Christopher Nolan’ın son filmi Oppenheimer, karanlık bir epik anlatı olarak, eteklerinde tartışılacak çok şeyi de beraberinde sürüklüyor. Kai Bird – Martin Sherwin tarafından yazılan ve en iyi biyografi dalında 2006 yılında Pulitzer ödülünü kazanan, Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Zafer ve Trajedisi[1] adlı kitaptan senaryolaştırılan filmden önce, söz konusu kitabın adından yola çıkmak gerek sanırım. Prometheus, bilindiği üzere ateşi tanrılardan çalıp insanlara veren ve bunun için sonsuza dek sürecek bir cezaya çarptırılan mitolojik bir kahramandır.[2] Kudretli, hükmeden tanrılardan alınan ateşin, onların hükmettiği, dahası zulmettiği insanlara verilmesi, otoriteye karşı çıkan, devrimci bir eylem niteliği de taşır kuşkusuz. Oysa Oppenheimer ve arkadaşları, o büyük gücü, hükmedenlerin kudretli ellerine bırakmışlardır. Her ne kadar bu bombayı Nazilere karşı yaptıklarını söyleseler de, bu kadar zeki insanların yaptıkları bombanın binlerce sivilin ölümüne yol açacağını bilmemeleri düşünülemez; üstelik Almanya’ya karşı kazanılan zaferin ardından, tek başına savaşı sürdürmesi mümkün olmayan Japonya’nın yenilgisinin farkında olmalarına rağmen. Faşizmin yenilgiye uğramasının ardından, emperyalist politikaların hızla devreye girmesini sağlayan katkılardan biri de nükleer gücün oluşturduğu tehdit ve korku değil midir? Bilim insanları bu ölümcül silahı yaparak savaşı sonlandırdıkları yanılsamasıyla avunurken, aslında bir başka savaşın başlamasına neden olduklarını anlamakta çok geç kalmışlardır. Öte yandan bu bağlamda, sistem, kendisine itiraz etmeye başlayan Oppenheimer’ı (hidrojen bombasının yapımı ve nükleer savaşın geleceğiyle ilgili tavrı nedeniyle) cezalandırmaz; yalnızca itibarsızlaştırmakla yetinir. Ne de olsa atom bombasının babası ilan ettikleri bir kahramanı(!) yok etmenin, yeni bombaların ve doğabilecek sonuçlarının sorgulanmasına yol açacağının farkındadırlar. Bu durum Prometheus’un korkunç cezasıyla kıyaslanabilir mi? Kuşkusuz hayır. Mitolojik kahraman eylemi gerçekleştirmiş, dayanılmaz cezasına katlanmışken, Oppenheimer ise eylemin gerçekleşmesini sağlamış, ancak olsa olsa vicdan azabı çekmiştir. Kitaptaki Prometheus adlandırmasının, yazarların değil, editörün buluşu olduğu biliniyor. Bir kahraman adı verilerek satış başarısını hedefleyen ABD’nin pazarlama zihniyetinin yansımasının dışında, atom bombasının babasını kahramanlaştırma çabası da gözden kaçmamalı.
Nolan, kendi sinemasının alışılmış görkemli dilini kullanırken, bütün dikkatini Oppenheimer’ın kişisel trajedisine vermiş. Bombanın son denemesinde bile, ürkütücü patlama sahnesinin ardından, kameranın alkışlayan gruba sırtını dönen Oppenheimer’ın üzüntülü tedirginliğine dönmesi bunu doğruluyor. Film iki eksen üzerinde ilerliyor: Bombanın yapım aşaması ve Oppenheimer’ın geçmişte komünist partiyle ilişkisi nedeniyle sorgulanması. Bu iki ekseni, soruşturma sahnelerinde siyah-beyaz, kişisel hayatına odaklanan sahnelerde ise renkli görüntüler kullanarak yorumlamış yönetmen, ki kendisi de siyah-beyaz soruşturma sahnelerinin nesnel(?), renkli sahnelerin Oppenheimer’ın gözünden olduğunu söylüyor zaten. Bu anlamda daha önce izlediğimiz Oliver Stone sinemasıyla, örneğin JFK ile bazı benzerlikler olsa da, Stone sinemasının daha derinlikli, sistemi daha sert sorgulayan bir dili olduğu tartışılmaz. Christopher Nolan, bilim adamının kişiliğini yansıtırken müzik ve görüntülerin yarattığı atmosferle derinlikli bir kişilik yarattığı izlenimini verse de, gerçek oldukça farklıdır. Oppenheimer, beyaz perdede görünenden çok daha sorunlu, çok daha karmaşık bir kimliğe sahipti. Film boyunca bu kimliğe dair tek olumsuz ipucunu, onu itibarsızlaştırmaya, sahneden silmeye çalışan, hayranlıktan düşmanlığa geçen Lewis Strauss’un ağzından duyuyoruz. Aralarında bir tür Mozart-Salieri ilişkisi bulunan bu iki adam, tüm soruşturma sürecinde bir strateji savaşını sürdürürler. Oppenheimer’ın hidrojen bombasının yapımına karşı çıkmasının, soruşturma sırasındaki sessizliğinin, kendisini bir kurban kahramana dönüştürme oyunu olduğunu ima eden Strauss, sonuçlarını gördüğü halde, bombayı yeniden yapmak gerekse, Oppemheimer’ın bir an bile tereddüt etmeyeceğini öfkeyle haykırır. Ancak yönetmen bunu filmin kötü adamına söylettiği için (Robert Downey Jr’ın rolünün hakkını verdiğini de söylemek lazım) bu sözler bir öfke patlamasından ibaretmiş gibi görünür ve seyirci gözünde inandırıcılığını yitirir. Amaç da budur sanırım.
Oppenheimer, aynı anda her şey olmak ve bunun herkes tarafından fark edilmesini isteyen çelişkilerle dolu bir kimliğe sahip. Bilim insanı, entelektüel, siyasetçi, yönetici, dâhi ve tanrı. Ancak bu evlerden hiçbirinin sakini değildir. Bu yüzden sürekli ikilemler yaşamasının yanı sıra, ilişkilerinde, yaklaşımlarında hep mesafeli, tedbirli, bağlanmayan bir tavrı benimsemiş olduğu söylenebilir. Komünist partiye yüklü miktarda paralar bağışlasa da, hiçbir zaman parti üyesi olmamış; onu sol çevreye sokan Jean Tatlock’la ilişkisinde, duygularının yoğunluğuna rağmen bıraktığı aralık, bir sorun olacağını anladığı anda dostça bir görüşmeye bile yanaşmadan ayrılmaya dönüşmüş; bombanın yaratacağı tahribatı, SSCB ile başlaması kaçınılmaz silahlanma yarışını yönetime anlatmaya çalışan bilim adamlarından oluşan Franck Komitesi’ni[3], bu bombanın, yaratacağı psikolojik etkiyle birlikte savaşı bitireceğini söyleyerek ikna etmesinin ardından, bombanın kullanılmasından sonra, bu kez ilk tutumunun tersine, hidrojen bombasının yapımına karşı çıkmış. Filmde bu çelişkilerin yeterince altı çizilmemiş, soruşturma sahneleri uzun tutularak, bir kurban imgesi öne çıkarılmaya çalışılmış gibi görünüyor. Oysa Oppenheimer bir kurban olmak yerine, bir tanrı olmayı yeğlemiştir. Bhagavad Gita’dan[4] alınan “Ben ölümün kendisiyim, dünyaların yok edicisi,” deyişini bu denli benimseyip, “yüce tanrısal hal” (Brahman) rolüne bürünmesi, dahası kendini tanımlamakta bu imgeyi kullanması bunu açıkça gösteriyor.
Film tümüyle maskülen bir bakış açısı taşıyor. Aslında dönemin bakış açısı da bu olduğu için yönetmenin bu anlatımı özellikle seçmiş olması olasılığı düşünülse bile, Nolan’ın bu bakış açısına bir itirazı olup olmadığını pek hissedemiyoruz film boyunca. Hiroşima’ya atılan bombaya “Little Boy” (küçük oğlan), Nagazaki’ye atılana ise “Fat Man” (şişman adam) adının verilmesi dönemin zihniyetini ortaya koyuyor zaten; tıpkı Oppenheimer’a atom bombasının babası denmesi gibi. Bu durumu kısa ama yetkin yazısında işleyen Bengi Başaran şöyle pekiştiriyor yazdıklarını:
Baş kadın rolü Kitty, Oppenheimer’la evlenene kadar anne olmayı düşünmemiş, geleneksel cinsiyet rolleriyle uzlaşmayı büyük ölçüde reddeden bir biyolog. Oppenheimer’ın evliliği öncesi ve sonrasında sevgili olduğu, ama onunla evlenmek istemeyen Jean Tatlock ise Amerikan Komünist Partisi üyesi, eğitimli bir ailede yetişmiş Stanford mezunu bir psikolog. Ancak film kadınların bu yönlerini birkaç cümleyle açıklayıp geçerken, Kitty’nin alkol problemi ile geleneksek anne rolüyle çatışması ve Jean’ın depresif dönemi tekrarlayan sahnelerle öne çıkarılıyor.
Bir de Los Alamos’ta gerçekleştirilen projede yer alan kadın fizikçi Maria Goeppert Mayer’in filmde yok hükmünde olduğunu düşünürsek, ki kendisi “Atom Çekirdeğinin Çekirdek Kabuğu Modeli” başlıklı çalışmasıyla Marie Curie’den sonra ikinci kez Nobel Ödülü’nü kazanan kadın bilim insanıdır; erkek bakış açısının filme düşürdüğü gölgeyi görebiliriz.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, bombanın atılmasından sonra Oppenheimer’ın bir zafer konuşması için karşısına çıktığı, “Oppie” nidalarıyla birlikte, ayaklarını sert biçimde yere vuran ve bir vecd halinde kendinden geçen topluluğun önünde (faşizmin her yükselişinde benzer sahnelerin tekrarlanması rastlantı değil kuşkusuz; tıpkı bugün olduğu gibi), bombayı daha önce bitirip de Almanya’ya atılmasını sağlayamadığı için duyduğu üzüntüye dair sarf ettiği cümledir. Bu konuşma Strauss’un düşüncelerinde haklı olduğunu doğrularken, Oppie’nin hiç de masum olmadığını, iktidar zaafının hangi mertebede olduğunu gösteriyor. Ancak yönetmen o toplantının çıkışında Oppie’nin kömürleşmiş bir cesede bastığı bir yanılsama sahnesiyle, yine bir pişmanlık, yaptığının farkına varma duygusu aktarıyor seyirciye. Hiroşima ve Nagazaki’de binlerce insanın kömürleşmiş cesetleri yerine tek bir gerçek dışı görüntüyle, yaşananın korkunçluğunu, dehşetini gösteriyor gibi yapıp hafifletiyor aslında (Nâzım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiiri, Hiroşima ile ilgili çok daha yakıcı bir etki bırakmaz mı zihnimizde?).
Onunla henüz Princeton’dayken bir söyleşi yapmak isteyen George Steiner randevu verip gelmeyen Oppenheimer’ın, Steiner aynı gün bir başka bilim insanıyla odasında sohbet ederken, anszın odaya girip, sessizce onun görmeyeceği biçimde arkasına oturup, ona sorular yöneltmesinin ardından fizikçiyi şöyle tanımlıyor: “Eğer konuştuğunuz kişiler sizi göremezlerse felce uğrarlar (paralyzed), böylece durumun efendisi olursunuz. Oppenheimer bu tür teatral manevralarda bir dâhiydi. Tüyler ürpertici derecede korku uyandıran bir adamdı; bunu betimlemek epey zor.” Los Alamos Projesi’ndeki çalışmalarda, filmde her ne kadar demokrat davranış biçimleri görsek de, sert ve buyurgan (belki tanrısal) bir tavrı olduğu biliniyor. Doğruluğu kesin değilse de ona beklediği yolu açmayan hocasını, elmasına zehir enjekte ederek cezalandırmak isterken (Pamuk Prenses’teki cadı?), hocasının yerine elmayı yemeye kalkan Niels Bohr’a mani olması sahnesi başka bir açıdan önemlidir: Aslında Bohr’un orada olduğunu bilmeden, eylemini geri almak için dönmüştür. Ölümcül bir eylem, hemen ardından duyulan pişmanlık ve hezeyan sonrası vazgeçiş; tıpkı bombada olduğu gibi. Öte yandan Truman’a söylediği “Sayın Başkan, ellerimde kan olduğunu hissediyorum,” cümlesinin hemen ardından (Lady MacBeth?), başkanın ona alaycı bir biçimde mendilini uzatma sahnesidir. Oppenhemer’ın kişisel pragmatizmiyle sistemin pragmatizmi karşı karşıyadır ve sistem her zaman galip çıkar.
Yaptıklarının sonuçları ortada olsa da, Oppenheimer’ı, özellikle soruşturma sahneleriyle bir kurbana dönüştürmeye çalışan (McCarthy döneminde yaratılan komünizm paranoyasıyla, çok daha ağır zulümlere uğrayan, Rosenbergler gibi idama gönderilenler olduğunu hatırlamak gerek elbette) Christopher Nolan’ın, Hollywood sinemasının hep yaptığı gibi, tarihi temize çekmeye çalıştığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Oppenheimer’ın soruşturmada yaşadıklarının üstüne basa basa anlatılması, sisteme karşı çıkan, yaptıklarından pişman bir karakter çizilmesi, bir anlamda tarihi temize çekme arzusudur aslında. Nitekim yakın zamanda ABD, devlet olarak da Oppenhemer’ın güvenilir olduğunu resmî olarak kabullenerek kendi adına da bir temize çekme işlemini gerçekleştirmiştir. Zaaflarına hafifçe dokunulsa da, haksızlığa uğramış bir kahraman yaratılması çabası karşısında Brecht’in, Galileo Galilei oyunundan bir diyalog hep hatırlanmalı:
Andrea: Kahramanları olmayan ülkeye yazıklar olsun.
Galileo: Hayır! Kahramanlara gerek duyan ülkeye yazıklar olsun!!!
[1] Kai Bird ve Martin J. Sherwin. American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer, 2006.
[2] Efsaneye göre Prometheus ateşi çalıp insanlara verdiği için Zeus tarafından bir kayaya zincirlendi. Her gün bir kartal gelip Prometheus’un ciğerlerini yedi. Gece tekrar meydana gelen ciğerleri, kartal tekrar yer ve bu eylem süresiz biçimde tekrarlanır. Kimi kaynaklara göre Herakles’in bu cezaya son vererek Prometheus’u kurtardığı da söylenir.
[3] James Franck. Nobel ödüllü fizikçi. Atom bombası ile ilgili Politik ve Sosyal Problemler Komitesi’nin başdanışmanı. Kurulan komitedeki bilim insanları bir rapor hazırlayarak olabilecek olumsuzlukları aktarsa da, bomba fikrinden vazgeçilmedi.
[4] Bhagavad Gita. Mahabharata destanının bir parçasıdır. Yaklaşık 700 vecizeden oluşur.