Cumhuriyet’in Sağlığı (I)

Ekim’in 29’unda Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşına bastı. Pekiyi ama cumhuriyetin sağlığı ne durumda?

İlk sözümüz ruhunun sağlığı üzerine olsun: Görmek zorundayız ki cumhuriyetin ruhu, geçen bir asır zamana rağmen onarılamamış bir travmayla malûl. Çünkü kurucu kadro da, onun takipçileri de akıp giden yüz yılda, yedi cihana hükmeden bir imparatorluktan, cephe savaşlarında kaybedip, yenilgi sonrası kurulan masalarda kırpılarak küçük bir devlete dönüşmenin travmasıyla sağlıklı biçimde yüzleşemedi. Aksine aşılamayan her travma gibi bilinç dışına bastırıldı ve her bastırılan gibi, kimi tetik çeken faktörlerin etkisiyle söz konusu travma pek çok kez bölünme ya da büyüklenme biçiminde bilince yeniden geldi ve her geliş, travmanın etkilerini zaman içerisinde daha da kökleştirip derinleştirdi.

Pekiyi ama ruhunun sağlığına olumlu etkisi olacak ve üçüncü bin yılda geleceğe güvenle bakabilecek bir sağlıklı analiz, yüzleşme, hesaplaşma neden yaşanamadı?

Çünkü, her ne kadar kuruluşa giden 921 Anayasası’nın birinci maddesinde hâkimiyetin “bilâ kaydü şart millette” olduğu ifade edilmiş ve aynı maddenin devamında “İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenit” yazılmış olsa da; burada kastedilen halk aslında “hakimiyet-i milliye” ile sınırlandırılmıştı. Tıpkı söz konusu anayasayı yapan çoğulcu mecliste olduğu gibi ötekiler milli iradeye dahil edilmemişti. Cumhuriyetin ruhuna sinmiş olan bu eksiklik, geçip giden yüzyılda, “öteki” addettiğine canı istediğinde, istediği oranda ve istediği biçimde birtakım haklar bahşetmek (ya da bahşetmemek ve hatta yok etmek) ve sergilediği lütfun sonunda ötekinden koşulsuz şükür ve biat beklemesine yol açtı. Bu tutum, kendisi üzerine düşünme ve özeleştiri geliştirmesini önledi.

Yüzüncü yılın sonunda vardığımız yer; benliğinin, gerçekçi bir tarih anlatısından azade biçimde şişirilerek kurulması nedeniyle şekillenmiş kırılgan bir yapı ve bu narsistik kırılgan egonun hiç bitmeyen hassasiyetleri; egonun zayıflığını kapatmaya yönelik büyüklük ve kibir gösterileri; ötekine yönelik empati yoksunluğu, her durumda haklı – ayrıcalıklı olma ve takdir görme isteği…

Öte yandan akıp giden zaman diliminde, bu ruhla hesaplaşma iddiasıyla yola çıkanların iktidara vardığında eleştirdiği yapıya dönüşmesi temel sorunumuz. Kasapyan Bağ Evi’ne çökmenin getirdiği kusurlar bin odalı Saray’ın ve Külliye’nin haşmetiyle örtüldü. Kurucu eksikliği gidermek yerine muktedir bir narsist olmanın hazzıyla yetinildi.

Daha kötüsü yüzüncü yılın sonunda, muktedir tarafından mazi olarak tanımlanan öncekinin, en azından çağına yakışır bir uygarlık öğretisi ve eşit yurttaşlık hedefini, var olmayan bir ideal olarak tepeden inmeci biçimde topluma kabul ettirmekken; yeni versiyonun bırakınız eşitlikçi bir gerçeği hayata nakşetmeyi, söz konusu ideallerden dahi öteye düşmesi ve büyüklenmeci patolojik bir narsisizmle yetinmesidir.

Sağlık Hizmetleri

Cumhuriyetin ruhu tartışmalarını psikiyatrist, psikanalist ve siyaset bilim insanlarına bırakarak cumhuriyetin sağlığı konusunda sağlık hizmetleri bağlamında yol alalım.

Eşit yurttaşlık ideali açısından eğitim kadar sağlık hizmetlerinin de önemli bir zemin teşkil ettiğini biliyoruz. Benzer biçimde sağlık hizmet sunumunun, cumhuriyetin ruhunu şekillendiren yerli iklimden ziyade, dünyada esen küresel rüzgârlarla yakın ilişkide olduğuna da vakıfız.

Osmanlı Mirası

Beylikler sonrası dönemde Osmanlı’daki tıp yaklaşımını “İslam Tıbbının Devamı” (1450-1730), “Batı Tıbbını Tanıma” (1730-1827) ve “Batıya Açılma – Modernleşme” (1827 Sonrası) olarak tarihlendirmek mümkün.

Genç Cumhuriyet, söz konusu yaklaşımın tarihsel mirası olarak genel sağlık hizmetleri bağlamında hamamlar, kaplıcalar ve şifahaneler devraldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda ücreti belediyeler tarafından karşılanan “Memleket Tabipliği” biçiminde bir devlet memurluğu tanımlanmış ve hekimlere kazalarda iki, livada üç yıl süren bir mecburi hizmet zorunluluğu getirilmişse de sistem efektif olarak çalışmıyordu. Bu nedenle ahalinin sağlık sorunları ağırlıkla memleket / belediye tabipliği yoluyla resmi hekimlik yapma hakkı tanınmayan Batı üniversitelerinde tıp eğitimi almış gayrimüslim hekimlerin özel hekimlik faaliyetleri ve -Dersim örneğinde olduğu gibi- “ocak” temelli el – icazet alanlar, bitki bilimine vakıf hekimler, kadın iyileştirici ebeler ve cerrahlar tarafından çözülürdü. Öte yandan Süryani kiliselerinin adeta tıptaki uzmanlık alanlarına benzer biçimde kimi sağlık hizmet alanlarında ihtisaslaştığını biliyoruz. Ayrıca -Hatay örneğinde gözlendiği gibi- Sünni, Nusayri ve Hristiyan türbelerinde dua, mum, buhar, taş, su gibi vasıtalarla hastalara şifa sunulmaktaydı. Bununla birlikte imparatorluğun kimi bölgelerindeki misyoner hizmetleri çerçevesinde sunulan sağlık hizmetlerinin ve İstanbul başta olmak üzere gayrimüslim cemaatlere bağlı hastanelerdeki tıbbi pratiklerin dönemin bilimsel metodolojisi ile uyumlu olduğunu vurgulamak gerekli.

Osmanlı’da modern anlamda ilk tıp kurumu Süleymaniye Külliyesi’ydi. Burada mantık ve Galen ile İbn-i Sina’nın tıp kitapları okutulurdu. Tıp öğrencilerine ise günde altı dirhem maaş verilirdi. Alaylı hekimlerin daha yaygın olduğu İmparatorluk’ta hükümdarın ailesinin sağlığı ve ülkenin sağlık politikasını Hekimbaşılar belirlerdi. Bu kişilerin resmi tıp tahsilleri yoktu ve sultan ölünce azledilirler, ancak indirilirse görevlerine devam ederlerdi.

Hekimbaşı Mustafa Behçet Bey önderliğinde 14 Mart 1827’de hizmete açılan Tıphane-i Amire – Cerrahhane-i Amire ve sonrasında 14(7) Şubat 1839’da evrildiği biçimiyle Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane, bu topraklardaki modern tıp eğitiminin ilk adımlarıydı. Tanzimat Fermanı sayesinde gayrimüslim olanların da tıp eğitimine hak kazanması, 1842’de başlayan ebelik eğitimi (Ebe Mektebi) ve 1867 yılında Mekteb-i Tıbbiye içerisinde açılan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) önemli gelişme ve tarihlerdir. Söz konusu tarihsel bağlamda Telkinhane-i Şahane’de geliştirilmeye çalışılan çiçek aşısı çabalarını ve işçi sağlığı bağlamında 1867 yılında yayınlanan Dilaver Paşa Nizamnamesi’ni de vurgulamak gereklidir.

Kurucu Dönem

Tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da sağlık hizmet sunumunun şekillenmesinde ekonomi politik belirleyicidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu dönemindeki iktisat politikasını sermaye kazançlarının milli unsurlara aktarılmasını hedefleyen “Milli İktisat”; kapitalist bir ekonomik işleyiş modeli doğrultusunda “Dışa Açık Ekonomi” (1923-1929) ve 1929 kapitalist krizine karşı verilen “Devletçilik” (1930-1938) olarak tanımlarsak,[1] sağlık hizmetinin temel yapısının da bu ekonomi politik aks üzerine oturduğunu belirtmek doğru olur.

Öte yandan bu dönemde sunulan sağlık hizmetinin temel ekseni orduya yönelikti. Halka yönelik sağlık hizmet sunumu ise “hayırseverlik” ve “özel tababet” ile sınırlandırılmıştı. Osmanlı’nın bir devamı olarak Reisül Etibba (Hekimbaşılık) yapılanması Beynelmilel Sıhhiye Meclisi biçimine dönüşmüştü. Dahili ve Sıhhiye Nezareti ise belediye ve memleket tabipliklerinden oluşan Sıhhiye Müdüriyeti Umumiyesi, Karantina İdaresi ve Hicaz Sıhhiye İdaresi bölümlerinden oluşmaktaydı.

Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı’dan “hem devam / hem kopuş” olarak kabul edersek, Osmanlı’da var olan ve hem koruyucu hem tedavi edici hekimliği, ademi merkeziyetçi bir finans yapısıyla uygulamayı planlayan Memleket Tabipliği uygulaması; 1913’ten sonra bir devam politikası olarak Hükümet Tabipliği biçiminde, bir kopuş olarak da koruyucu hekimlik hizmet ağırlığı biçiminde Sıhhiye Meclisleri vasıtasıyla sürdürüldü. Sıhhiye Meclisleri, salgın hastalıklarla mücadele için kurulan ve bileşiminde yörenin mülki amiri, belediye başkanı, sağlık müdürü, hükümet tabibi ve askeri – sivil yetkililerin bulunduğu genç Cumhuriyetin kendisine özgü yapılanmalarından birisidir. Savaşlardan yorgun ve yılgın çıkmış her toplumda görüleceği üzere ülke genelinde verem, tifüs başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların fazlalığı böylesi bir yapılanmayı zorunlu kılmıştır. Öte yandan genç Cumhuriyetin, “Mülkiye, Tıbbiye ve Harbiye” üzerinde yükselmiş olması Sıhhiye Meclisleri’nin yapılanmasını belirleyen başka bir unsurdur.

Yörenin mülki amiri – sağlık müdürü ile belediye başkanının salgın hastalıkları önleme amacıyla şekillenen bir yapılanma dahilinde birlikte çalışabilmesi kritik önemde olup dikkat çekicidir. Çünkü yakın zaman önce sonuçları itibarıyla büyük bir tahribatla sonuçlanan COVID-19 pandemisinde merkezi iktidar tarafından (muhalif) yerel unsurlar mücadele dışı tutulmuştur. Bu bağlamda merkezi ve yerel unsurların birlikte çalışma becerisinin mevcut siyasi iktidar zamanında Cumhuriyetin kaybettiği önemli bir kazanım olduğunu ifade etmek gereklidir.  

Kurucu dönemde sağlık hizmetlerindeki temel amaç bulaşıcı hastalıklarla mücadele ve göç – savaş sonucu öksüz kalan çocukların bakımıdır. Tedavi hizmeti sunan hastanelerin yönetimi ise mahalli idarelere bırakılmıştır. Dikkat edilirse bu dönemde bir yandan merkez ve yerel yönetimler arasında birlikte çalışma zemini oluşturulmuş, diğer yandan da sağlık hizmetleri ile sosyal sorunlar birlikte aynı bakanlık çatısı altında ele alınmıştır. Zaten bu nedenle 3 Mayıs 1920 tarihinde şekillenen merkezi sağlık yapılanmasının adı Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti’dir.  Oysa bu sağlıklı bakış açısı, 1980 askeri darbe sonrası, sağlık ve sosyal konuları birbirinden ayrıştıran bir şekle büründürülmüş ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın sosyal yönü yetkinleştirilmek yerine ondan tümüyle azade kılınarak Sağlık Bakanlığı’na indirgenen bir konuma taşınmıştır.

Cumhuriyet tarihinin en uzun süren sağlık bakanı olan Refik Saydam tarafından ifade edilen, “Memleketin sağlık şartlarını düzeltmek ve milletin sağlığına zarar veren bütün hastalıklar ve diğer etkenlerle mücadele etmek ve gelecek neslin sağlıklı olarak yetişmesini temin ve halkı tıbbi ve sosyal yardımlardan faydalandırmak” düsturu kurucu dönemde hayata geçirilen pek çok uygulamanın gerekçesini de tariflemektedir. Hiç kuşku yok ki bu hedefler, sanayi devrimine ruhunu nakşeden kapitalist ekonominin, fabrikalarda çalışacak sağlıklı işgücü ve gerektiğinde savaşacak sağlıklı asker gereksiniminden köken almakta ve sağlık hizmet sunumunun dışındaki “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” ya da “Gazi Günü”, “Atatürk Günü” ve nihayetinde “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” gibi uygulamalarla sağlıklı olmanın bir değer ve kültür haline dönüşmesi istenmekte ve bu sayede sağlıklı bir ulus yaratılması hedeflenmektedir.

Bu dönemde genç Cumhuriyet’in sağlıklı insan gücüne olan gereksinimi sağlık hizmetine verilen önemi oldukça arttırmış ve ülkenin dört bir yanı sıtma, verem, trahom gibi hastalıklarla özel olarak mücadele eden birimlerle; kadınlara sunulan üreme ve çocuk sağlığı hizmetleriyle ve aşı – serum üretimi amacıyla 1928’de açılan -1999 yılında aşı üretim tesisleri, 2011 yılında ise tümü kapatılan- Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsüyle yetkinleşmiştir. Ayrıca kurucu bu dönemde ülke genelinde verem hastalığının fazla olması nedeniyle Heybeliada Sanatoryumu’nun açılmış olması dikkate değerdir (1924). Söz konusu Sanatoryum’da kurucu dönemin paradigması uyarınca modern tıp teknikleri kullanılmış, ancak akıbeti tıpkı Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü gibi Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde kapatılmak olmuştur.

Öte yandan bu dönemde günümüzde dahi çoğu hükmü geçerli olan tababet ve hıfzıssıhha kanunları yasalaşmıştır. Mecburi hizmet uygulaması ise hekimler için devam etmekle birlikte tümüyle merkezi idarenin bir uzantısı olarak Etibba Odaları da kurularak sağlık hizmet sunumunun temel aktörü olan hekimlerin toplumsal gücü maksimize edilmiştir. 1923-1950 arası dönemde Etibba Odalarının başkanlarının devletle – meslek örgütü arasından köprü vazifesi görebilecek kişiler arasından sıklıkla Sağlık Bakanlığı’nda görev yapmış şefler / asker kökenli kişiler olması, Oda yönetim kurulu toplantılarının Sıhhat Müdürlüğü’nde yapılması ve alınan kararların Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nca valiliklere bildirilmesi dönemin hekim örgütlenmesinin korporatist yapısını ortaya koymaktadır. Hekimler, onca yıl geçmesine rağmen bugün dahi, söz konusu yapılanmanın olumsuz mirasını zihinlerinde taşımakta ve kendi öz örgütlü güçlerinden ziyade merkezi idare kaynaklı güçle kendilerini tahkim etmeyi arzulamaktadırlar.

Son olarak kurucu dönemin “Milli İktisat” politikasına uygun olarak bu dönemde çok ihtiyaç olmasına rağmen kökü dışarda olan misyoner unsurların sağlık hizmet sunumu kısıtlanmış ve fiilen imkânsızlaştırılmıştır. Bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak; Adana’da 1909 yılında Ermenilere yönelik uygulanan pogrom sonrası kurulan ve hangi inanç ve etnik kökenden olursa olsun bölgede yaşayan herkese dönemin bilimsel sağlık hizmetini sunan International Hastanesi’nin mülkiyetinin bağlı bulunduğu Ermeni Protestan Kilisesi’ne 1923 yılında hükümet tarafından el konulması, hastanenin ruhsatsız olduğu gerekçesiyle kapatılmak istenmesi, akabinde yerel yönetim tarafından hastanenin mülkiyetinin Amerikalı misyonerlere satılması, 1934 yılında getirilen bir kanunla hastaneye Türk müdür ve başhemşire atanması, denetimlerin giderek sıklaştırılması ve nihayetinde misyonun önce yataklı servisleri ve takibinde hastaneyi tümüyle kapatması dikkat çekicidir.[2]

Adana International Hastanesi Önünde Bekleyen Hastalar[3]

Savaş ve Sonrası

Birinci Paylaşım Savaşı’ndan kayıplarla çıkan Almanya’nın yıkılan gururu ülke içerisinde milliyetçiliği kışkırttı. İtalya’da da benzer bir milliyetçilik gelişimi Avrupa’yı yeniden çatışma ortamına soktu ve 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle savaş başladı. Silahların konuştuğu her durumda olduğu gibi sağlık açısından bunun anlamı hastalık ve ölümdü. Öte yandan Nazi dönemi üstün olarak tanımladığı ulusunun saflığını bozan Yahudileri, Çingeneleri, eşcinselleri, ötekileri… ayıkladı. Sağlıklı ve üretken bir topluma ulaşmak için insanlık dışı bilimsel deney ve kısırlaştırmaların dışında halk sağlığı uygulaması olarak hijyen ve dezenfeksiyon konusuna önem verdi, yurttaşlarının tütün kullanmasını önlemeye çalıştı, asbest sorununa dikkat çekti ve spor müsabakalarını teşvik etti. Nazi dönemindeki tıp pratikleri, toplumu tehdit eden sağlık sorunları ve alışkanlıkların siyasi iktidarlarının ideolojileri ile nasıl buluşabildiğini, toplumun bir kesiminin varlıkları ve yaşamlarının, varılması gereken ulusal hedefler için nasıl da teferruat olarak görülebileceğini ve böylesi bir ortamın, temel ilkesi “önce zarar vermeyeceğim” olan hekimleri dahi bilimsel ve halk sağlığı yararına girişimler görünümü altında insanlık dışı bir konuma sürükleyeceğini göstermesi açısından üçüncü bin yılda da unutulmaması gereken bir utançtır.[4] 

Kurucu dönemini henüz tamamlamış Cumhuriyet, savaşı, ekmek karneleri ve “hakimiyet-i milliye”ye dahil olmayanlara yönelik uygulamaya koyduğu varlık vergisi ile karşıladı. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, söz konusu vergiyi, “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” sözleriyle tarifliyordu.

Savaşın yoksulluğu, ekmek karnelerin yoksunluğu ve ötekine yüklenen verginin ağırlığı hastalık ve ölümleri arttırıyordu. Sonra gün geldi ve ardında binlerce ölüm, hastalık ve insanlık adına utanç bırakarak savaş bitti. Yanmış ve yıkılmış Avrupa’da gelişebilecek komünizm tehlikesini önlemek amacıyla okyanus ötesinden gelen finansla savaş bölgesinin imarı gündeme geldi. Türkiye de gerek İzmir İktisat Kongresi, gerekse İkinci Paylaşım Savaşı’ndaki tutumuyla Batı dünyasını tercih etmesinin karşılığını Marshall Planı ve sonrasında devam edecek yardımlarla aldı. Yıllar sonra siyasi literatüre, “Bize plan değil, pilav lazım” sözleriyle girecek olan “kalkınma” ve “planlama” kavramları böylelikle hayata dahil oldu. Bu bakış açısının bir yansıması olarak 1946 yılında “Birinci On Yıllık Milli Sağlık Planı” hazırlandı. Plan kapsamında; koruyucu sağlık hizmeti için gerekli örgütsel yapıyı kurma ve geliştirme, köylük bölgeleri sağlık örgütüne kavuşturma, sağlık personelini günün ihtiyaçlarına göre yetiştirme, sağlık müesseselerini ilmin ve zamanın yeni icaplarına uygun hale getirme, lüzumlu bölgelerde personel ve örgüt bakımından tam sağlık tesisleri kurma ve tartışması her daim sürecek olan kamu sigortacılığı uygulaması olarak “Milli Sağlık Bankası” ve “Milli Sağlık Sigortası ve Sağlık Sandıkları” kurma benimsedi. Sağlık Bakanı Dr. Behçet Uz’un öncülüğünde kırsal bölgelerde her yirmi köye birinci basamak koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmeti verecek sağlık merkezleri planlandı ancak yapılan planın aksine ilçe merkezlerine 10-25 yataklı tedavi kurumları açıldı. Öte yandan 1949 yılından itibaren devletin hastane kurmaya yeterli ekonomik gücü olmaması gerekçe gösterilerek, sonradan Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) adını alacak olan İşçi Sigortaları Kurumu tarafından işçilere yönelik hastaneler açılmaya başlandı. İşçi ve işverenlerin primleriyle kurulan ve sonradan “SSK Hastaneleri” adını alacak bu sağlık kurumları işçilere yönelik sağlık hizmeti sunmayı sağlamış olsa da bu vesileyle yurttaşlar arasında istihdama yönelik sağlık hizmet sunumu eşitsizliğini de var etti.

Yıllar içerisinde siyasi iktidarların SSK kaynaklarını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanması ve yönetim kurullarının prim ödeyen kesimler yerine bürokrasi ağırlığıyla şekillenmesi, bu hastaneleri, işçilerin nitelikli sağlık hizmeti aldığı yapılar yerine kendilerine yönelik negatif ayrımcılığın yapıldığı birimlere dönüştürdü. Zaten bu gerçeklik nedeniyle 2005 yılında çıkarılan bir kanunla SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrinin gerçekleşmesi, işçiler açısından, kendilerine ait hastanelerin ellerinden alınması yerine; söz konusu uygulama ile Emekli Sandığı’na bağlı hastalar gibi tüm sağlık kurumlarına ulaşmak ve bu sayede eşit yurttaşlık statüsüne kavuşmak olarak yorumlandı ve desteklendi. İlginç olan işçilerin bu yaklaşımına karşılık örgütlü sol düşünce, 2005 yılındaki Sağlık Bakanlığı devrine sanki bu hastaneler işçilerinmiş gibi karşı çıktı, eşit statü talep eden işçilerin arzularını görmezden geldi ve bu toprakların istihdama yönelik tarihsel ayrımcılığını piyasanın eşit(siz)liğinde gidermeyi hedefleyen yeni Cumhuriyet doktrinini onaylamadı.

Savaş sonrası kurulan yeni özgür dünyada kendisine muhataplar arayan ve bulan Cumhuriyet, sağlık alanında da Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çocuk Yardımı Fonu (UNICEF) ile temaslar kurdu, ana – çocuk sağlığı alanı başta olmak üzere ortak projeler hazırladı. Ülke içerisinde ise Ankara ve Ege Üniversitesi tıp fakülteleri açıldı, Türk Tabipleri Birliği kanunu yayınlandı (1953).

Sosyalizasyon

27 Mayıs 1960 günü saat 05.25’te, “Dikkat… Dikkat… Muhterem Vatandaşlar! Radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir.” anonsunun ardından tok bir ses yankılandı. Radyoda duyulan ses, demokrasinin buhrana düştüğünü ve “kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla” Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “memleketin idaresini eline al”dığını söylüyordu. Kurmay Albay Alparslan Türkeş okuduğu açıklamayla, “girişilmiş olan teşebbüs(ün) hiçbir şahsa ve zümreye karşı” olmadığının altını çiziyor, “bütün vatandaşların, aynı milletin aynı soydan gelmiş evlatları oldu”ğunu vurgulayarak dosta ve düşmana “hakimiyet-i milliye”yi hatırlatıyor ve bütün ittifaklara, NATO’ya ve CENTO’ya bağlı bulunduğu belirtiyordu.[5]

Özetle; gelen solcular değildi ve düzen kapitalist işleyiş dahilinde devam edecekti. Ancak 1929 krizinin etkisiyle küresel kapitalist sistem Keynesçi modele göre farklılaşmıştı. Keynesçi ekonomik model, özel sektörün olduğu ancak devletin de önemli rol oynadığı bir yapıydı. Türkiye, “planlı karma ekonomi” adı altında, istikrar için devletin etkin rol üstlendiği ve piyasaya müdahalede bulunduğu bir yapı dahilinde yol alacaktı. Avrupa’nın aksine bu topraklarda hemen hiçbir zaman klasik refah devlet modeli şekillenmemiş olsa da küresel çapta 1945-70 yılları arasında yaşanan “kapitalizmin altın çağı”nın refahı, bir sosyal devlet alanı olarak kendisini sağlık alanında 224 sayılı kanun numarası ile anılan Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun ile gösterecekti.

1938 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni birincilikle bitiren, ardından Adana Sıtma Enstitüsü’nde tabiplik yapan, askerlik görevinin ardından Sağlık Bakanlığı Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde asistan olarak çalışmaya başlayıp bu kurumda çiçek aşısı servis uzmanlığına gelen, peşi sıra Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Bulaşıcı Hastalıklar Şubesi uzmanlığı görevini üstlenen, Amerika’da John Hopkins Halk Sağlığı Okulu’nda eğitimini devam ettiren, yurda döndükten sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Enstitüsü’nde başladığı asistanlığı tamamlayan, Harvard Üniversitesi’nde bakteriyoloji ve immünoloji alanında PhD unvanı alan, mikrobiyoloji alanında üniversite doçenti olan, ardından Dünya Sağlık Örgütü’nde bilirkişi görevi verilen, Ankara Hıfzıssıhha Okulu’nda müdür ve 15 Temmuz 1960 tarihinde Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı’na atanan Dr. Nusret Fişek, Milli Birlik Komitesi’nin çok istekli olmaması ve hatta muhalefet etmesine rağmen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’u yayınlatmayı ve yalnız kalmasına karşılık uygulamaya geçirmeyi başarmıştır. Fişek’in söz konusu direngen tutumu, kapitalist sistemi yıkmadan birey ve toplumların sağlık hakkı için önemli bir gelişmenin yaşanamayacağını vaaz eden toptancı ortodoks sol yaklaşımının reddi olmasının ötesinde; sistemin bağrında halkların sağlık hakkı için atılacak olumlu adımların sistemin kendisinin değişimi ve dönüşümüne de yol olacağını göstermiş olması bakımından da değerlidir.

Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkındaki Kanun kapsamında adına Türkiye denilen bu topraklarda yaşayan herkesin sağlık hizmetinden eşit şekilde yararlanması, sağlık ocağı temelinde şekillenen basamaklandırılmış hizmet sunumu, kamu sağlık kuruluşların tek elden idaresi, hekim – kurum seçme özgürlüğü, sunulacak sağlık hizmetine halkın katılımının sağlanması ve kamu hizmetinde çalışacak hekimlerin tam gün süreyle hizmet yapacağı yani hem kamuda hem özel sağlık hizmetinde hekimlik yapamayacağı kayıt altına alınmıştır. Açık sözlülükle belirtmek gerekir ki; yıllar sonra, 2009 yılında, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın bir parçası olarak kamuda çalışan hekimlerin kurumlarında tam gün süreyle çalışmasını öngören ve halkın sağlık hizmet sunumuna erişimi açısından olumlu katkılar sunabilecek olan yasal değişikliğe, sağlık alanındaki meslek örgütleri ve sendikaların ikircikli yaklaşması ve hatta söz konusu yasa tasarısına karşı çıkması tarihsel zeminde Dr. Nusret Fişek’in geliştirmeye çalıştığı bu tutum ile çelişmiştir.

Öte yandan 1960 darbesini takip eden yıllarda ilk kez bir sosyalist partinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girerek etkili muhalefet yapması ve sosyalist solun sergilediği bu başarının demokratik solu bulunduğu yerden daha sol kulvara çekmesi genel anlamda kamucu yaklaşım perspektifini desteklemiş ve güçlendirmiştir. Ancak bu olumlu bakış açısına rağmen, 80 darbesi öncesinde, gerek Fatsa gibi özellikli yerlerde, gerekse solun güçlü olduğu mahalle ve yerleşkelerde sağlık alanı için özgün ve fark yaratan daha sosyal bir sağlık hizmet yapılanması tasavvur edilememiş, sol tahayyül, 224 sayılı Kanun’un çeperleri ile kendisini sınırlamıştır. Söz konusu Kanun ise ülkenin en yoksul ve yoksun bölgesindeki bir il olan Muş’ta pilot uygulama olarak başlamışsa da; Kanun’un adında bulunan “sosyal” vurgusunun sosyalizmi çağrıştırması, kanun kapsamında tanımlanan sözleşme biçimindeki istihdamın uygulamaya girmemesi, hekimlerin hem kamuda hem özelde çalışmaya devam etmesi, sağlık ocaklarındaki hekim açığının giderilmemesi, halkın katılımı için hedeflenen kurulların hayata geçirilmemesi, sağlık müdürlüğünün tek elden yönetim ilkesinin olmaması ve genel bütçeden yeterli mali kaynak aktarılmaması nedeniyle hedeflediği başarıya ulaşamamıştır.

İlginç olan Sosyalizasyon Yasası’nı başarısızlığa uğratan faktörlerden birisi olan hekimlerin aynı anda hem kamu sağlık kurumlarında hem de kendi muayenehanelerinde çalışması sorunu 1978 yılında aşıldı. Tabip odası yöneticiliği de yapmış olan ve önce Adalet, sonrasında Güneş Motel Olayı vesilesiyle Bülent Ecevit’in kurduğu 42. hükümette Sağlık Bakanı olan Dr. Mete Tan döneminde tam gün yasası uygulamaya konuldu. Yasalaşma sürecinde geçmişte Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey Üyeliği ve İkinci Başkanlığı görevini de sürdürmüş olan dönemin Sağlık Bakanlığı müsteşarı Dr. Tonguç Görker’in de büyük katkısı oldu. Sağlıkta Dönüşüm Programı çerçevesinde tam gün uygulaması gündeme geldiğinde ise tabip odaları, kendi tarihlerinin aksine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sunduğu yeni yasa taslağını “sahte”, hekimlerin özlük haklarında belirgin iyileşmeyi de sağlayan 1978 tarihli yasayı ise “gerçek” olarak tanımlayıp tam güne karşı çıktılar. Aslında sağlık hizmet alanında hekimin kamu ile muayenehanede aynı anda çalışmasını önlemeyi amaçlayan ve sağlık hizmet sunumuna kritik düzeyde olumlu etkiler getirecek olan tam gün yasa tasarıları gündeme geldiği her dönemde hekimlerden itiraz gördü. Hatta 1978’de yasallaşan uygulamayı dönemin üniversiteleri Anayasa Mahkemesi’ne dahi taşımıştı. Benzer biçimde uygulamaya geçen 1978 yasası kapsamında askeri hekimlerin bulunması silahlı kuvvetler komuta kademesinde hiç hoş karşılanmamıştı. Zaten pek muhtemelen yaşanan bu hoşnutsuzluk, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sayesinde tam gün uygulamasının sonlandırılmasına yol açmıştı. Öte yandan yaşam deneyimlerinin sonucunda 2010 yılında yeniden gündeme gelen tam gün yasasına karşı toplumun verdiği desteği fark edemeyen sağlık meslek örgütleri ve sendikalar, “sahte/gerçek” gibi gerekçelerle söz konusu yasaya karşı çıkarak toplumla aralarında olan mesafeyi açtılar ve bu nedenle Sağlıkta Dönüşüm Programı’na getirdikleri haklı eleştiriler hakkında toplumu ikna etme gücünü büyük oranda yitirdiler.


[1] Eroğlu N. "Atatürk Dönemi İktisat Politikaları", Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 13(2): 63-73, 2007.

[2] Taşkın, F. ve Yorulmaz, Ş. "Adana’da Bir Misyoner Hastanesi: Adana International Hastanesi (1909-1934)", Lokman Hekim Dergisi, 8(1): 91-110, 2018.

[3] Kaynak: American Board Arşivi ve Taşkın, F. ve Yorulmaz, Ş., a.g.m.

[4] İzgi, C.M. ve Oğuz, N.Y. "Nazi Dönemi Tıp Uygulamaları", J Med Ethics, 16: 94-104, 2008.

[5] 27 Mayıs 1960 İhtilal Bildirisi, http://darbeler.com/27-mayis-1960-ihtilal-bildirisi/