İşçi sınıfı dostu İngiliz yönetmen Ken Loach altmış yıllık sinema kariyerini The Old Oak filmi ile sonlandırdığını açıkladı. 87 yaşındaki usta yönetmen bu filmle gideceği yere götüremeyeceği “huzursuz vicdanını“ geride kalanlara emanet ederek veda etti sinemaya. Bizler de saygıyla anılacak bir hayatın henüz gerçekleşmemiş o son veda ânının hüznünü giyinerek izledik filmi. Ve aynı hüznün gözleriyle filmin afişine son kez dokunarak girilen sinema salonunda Ken Loach´a özgü bir filmle karşılaşmak da şaşırtmadı izleyenlerini.
Birçok filminde olduğu gibi The Old Oak´ta da, hakim olduğu toplumun içinden gri alanlarda yarattığı kusurlu karakterler aracılığıyla meselesini anlatıyor Ken Loach. Görüntüye abanmayan bir görüntü estetiğiyle direkt bir anlatıyı dolaşımda tutuyor. Belki de bir anlamda vasiyet filmi olduğu için onun filmlerinde pek alışık olmadığımız sembolleri ve eski filmlerinden izleri görüyoruz filmde.
Her ne kadar ikinci filmi olsa da, en iyi filmleri arasında her zaman üst sıralarda yer bulan, 1969`da çektiği Kes (Kerkenez) filminin köklerinden bugüne uzanan bir hikâyenin finali gibi The Old Oak. Onun sinemasını takip edenler, The Old Oak´u izlerken Kes´in 15 yaşındaki karakteri Billy`i yaklaşık yarım asır sonra TJ Ballantyne olarak izliyor sanki perdede.
Sinema salonuna girerken son bir hüzünle baktığımız ve salondan çıkarken sökülmüş ciğerimizle yeniden bakmaya cesaret edemediğimiz o afiş, filmin bütün hikâyesinin, aslında onun altmış yıllık sinema yolculuğunun bir fotoğrafı gibi: Çatlak ve köhnemiş bir duvarda eğreti duran, ha düştü ha düşecek “K” harfi, onu sopasıyla diğer harflerin hizasına yerleştirmeye çalışan TJ ve hemen yanı başında ona sevgi ve umutla bakan Yara.
Yaralı ve hep kaybeden TJ`in K harfi gibi kendine tahsis edilmiş ve kendi üstüne kapandıkça yok olmaya başlayan varlığından “öteki/başka” dolayımıyla çıkmasını, Yara`nın ona verdiği güç ve kudretle -ki Yara Farsçada bu anlama geliyor- hayata tutunup bir anlam kazandırmasını izliyoruz The Old Oak`ta.[1]
Karar verilemezliğin cefası
Ken Loach´a duyulan hürmet ve The Old Oak´un bir veda filmi olmasının hüznü biraz aralandığında, saygıyı yok etmeyen bir karar verilemezlik mesafesinden bakılabiliyor filme. Hatta filme gücünü veren, saygıyı pekiştiren şey de, filmde kusur/eksik/özensiz gibi görünen, üzerinde düşünüp taşınma imkânı veren de bu aralık.
Bir harf dizini olarak The Old Oak´un son harfi “K“nın yerinden edilmişliği filmde bir imkân olarak sunulandan bir imkânsızlığı, bir karar verilemezliği bulup çıkarma imkânı veriyor. Tıpkı K harfi gibi TJ de kendi varlığının ağırlığını taşıyamıyor. Kendi bedenine çakılı varlığından intihar ederek çıkmayı düşünürken, önce köpeği Marra, sonra da Yara`nın varlığıyla bundan vazgeçiyor.
Marra, Levinas`ın Zor Özgürlük’te bahsettiği “Almanya’nın son Kantçısı“ Bobby`dir âdeta; toplama kamplarında tutsakları gördüğünde neşeyle kuyruk sallayıp onlara insan olduğunu hatırlatan Bobby.[2] İntiharın iptali ve hayata yeniden bağlanma kararı ya da K harfinin düşeceği yere tutunması, yeniden karar verilemezliğin cefasının çekileceği bir zamanı açıyor filmde. Kaçışı imkânsız hale getirirken karar verilemezliği mümkün kılan da bu; Levinas gibi TJ`in döndüğü yer de aynı yer, aynı dünyadır çünkü.
Bir isim olarak Yara ve Marra´nın ağızdan çıktığı andaki ses benzerliği, yakındaşlığı da tesadüfi görünmüyor. “Son Kantçı” Marra TJ´e insan olduğunu hatırlatırken, Yara da ona bütün insani değerlerini temize çekip bulunduğu yeri başka bir yere dönüştürecek gücü, kudreti ve iradeyi veriyor.
Çağrılmadan gelenle karşılaşma
TJ ve Yara´nın hikâyelerinin kesiştiği küçük bir maden kasabasını mekân olarak seçiyor Ken Loach. Filmin siyasi ve etik vizyonunu da belli bir mesafeden baktığı bu kasabadaki ilişkiler üzerinden, kasabanın sakinleriyle onların hayatına dahil olan mültecilerin kurduğu ilişkinin düğümleri üzerinden kurguluyor. Ve bizi 1984 yılında madenlerin kapatılmasına ve Thatcher`ın neoliberal politikalarına karşı büyük işçi sınıfı direnişlerine sahne olmuş İngiltere`nin kuzeydoğusundaki küçük bir maden kasabasının otuz iki yıl sonrasına götürüyor.
Madenlerin kapatılmasıyla çoğu insanın iş bulmak umuduyla kasabayı terk ettiği, kalanların işsizlik ve yoksullukla baş başa kaldığı, işyerlerinin kapandığı, çocukların okula aç gittiği, köşe başlarında Newcastle United formalı gençlerin pitbullarla bekleyip vakit geçirdiği, emlak fiyatlarının düşmesiyle büyük emlak firmalarının evleri yok pahasına kapattığı, çaresizlik ve çıkışsızlığın yarattığı öfke ve kızgınlığın muhatabını bulamadan cılız bir sese dönüşüp boşlukta kaybolduğu, hayatın akışının sessiz sakin bir tekrar ve kabullenişle devam ettiği bir kasaba burası.
Ve bütün bunların arasında bir mekândan daha çok filmin karakterlerinden biriymiş gibi kasabanın tek sosyalleşme imkânı olarak ayakta kalmaya çalışan, mültecilerin gelmesiyle çehresi de değişen TJ´in barı The Old Oak…
2016 yılında Suriyeliler geliyor bu kasabaya. Filmini de bir otobüs dolusu Suriyeliyle kasabada yaşayanların ilk karşılaşma ânının fotoğraflarını vererek açıyor Ken Loach. Suriyeli mülteci genç kadın Yara´nın fotoğraf makinesinden perdeye yansıyan karelerde bu davetsiz misafirlerin gelişine tepkileri görüyoruz: Kapitalizmin posasını çıkarıp geriye bundan başka bir şey bırakmadığı “ev sahibi”nin kendisine gelen (gelmek zorunda kalan), savaşın yerinden yurdundan ettiği, yine hiçbir şeyi olmayan “davetsiz misafir” ile karşılaşması.
Bu karşılaşma ânının gerilimlerini, etik ve siyaseti birlikte düşünerek aşmaya çalışıyor yönetmen. Filmin örgüsünün teyel yerlerinin göründüğü, bir eksiklik ve özensizlik duygusu yaratan yerler de buralar.
Hiçbir engelle karşılaşmaksızın muhatabını bulan, diyalojik ve geçirgen bir dili mümkün kılan bir iyimserliğe yaslanıyor film. TJ ve Suriyeli genç mülteci kadın Yara arasındaki sevgi ve dostluğun açtığı alanda birbirinden farklı iki toplumun unutulmuş ve yabancılaşılmış ortak insani değerlerle birbirine bağlanmasıyla dindiriliyor bu homurtular. Açılan alansa kendi üzerine kapanıyor. Bir imkân gibi işaret edilen şeyin imkânsızlığını da kapattığı bu alanın kıyılarına iteliyor Ken Loach. Filmin yüklediği duygu ağırlığı, siyasetin tam ortasında cereyan eden şeyleri siyasetin kendisini sorunlaştırarak ele almaya izin vermiyor. Ekmek arası ilaç gibi bize sunduğu dayanışma, fedakârlık, ötekinin yasını tutma geçici bir süre kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor.
İhmal ve ihlal
Bu geçici ferahlamanın kıyılarına itilmiş bir eksiklik ya da özensizlik duygusu da, filmin kapattığı imkâna bakma, filmi bir “ihlal” pratiği üzerinden yorumlama imkânı sunuyor aslında.
It's a Free World (İşte Özgür Dünya) ve Bread and Roses`ta (Ekmek ve Güller) göçmenlik ve emek sömürüsü arasında kurduğu ilişki kodlarının benzerini The Old Oak`ta da tekrar ediyor Ken Loach. Ayrıca, Ken Loach`un yan hikâyelerdeki bilinen özensizliği The Old Oak’ta da karşımıza çıkıyor.
Bu özensizlik filmde, mültecilik/öteki/başka ana hikâye olmaya başladığında, öteki ile karşılaşmanın sığ sularında gezinen yumuşak bir iyimserlikte, yoksulluk ve ezilmişlik ayniyetinin -aslında aynı sınıfa ait olmanın- dayanışmanın sihirli değneğiyle nasıl farklılıkları çabucak ortadan kaldırdığında kendini gösteriyor.
Oysa Ken Loach`un önceki filmlerinde tekrar ettiği kodlarla bize açtığı dünyanın, insanın kendini ifşa ettiği bugünkü dünya olup olmadığı; değilse, onu aynı kodlarla anlamak ve açıklamak mümkün mü sorusu akla geliyor ister istemez.
Ama bu tek başına özensizlik sorunu değil; yönetmenin durduğu yerin bir açmazı ya da kusurudur aynı zamanda. İşte bu açmaz filmi tam ortasından ikiye bölüyor. Mültecilik meselesi de ikiye bölünmüş filmin eksik ve zayıf tarafında kalıyor. Hatta biraz ötelendiğinde oryantalist öğeler taşıdığı da söylenebilir.
Ancak bu oryantalizm eleştirisi hem akılda tutulabilir hem de ihmal edilebilir bir şey. İhmalin sebebi, Ken Loach`un filmlerini çekerken koyduğu mesafedir. Bu aslında ne filmin kusuru ne de belirli bir mesafeden kamerasını tuttuğu gri alanın kusurudur; bir kusur varsa o da tarihin, toplumun, insanın kusurudur. Hayatın tam ortasından yarattığı kusurlu karakterlerin bu oryantalizm kusurunu taşıması da anlaşılabilir bir şeydir.
Akılda tutmayı ya da ihlal edilmeyi gerektirense, Ken Loach`un mültecilerle (öteki/başka) kurulan ilişkide indirgediği “ötekinin iyiliği” iyimserliği ve bunun kuruluş biçimi oluyor. Hakikatinin ışığıyla parlayan yüzeyde bu iyimserlik denklik yapısını kurarken, derinde oryantalizm inceden işliyor. “İyi ötekiler“ ön kabulü, kültürel farklara ve ötekine saygının iyiliği olarak sürekli geziniyor filmin içinde. Savaş karşıtlığı, yabancı düşmanlığı gibi mesajlarını da buradan veriyor.
Lakin, farklılıklarına saygı duyulan ötekinin, kendini aynının düzenine sokup farklılıklarından arındığı, aynıya benzediği ölçüde “iyi öteki” olmayı hak ettiği gerçeği ihmal edilemez olarak duruyor filmde. İngilizce bilen, fotoğrafçı, kiliseyi ziyaret eden, seküler görünümüyle kendilerine benzeyen Yara`nın, iki farklı topluluğun karşılıklı birbirini tanımasını ve ötekinin kabulünü kolaylaştırdığı söylenebilir belki. Ama bu tanımada ve birbirini anlamada ev sahibinin yasası yürürlükte kalıyor ve bazen en katı haliyle filmi baştan sona katediyor. Hatta bu yasanın yumuşadığı, düğümün çözüldüğü, denkliğin kurulduğu ve filmin belki de en çok hatırlanan, hepimizin Yara’nın annesinin “Birlikte yerseniz, birlikte kalırsınız -When you eat together, you stick together-,” sözüne aforizma gibi sarıldığı o yemek sahnesinde bile, ev sahibi (TJ) kendini ötekine tam teslim ederken aslında ötekilik silikleşiyor ve ayniyet hükmünü kendini yeniden üreterek, yerini sağlamlaştırarak icra ediyor.
Tekrar ve hürmet
Ken Loach’a duyulan hürmetin onun filmleriyle araya mesafe koyarak değerlendirme yapmayı kısıtladığı söylenebilir. Bunu yaratan sebeplerden öncelikli olanı, Ken Loach’un kendini tekrar eden bir yönetmen olmasıdır. Ki bu tekrar, olumsuz anlamdaki içerimlerde değil, meselesini ve siyasi kurgusunu durduğu yerden sürekli olarak dolaşımda tuttuğu bir stratejiye bağlı kalarak ele almasında görülebilir.
Hiçbir zaman Marksist olduğunu söylemese bile, onu işçi sınıfının dostu ve tüm ezilenlerin yanında usta bir yönetmen yapan da, filmlerinde kendini tekrar eden bu tutarlılığa, hakikate ve stratejiye sadakatidir.
Bu biraz Zeki Demirkubuz`un The Guardian’a verdiği bir söyleşide Dostoyevski ve kendisi için söylediklerini hatırlatır: “Dostoyevski acılarını farklı durumlarda yoğuran farklı karakterler kullanarak aynı romanı tekrar tekrar yazmıştır. Ben de her defasında aynı filmi tekrar tekrar çekmeye çalışıyorum.” Ken Loach da aynı filmi tekrar tekrar çekmiştir.
Kısıtlılığı yaratan sebep bu sadakatin çift yönlü olmasıdır aslında. Hakikat sadakat gerektirir. İzleyicileri de onun filmlerindeki bu izleğe ve tekrara sadakat besler. Kendilerini bu hakikat tekrarı içindeki yere ve tarafa yerleştirerek mesafelenirler Ken Loach filmleriyle. İnsana dair umudunu hiç kaybetmeyen Ken Loach’un bu umudu biçimsel bir buyruk gibi tereddütsüz satın alınır. Ve bu çift yönlü sadakat böyle işler: Başka bir dünya mümkündür ama bunu mümkün kılacak şeyler de insanlığın ortak tarihinde mevcut olan bozunuma uğramamış değerlerdir.
Ken Loach elbette hürmetlimizdir. Ama bu hürmetin gerekçelerini yerinden edip yeniden kurmak da bu hürmetin gereğine dairdir.
The Old Oak`u yönetmenin en iyi filmleri arasında anmayacağız belki. Ama bu altmış yıllık kariyer bir film festivalinin sahne düzenine ödülünü almak için çıktığında onu ayakta alkışlayanlar kadar, hatta onlardan daha fazla, fetret devrinin canavarlarına rağmen dünyanın tüm ezilenlerinin, başka bir dünyanın mümkünlüğüne sadakatini kaybetmeyenlerin gönüllerinde onun için açtığı koridordan, kendi şarkılarıyla, bayraklarıyla uğurlanışını, saygı ve minnettarlığı hak ediyor.
Bir kez daha hürmetle Ken Loach, hürmetle…
[1] Filmdeki Yara isminin ne anlama geldiğini Arap kökenli bir arkadaşıma sordum. Bana, aslında bir isim olarak Yara´nın Araplar arasında yaygın olarak kullanılmadığını, dillerine Farsçadan girdiğini ama son zamanlarda Suriye’de Kürtlerin ve Süryanilerin yaşadığı yerlerde bu isme daha çok rastlandığını söyledi. Farsça kökenli bu ismin birçok anlamı var. Farsçadaki karşılığı güç ve kudrettir. Bir isim olaraksa, gerçek arkadaş/dost anlamına geldiği gibi, başkalarının yapmaya cesaret edemeyeceği şeyleri yapmaktan çekinmeyen güçlü ve irade sahibi kadın anlamına geliyor. Bir başka anlamı da gökyüzünde yaşam sevinciyle dolaşan Ay´a Dolunay gecesinde verilen isim. Bu anlamların hepsi, Ken Loach`un filmdeki mülteci genç kadın karakterine Yara ismini vermesinin tesadüf olmadığını gösteriyor.
[2] Zeynep Direk bundan yedi yıl önce YouTube’da yayınlanan (“Emanuel Levinas - Zeynep Direk ile Felsefe Programı”) İTÜ Radyo konuşmasının içinde Levinas’ın Zor Özgürlük derlemesinde geçen küçük bir bölümden bahseder. Ailesinin büyük bir kısmını İkinci Dünya Savaşı’nda kaybeden Levinas, Fransız askeri olduğu için öldürülmez ve çalışma kamplarına gönderilir. Çalışma kampında bakışlarıyla, kuyruk sallamasıyla tutsaklara insan olduklarını tecrübe ettiren bir köpek vardır. Köpeğin ismi Bobby’dir ve Levinas onun için “Almanya’nın son Kantçısı,” der.