyrin ve tefekkürün zamanıdır. Hız karşısında biraz durmanın ve yavaşlamanın ritmidir. Tersine ilerlemeci birikim ise daima bir aşmayı, çoğaltmayı ve eskiyi daha iyiye doğru evirmeyi veya onu yok edip Yeni’yi inşa etmeyi içerir. Bu inşa süreci sürekli bir ilerleme yanılsaması ile birlikte var olur. İçinde bulunduğumuz şimdide bizden talep edilen tam da budur. İlerleme yanılsaması yaratan ve bu anlamıyla hakiki bir ideolojiye dönüşen bir Yenilik arayışı. İlerlemeci zaman aynı zamanda hızın ve daima genç kalma arzusunun zamanıdır.
[1] Levent Yılmaz, Modern Zamanın Tarihi: Batı’da Yeninin Değer Haline Gelişi, Metis, 2010, İstanbul, s. 10.
[2] Alain Badiou, “Demokrasi Bayrağı”, Demokrasi Ne Alemde, Metis, 2010, İstanbul.
[3] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları, 2012, İstanbul, s. 28.
[4] A.g.e., s. 29.