Artık Evlerimizin Bireyselliğimizi Paylaşabileceğimiz Bir Temsiliyet Alanı Olması Gerektiği Düşüncesine İhtiyaç Duymuyoruz
Seyhan Kurt ile Ev, Hane, Barınma ve Yerleşiklik Üzerine

Ev ve konut meselesi bütün hayatımızı kaplamasına rağmen Türkiye’de üzerinde en az düşünülen konular arasında yer alıyor. Bu ilgisizliğe sanırım mimarları da dahil edebiliriz. İsterseniz öncelikle barınma ve yerleşik olma meseleleri ile başlayalım. Antropoloji eğitimi de aldığın için sanırım bu konular düşünce dünyanın geri planında oldukça yer kaplıyordur. Nedir barınmak ve bunun yerleşiklik ile ilişkisi hakkında neler söylersin?

Bu temel sorunlara sağlıklı yaklaşamamamızın en önemli etkenlerden biri durmadan değişen toplumsal ve ekonomik ortama rağmen kavram üretmeye karşı bir direnç göstermemiz. Bu, bir anlamda kendimizle yüzleşmeye hazır olmayışımızla ilgilidir. Tartışmalarımız geleneksel söylem ve yaklaşımların ötesine geçemeyen bir seyir izlediğinden bugünün sorunlarını çözme becerisine bir türlü imkân vermiyor. Oysaki bir sorunu ortaya koymanın en sağlıklı yolu, sürekli yenilenen kavramsal dağarcığın zenginliğiyle soruna güncel bir çerçeve kazandırmaktır. Barınmanın bizim için ifade ettiği şey, aynı zamanda düşünce dünyamızın sınırlarını ve niteliğini belirliyor. Bu durumda barınma dediğimiz şeyin sadece somut bir çerçevesi yoktur. Beyin (akıl) de bir barınaktır, beden de. Bir mekânı benimseyişimiz ya da ona karşı mesafeli bir tutum sergilememiz beynimizin bu “yerleşik olma” girişimimize hazır olup olmadığıyla ilgilidir. Dolayısıyla temeldeki sorunun kaynağında, barınacağımız mekândan neler talep ettiğimiz vardır. Eğer barınmadan anladığımız yalnızca “dış dünyadan korunmak” olsaydı işimiz nispeten kolay olurdu. Durumun bu kadar karmaşık olmasındaki en büyük etken, yaşayacağımız mekânda nesneler ve insanlarla kurulacak ilişkilerin niteliği ve çerçevesidir. Öte yandan barınma ile yerleşik olma arasında ince bir ayrım var. Bir insan herhangi bir yerde barınıyordur ama burada yerleşik değildir. Yerleşiklik kavramı aynı zamanda benimsemeyi veya itaat etmeyi ve kabullenmeyi içerir. Yerleşiklik yalnızca barınılan yerin içinin değil, aynı zamanda çevresinin, sokak, mahalle ve kentinin benimsenmesini, buralardaki kuralların uyulmasını, Fransızların deyişiyle bireylerin civilisé olmasını gerektirir. Trafik kurallarına uymak, çevreyi temiz tutmak, sizin gibi düşünmeyen, sizin gibi yaşamayan insanlara saygı göstermek ve tanımadığınız bir insanla ikinci çoğul şahıs ekiyle iletişim kurmak yerleşik olmanın emareleridir. Hep garipsemişimdir, herhangi bir şehir için “yerlisiyim”, “yerlisiyiz” söylemi bir övünç ifadesi olarak kullanılır. Özellikle büyük metropollerde. Bu söylemin yaygın kullanımında iki neden olduğu düşünülebilir; birincisi buranın çok fazla göç almasından dolayı “göçmenlerden” (yabancılardan) kendini ayrı tutarak burayı sahiplenme ihtiyacı, ikincisi ise kente aidiyette yalnızca burada doğmuş olmanın referans alınması. Her ikisinde de ayrıcalıklı bir kimlik edinme çabası var. Oysa örneğin antik dönemlerin Roma’sından bu yana uygar toplumlarda bir kentte yerleşik olmak, buranın gereklerine, kanun ve kurallarına uyma, kamusal hayatına dahil olma esasına dayalıydı. İşte tam bu noktada, Türkiye’de yerleşikliği by-pass eden önemli bir olgu var; hemşehricilik. Yaşanılan “yabancı” kentin kültürüne ve dinamizmine olan direncin bir yansımasıdır bu olgu. Aynı durum yurtdışında yaşayan gurbetçilerde de yoğun olarak var. Hemşehricilik çeşitli oranlarda bir dayanışmayı getiriyor, ancak bu durum kent kültürüne dahil olmayı da çoğunlukla minimum düzeye indiriyor. Öte yandan yerleşikliğin, aynı zamanda dil, hukuk, sanat, düşünce gibi alanlardaki çabalarla da doğrudan ilgisi var. Bu alanlardaki başarılarınız, dar anlamda bir muhitte veya kentte, geniş anlamda ülkede ne kadar yerleşik olduğunuzun yansımalarına imkân verir. Binlerce yıl önce, Fransa'nın güneybatısındaki Lascaux mağarasında ve İspanya'nın Cantabria bölgesindeki El Castillo mağarasında barınan insanlar, burada çizdikleri resimlerle yerleşik olmanın ilk örneklerini gösterdiler. “Biz buradayız, buradaydık,” dediler. Dolayısıyla barınmadan yerleşikliğe geçişte maddî koşullar kadar düşünsel ve yaratıcı çabaların, iletişim kurmanın önemli bir katkısı var.

Şimdi barınma ve iskân etmeden haneye geçersek, hane bizim için ne ifade ediyor? Hanenin bizimle olan ilişkisi ve bizim hane ile olan ilişkimiz neler anlatıyor?

Öncelikle çok sık yapılan bir hata üzerine bir iki şey söylemek isterim. “hane halkı” çoğunlukla aile kavramı ile doğrudan ilişkilendirilir. Oysa bu iki kavram farklı niteliklere işaret ederler. Hanenin dünyada ve Türkiye’de farklı tanımlamaları olsa da haneyi, barınma, beslenme, dinlenme gibi ortak amaçlar için bir araya gelmiş insanların fizikî olarak paylaştıkları mekân, bu mekândaki ilişkiler, fizikî ve duygusal örüntüler toplamı olarak tanımlamak mümkün. Osmanlı döneminde bu kavram, “avarız” olarak da adlandırılan temel bir vergi birimi olarak kullanılıyordu. Yani hanede yaşayanların, aile ve akrabalık gibi kan bağı ilişkisi olması gerekmiyor. Günümüz dünyasında ekonomik ve başka toplumsal ve psikolojik nedenlerden dolayı oldukça yaygınlaşan “aynı evi paylaşma” eğilimlerinin, “hane halkı”nın anlamını çeşitlendiren bir tarafı olagelmiştir. Geleneksel anlamda aile ile ilişkilendirilen haneler dışında, tek kişilik (bekâr, dul, vs.) haneler, öğrenci evleri, bekâr çalışanların paylaştığı evler gibi hanenin tanımlandığı durumlar oldukça yaygındır. 

Hanenin bizim için neler ifade ettiği derinlemesine ve kapsamlı bir tartışma konusu. Fakat bugün hanenin geleneksel anlamını yitirmeye başladığını görebiliyoruz.  En azından ekonomik ve kültürel açıdan gelişmiş toplumlarda bu böyle. Duygusal ve fiziksel açıdan bir sığınak olarak gördüğümüz, benimsediğimiz bu mekânlar sanki giderek konaklanılan yerler olarak görülüyor. Burası istirahat edilen, televizyon izlenen ya da uyunulan yerdir. Yemek yeme, arkadaşlarla kahve-çay içme gibi etkinlikler çoğunlukla ev dışına taşmış gibidir. Bu da evdeki nesnelerle olan ilişkimizi ve ev gündeliğine atfettiğimiz değerleri daha basit kodlara dayalı hale getiriyor. Hal böyle olunca hane dediğimiz o mekândan talep ettiğimiz, daha doğrusu beklediğimiz şeyler minimal ve faydacı bir düzeyde kalıyor.  

Kitabınızda hane ile “ev hali” arasında önemli bir ayrıma gidiyorsun. “Ev hali” olarak tanımladığın şey neden haneden ayrı bir varlık biçimine işaret ediyor? Burada nasıl bir kopuş ve dönüşüm görüyorsun?

Hane dediğimiz yerin önemli bir vurgusu da burada yaşayanların kazançlarının tek elde toplanıp ekonomik olarak hanenin devamının sağlanmasıdır. Bir tür imeceyi imleyen hane, geleneksel örüntülerin eve göre daha baskın olduğu bir mekândır. Hanenin devamlılığı, bir bakıma sakinlerinin işbölümünde gösterdikleri rasyonel tutumla sağlanır. Tabii bütün bunlar hanede yaşayan çekirdek veya geniş aileler için olduğu gibi, öğrencilerin ya da bekârların bir arada olduğu haneler için de geçerlidir. Fiziksel bir iç unsur olarak buradaki en önemli mekân, 1980’lerin sonuna kadar sofa adı verilen ve bir tür merkezî toplanma yeri olan alandı. Geleneksel bir kavramlaştırma olarak “Türk evi” dediğimiz mekânın iç mimarî ve diğer fizikî unsurları, “hane” kavramının içerdiği dinamiklerin yaşayabilmesi veya yaşatılabilmesi için gerekli koşulları sağlamaktaydı. Örneğin harem-selamlık pratikleri, misafirlerin ağırlanması, işbölümü vesaire. Öte yandan “hane” ile “ev hali” ya da “ev” ayırımına gitmemin temel nedenlerinden biri, modern anlamda ev dediğimiz mekânın sakinleri için bireyselleşmeye vurgu yapmasıdır. Sofanın yerini koridorların alması, odaların evin diğer alanlarına karşı yalıtılmışlığı, harem-selamlık pratiklerinin büyük oranda ortadan kalkması gibi. Bugün modern bir mekân olarak evin iç dinamikleri, kamusal yaşamın verdiği imkânlara göre şekilleniyor. Hatta şunu söylemek de mümkün, ev ile kamusal alanın sınırları, birbirinin bütünleyicisiymiş gibi esnedi, daha şeffaf hale geldi.

“Ev hali” olarak anlattığın durum bizleri yeni konutlaşma biçimlerine getiriyor. Bu konutlaşma ve konut edinme durumlarında nasıl bir eğilim görüyorsun?

Gelinen noktanın maliyet kalemlerinden dolayı mimarî estetikten mümkün olduğunca arınmış, bireyselleşmeyi ve rasyonelliği önceleyen bir konutlaşma olduğunu söylemek mümkün. Zaten mimarî estetik konusunda toplumun daha az talepkâr olduğunu görüyoruz. Elbette bunu eğitimle, kültürle, görgüyle de ilgisi var ancak asıl neden bir evde barınma sorununun bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ciddi boyutlara ulaşması. Bu ve başka nedenlerden dolayı da evler giderek küçülüyor. Bunu olumsuz bir şeymiş gibi algılamamak gerek. Evlerin küçülmesi ve bu evlere talebin çok olması, bir yandan “gereksiz” tüketimin azalmasına, diğer yandan doğanın nispeten daha az zarar görmesine dolaylı bir katkı sağlıyor. Türkiye gibi ekonomik istikrarsızlığın kronikleşmiş olduğu ülkelerde 50-75 metrekare evlerin giderek daha fazla tercih ediliyor olmasının nedenlerini anlamak zor değil. Türkiye’de bu tercih eğilimleri özellikle son on yıldır gözlemlenebiliyorken Avrupa’da, örneğin Fransa’da, bekârların tercih ettiği Foyer denilen 10-20 metrekare konutlar veya HLM (Habitation à loyer modéré) olarak adlandırılan 40-80 metrekare kiralık devlet konutları ve “garsoniyerler” elli yıldır mevcuttu. Türkiye’de, büyükşehirlerdeki bu durumun aksine taşrada durum biraz daha farklı. Taşrada halen büyük evler (büyük derken ortalama en az 120 metrekare) tercih edilir. Bunun da en başlıca sebebi akrabalık ilişkilerinin canlı olması ve ev gündeliklerinin geleneklere yaslanmış olması. Bu evler ile kamusal alan arasındaki ayırım, mahremiyet düzenlemelerini saymazsak, “iktisat yapmanın” ve akrabalık-komşuluk ilişkilerinin boyutlarıyla belirlenir. Oysa büyükşehirlerdeki konut edinme ve mekânı değerlendirme eğilimleri pratiği (kolaylığı) merkeze alan bir barınma fikrine yaslanır.

Bir de ev kadar evin içi meselesi var. Evler değiştikçe evlerde yer kaplayan nesneler de değişiyor. Ve elbette bizim nesnelerle olan ilişkimiz de değişiyor. Evi yaşamımızın bir müzesi olarak görebilir miyiz? Eğer görebilirsek bu müzede nasıl değişimler görüyorsun?

Evet, doksanlı yılların sonlarına kadar ev, hayatımızı ve kimliğimizi özetleyen bir müze gibiydi. Bir eve girdiğimizde o evin sakinleri hakkında daha ilk bakışta bir fikir edinebiliyorduk. Bu evde kaldığımız süre boyunca burada yaşayanlara dair düşüncelerimiz derinleşiyor, netleşiyordu. Türkiye’de misafir odaları bu anlamda müthiş bir örnektir. Gelen misafirlere “biz buyuz” demenin mekânıdır burası. Vitrinlerde aileye ait özel nesneler, hatıralar Terra Cotta askerleri gibi dizilir, en değerli sofra takımları sergilenir burada. Bir müzeye nasıl giriyorsak, burada nasıl davranıyorsak misafir odalarında da aynısını yapıyorduk. Davranışlarımız ağırdı, konuşma biçimimizi bile değiştiriyordu burası. O dönemlerin evlerindeki çocuk odaları bile birer temsiliyet mekânıydı. Duvarlarda asılı müzik grubu ve “artist” posterleri, futbol takımı armaları ve daha birçok nesne, çocuğun, gençlerin dünyasına ilişkin önemli ipuçları veriyordu. Bugün bütün bunlardan bahsetmek zor. Eviçlerindeki radikal değişim, daha az nesnenin olduğu, duvarların boş tutulduğu minimalize olmuş bir iç mekân anlayışına terk etti bizi. Bilgisayar ve internet teknolojisi sayesinde hatıraların nesnel varlıklarına gerek kalmadı, duvar fotoğrafları ve albümler bilgisayarlara taşındı. Yakın zamana kadar evlerimiz birer mahremiyet müzesi gibiydi. Bugün bu işlevi bütün kişisel bilgisayarlar üstleniyor. Evdeki nesnelerle olan bağlarımız, onların kullanım amaçlarıyla sınırlı kaldı. Oysa yakın geçmişe kadar evdeki nesnelerin, satın alınıp eve yerleştirilene kadarki süreç göz önünde tutularak her birinin hikâyesini başkalarına aktarır, o nesnelere çeşitli anlamlar yüklerdik. Armağan edilen kristal bir sigara küllüğü, bir vazo ya da bir biblo, işgal ettiği yeri özelleştiriyordu. Bugünün evleri hatıraların nesnel ve uzamsal bedellerinden arınmış bir şekilde, temsilî bir ilgi odağı olmaktan çıkmış görünüyor.

Ev bize ait olduğu kadar çevremizdeki insanlara da ait olan bir yer gibi. Yakın çevremizle ve dostlarımızla da paylaştığımız ortak anılar biriktirdiğimiz bir yer. Yeni konutlaşma biçimimizde bunlara dair ne tür yeni izler var. Ya da hane olarak adlandırdığımız yer ne tür etkileşimlere açıktı veya kapalıydı? Kastım evi aynı zamanda başkalarıyla olan bir etkileşim alanı olarak da düşünmek. Bu etkileşimlerin izini sürdün mü hiç?

Elbette izini sürdüm. Fakat günümüzde evin bir etkileşim alanı olarak temsiliyet kabiliyetinin ne denli güçlü olduğunu tartışmak gerek. Çünkü ev, bir etkileşim alanı olarak işlevini bir anlamda sosyal medyayla paylaşıyor. Örneğin yeni tanıştığımız bir insanın Instagram veya Facebook sayfasını incelediğimiz kadar o insanın evine gittiğimizde alıcı gözle burayı incelemiyoruz artık. Evde daha az ayrıntıya ve ev-dışı yaşamda daha çok ilişkiye vurgu yapan evrensel bir dönüşümdür yaşadığımız bu süreç. İhtiyacımız olan etkileşimi eskisi kadar evlerimiz sağlamıyor. Doğrudur, ev bize ait olduğu kadar çevremizdeki insanlara da ait bir yerdi. En azından 2000’li yılların başına kadar bu böyleydi. Burası sosyalleşmenin yegâne mekânıydı ve ev, hayatımızın hikâyesine bireysel olduğu kadar toplumsal bir zenginlik kazandırıyordu. Hane olarak adlandırdığımız mekân, burada yaşayanlara zorunlu (gönüllü de diyebiliriz) bir sosyoekonomik ortaklığı sağlıyordu. Hanedeki sorumluluk ve işbölümü “dışarı” ile olan ilişkileri doğrudan etkiliyordu. Kamusal alanda sosyalleşmenin ne zaman ve ne kadar süreyle gerçekleşeceğini hane içi ilişkiler ve gündelik etkinlikler belirliyordu.  Günümüzde ise sosyalleşme aralığını daha ziyade internetteki ilişkilerimiz ve işlerimiz belirliyor. Ev bu durumda uyuma, dinlenme, temizlenme gibi primitif etkinliklerin mekânı haline geliyor. Fakat olağandışı durumlarda, örneğin pandemi dönemlerinde, geleneksel birtakım etkinlikler eşliğinde evi yeniden “keşfettiğimizi” gördük. İster olağandışı zamanlarda ister hayatın olağan akışında zaman zaman bu tür dönüşlerin, dönüşümlerin olabildiğini görebiliyoruz. Patch Adams (1998) filmindeki bir diyalog, beni hep bu sorgulamalara yöneltmiştir: “İç huzuru olmayan herkes, eve dönmenin yolunu arar. Hayat, eve dönmekten ibarettir.”

Barındığımız yerler ve mekânlar aynı zamanda bize ve etkileşimlerimize ait şeyleri de muhafaza ettiğimiz yerler. Ve bu muhafaza etme hali aynı zamanda bizleri, öznelliklerimizi ve toplum içinde bir arada olma veya olamama hallerimizi de kuran bir olgu. Dolayısıyla karşımıza değişim ve muhafaza etmek arasında bir çatışma çıkıyor gibi. Ne düşünürsün bu konuda?

Hakikaten barındığımız yerler etkileşimlerimize ait şeyleri muhafaza ediyor mu? Yani bu mekânların tam olarak böyle bir işlevi kaldı mı? Bu, daha çok belli bir yaşı aşmış, hatıralara, geçmişe dair belli hassasiyetleri olan bizim gibi insanların üzerine kafa yorduğu bir şey gibi. Etkileşimlerimiz evden ziyade kamusal alanda gerçekleştiği için muhafaza ettiklerimizin yeni mekânı bilgisayar ve akıllı cep telefonlarımız oldu. Bu konuda aklıma daima eski fotoğraf albümleri gelir. Çok güzel bir örnektir. Günümüzde eskiden kalma olanları saymazsak bir evde fotoğraf albümü kullanıldığını göremeyiz. Çekilen fotoğraflar artık ya bilgisayarda ya da cep telefonunda muhafaza ediliyor. Bunlardan bir kısmı sosyal medya mecralarında kamusallaşmıştır. Pek azı ise evimizin duvarında veya sehpada bir çerçeve içindedir. Fotoğrafın özeli ve hatırayı (geçmişi) imleyen önemli bir sembolik işlevi var. Eskiden klasik fotoğraf albümlerinde muhafaza ettiğimiz resimleri, evimize gelen özel misafirlere gösteriyorduk. Evin en önemli niteliklerinden biri de, muhafaza edilen özel şeylerin özel insanlarla paylaşıldığı bir mekân olmasıydı. Bugün öznelliklerimizi sergileyebildiğimiz “barınaklarımız” evden ziyade sosyal medya mecralarıdır. Artık evlerimizin bireyselliğimizi paylaşabileceğimiz bir temsiliyet alanı olması gerektiği düşüncesine ihtiyaç duymuyoruz. Bu nedenledir ki evler gittikçe birbirine benziyor, eşyalarıyla, nesneleriyle, renk ve düzenlemeleriyle giderek tekdüzeleşiyorlar. Bütün bunlara baktığımızda değişim ile muhafaza etmek arasında bir çatışma yok aslında. Muhafaza etmenin mekânı sürekli değişiyor, muhafaza nesneleri de öyle.

Şimdi burada ilginç bir sorun ortaya çıkıyor gibi. Muhafaza etmek ve muhafazakârlık arasındaki ilişkiye geçebiliriz. Uzun yıllardır muhafazakâr bir iklimde yaşıyoruz. Bu iklimin ev halimizle nasıl bir ilişkisi oluştu?

Muhafazakâr bir iklimde yaşıyor olmamız “ev halimizde” çok bir şey değiştirmedi aslında. Evdeki değişimden hem muhafazakâr hem seküler kesim neredeyse aynı oranda ve biçimde etkilendi. Bugün muhafazakâr insanların yaşadığı bir ev ile muhafazakâr olmayanlarınkini düzenlemeler, zevk ve beğeni eğilimleri açısından ayırt etmek zordur. Her biri günümüz dünyasının bütün teknolojik ve modern kültürel nimetlerinden paylarını aldılar. Muhafazakârlık yalnızca ibadet gibi gündelik etkinlikler çerçevesinde sıkışmış gibi görünüyor. Oysaki muhafazakârlık yalnızca dinsel bir kavram ya da eğilim olarak ele alınmamalı. Örneğin kış hazırlıkları kapsamında konserve yapımı ve sebze kurutmak gibi eviçi etkinlikler, geleneklere yaslanan evsel-iktisadî bir muhafazakârlık örneğidir. Mutfak kültürünü de, beslenme eğilimlerini de dikkate aldığımızda, muhafazakârlık kavramının evin gündeliğini etkileyen oldukça geniş yönlü bir niteliğinin olduğunu görüyoruz. Öte yandan hızı, pratiği, yüksek teknolojiyi vurgulayan günümüz dünyasının gereklerine bağlı olarak muhafazakârlığa özgü olarak değerlendirdiğimiz pek çok etkinlik ve davranış kalıpları da esnemiş görünüyor. Hane içinde aynı masada aynı anda sofraya oturulması, özellikle sabah kahvaltısı ve akşam yemeği etkinliği ebeveynlerle çocuklar arasında eskisine kıyasla katı bir tutumla gerçekleşmiyor artık.

Ev ve hane bizi dışarıdan ayıran ve fakat aynı zamanda dışarıyla olan ilişkimizi de kuran bir yer. Burada mahremiyet ve kamusallık meselesine geçmek istiyorum. Ev ile olan ilişkimiz sanki kamusal olan ile ilişkimizi de biçimlendiriyor veyahut tersini de söyleyebiliriz. Hane ve ev hali ile olan ilişkimiz mahremiyet ve kamusallık deneyimimizde ne tür değişimler üretti?

Eğer ev ve kamusal alan ilişkisine dair bir dönemleştirme, bir ayırım yapmak gerekseydi internet öncesi ve sonrası dönem demek yanlış olmazdı sanırım. İletişimden ticarete, eğlenceden kültürel etkinliklere kadar bütün sosyal ve ekonomik imkânları sunan internet, ev ile kamusal hayat arasındaki keskin ayırımı oldukça esnetmiş görünüyor. Kamusal hayatımızın en azından bir bölümü internet aracılığıyla evlerimize taşındı. Evden dışarı adımımızı atmadan yeme içme ihtiyaçlarımızı bir siparişle karşılayabiliyor, sosyal medya mecralarıyla kamusal hayata dahil olabiliyoruz. Evin burada fiziksel ve ruhsal açıdan “güvende olmak”, yani barınmak gibi primitif bir işlevi yüklendiğini görüyoruz. Fakat ev ile kamusal alan birbirlerinin sınırlarını bu kadar aşmalarına rağmen evin bizim için taşıdığı önemi ve anlamları hâlâ koruyoruz. Bunun nedeni, büyük ihtimalle güvenlik deyince akla ilk gelenin ev olması dürtüsüdür. Güvende olma eğilimi mahremiyet düşüncesiyle doğrudan ilişkilidir. Sözgelimi özel olduğu kadar kamusal bir mecra da olan Instagram ve Facebook hesaplarımızın “gizli hesap” gibi bir seçenek imkânı var. Bu seçenek bize istediğimiz kimseleri mahrem saydığımız bu alanımıza davet etme ya da reddetme imkânı sunuyor. Tıpkı evimizde olduğu gibi. Öte yandan evdeki gündelik pratiklerimiz, kamusal alanda geçirdiğimiz vakte ve yerlere göre biçimleniyor ve değişiyor. İnternet ortamını da dahil edersek günümüzün büyük bir kısmını toplumsallaşarak geçirdiğimiz için mahremiyet alanlarımızı bir hayli daralttık sanki.

Mesela mahrem bir alan olarak evi daima bir kurtuluş mekânı olarak okuruz. Ev konusunda yapılan sayısız güzelleme burayı referans alır. Çılgın kalabalıklardan uzakta kalıp kendimizi bulduğumuz bir yer ve bir huzur mekânı olarak tasvir edilir ev. Kendimize zaman ayırdığımız, yazı yazdığımız, kitap okuduğumuz, dinlendiğimiz, hiçbir şey yapmayabildiğimiz, seviştiğimiz, kendimizi yenilediğimiz ve sevgiyi bulduğumuz bir kale olarak anlatılır ev. Fakat evin karanlık yanlarının da olduğunu biliyoruz. Ev aynı zamanda gizliliğin, kamusallıktan kaçışın, şiddetin, öfkenin ve daha birçok şeyin de konusu olabilecek bir mekân. Bu konularda ne düşündüğünü merak ediyorum.

İlginç bulduğum bir gözlemimi aktararak başlayayım. İnternet kullanımının evlerimizde yaygınlaşmaya başladığı dönemlere kadar gençlerin odalarının kapısı, gençler dışarıdayken daima kapalıydı. Kapı, kilitli olmasa bile gençler için özel ve kamusal alanı ayıran sembolik ve işlevsel bir anlama sahipti. Odadaki kişisel nesneler bir dünya kurgusunun özneleriydiler. Bir anlamda oda, özel hayatın mizanseninin biricik mekânıydı. Günümüzde gençler evden dışarı çıktıklarında odalarının kapılarını kapatma gereği duymuyorlar, çünkü onlar için kapı, artık bilgisayarlarının açma tuşudur. İnternetin bütün imkânlarından sonuna kadar yararlanan bütün toplumlarda böyledir bu. Gençler için evden kaçışın ya da eve sığınmanın anlamları ve biçimleri değişti. “Çılgın kalabalıklardan uzakta” olabilmek için eve sığınmak yetmiyor, internetten de uzak durmak gerekiyor. Bu da mümkün olmadığı için yatakta ve banyoda olduğumuz zamanlar dışında, hep kalabalıklar içindeyizdir. Evin bir huzur mekânı olarak tasvir edilişinin kökenlerini insanın doğa ve nesnelerle olan bağlarında aramak yanlış olmaz. Ev ile doğa, özellikle 20. yüzyılın ortalarına kadar birbirlerini üreten, yaratan, dönüştüren ve birbirinden “talep eden” ilişkiler üzerine kuruluydu. Tasvir ettiğimiz bu huzur mekânına olan bakışımız, bugün kitsch nesneler olarak gördüğümüz plastik çiçeklerin evlerimize girdiği 80’li yıllardan itibaren neredeyse kökten bir şekilde değişti. Doğayla ilişkiler azaldıkça evler daha somurtkan hale geldi. 80’li ya da daha öncesine ait bir ev içi gördüğümüzde duyduğumuz sıcaklık ve huzur, bu evin doğayla doğrudan veya dolaylı ilişkilerinin emarelerinden kaynaklanıyor aslında. Bourdieu’nün “habitus” dediği bu yaşamsal değerler ve ilişkiler bütününde zincirin halkaları eksildikçe huzuru başka evrenlerde aramaya başladık. Tam da burada, kamusallıktan kaçışın “eve dönmek”le ne kadar mümkün olduğunu sorgulamaya başlıyoruz. Kamusal alandaki şiddet ve öfke dilinin çok daha fazlasına eve dönüp internette veya televizyon kanallarında gezindiğimizde maruz kalıyoruz. Evin bana göre en karanlık tarafı bu. Kamusal alandaki kişisel, sosyal ve yasal kontrol mekanizmaları eve geldiğimizde işlevini büyük oranda yitiriyor. Evde tek başına kalabiliyoruz ama yalnız değilizdir artık.     

Bir de evsizler var. Veya insani olmayan koşullarda barınanlar var. Bunu sadece ev için de söylemiyorum. Evlerimizi saran çevre için de söylüyorum. Evi tek başına düşünmemek gerekir değil mi? Bu anlamda genel bir barınma ve iskân etmeden söz edebilir miyiz sence?

Barınmaya dair “ev”, “hane”, “yuva”, “ikamet”, “iskân” gibi fazlaca kavramın kullanılıyor olmasının bir nedeni de bu mekânın yüklendiği işlev çeşitliliği kadar barınmaya yüklediğimiz anlamlar ve değerlerle ilgilidir. Huzurevleri, çocuk yuvaları da karavanlar, “tiny house”lar ve örneğin Yörüklerin çadırları da birer barınaktır. Dolayısıyla “evsiz” olarak kavramlaştırılan durumu tartışırken yalnızca kapalı ve sabit bir mekânda hayatını sürdürme imkânı olmayan olarak ele alınmamalı. Hepimizin bildiği gibi evsizliğin ve barınma biçimlerinin ekonomik olduğu kadar kültürel yönleri de var. Örneğin Fransa’da gündemden düşmeyen son dönemlerin en önemli olgusu “Sans domicile fixe” (SDF), sabit bir adresi olmayan evsizler için kullanılır. Ancak Fransa’da altmış yıldır karavanlarda yaşayan Romanlar (gitanes) bu tanımlamaya girmez. Çünkü Türkiye’deki Romanların çoğunluğunun aksine Fransa’dakilerin yaşam biçimi göçerlik üzerine kurulu. Mevsimlik tarım işçilerinin benzer durumları vardır. Yılın en az üç-dört ayını farklı barınma imkânlarıyla geçiriyorlar. Dolayısıyla barınma dediğimiz şey, sahip olunan kapalı ya da açık mekâna gönderme yapmaktan ziyade aslında fiziksel ve psikolojik olarak “özelleştirilen” yere işaret ediyor. Zamanla buraya yerleştirdiğimiz nesneler ve burada edindiğimiz alışkanlıklarla bu yeri özelleştiririz. Bu açıdan baktığımızda insani barınma koşullarının her kültürde farklı asgari müşterekleri var. Ekonomik koşullar başta olmak üzere çevresel (toplum, doğa ve iklim) faktörler barınma biçimlerimizi belirler. Bütün bunlar göz önünde tutularak devlet ve yerel yönetimler tarafından bir iskân politikası geliştirilip uygulanır. Dolayısıyla genel bir iskân anlayışından hareket etmek yerine ekonomik, kültürel ve çevresel bütün şartlarıyla yereli (bölge, köy, mahalle) esas alan politikalar geliştirilmeli.

Kitabında da dikkat çektiğin bir husus var. Ev ve ayrımcılık meselesi. Bekâr evi, yaşlı evi, tek başına yaşayan kadın evi, evlenmeyenlerin evi vs. Burada ne tür bir ayrımcılıkla karşı karşıyayız?

Kitabım Haneden Ev Haline’de[1] eve dair bu tür ayırımlar yapma gereği duydum. Çünkü yaptığım uzun yıllara uzanan araştırma ve gözlemlerle, her birinin gündelik hayat açısından farklı iç dinamiklerinin olduğunu gördüm. Sözgelimi bir hanede tek başına veya başka insanlarla birlikte yaşayan bir bekârın kamusal alanda geçireceği vakit ve sosyalleşme becerisiyle onun evdeki gündeliğinin, evli olan bireylere göre daha basit kodlara dayalı yansımaları olacaktır. Konu-komşu ve akrabalık ilişkilerinin yoğun olduğu ailelerin yaşadığı hanelerde ise gündelik hayat daha çetrefillidir ve eviçi düzenlemeler bu ilişkilere göre biçimlenir. Türkiye’de ailelerin yaşadığı evlerin bir ilginç özelliği de düzenlemelerin ve eşya seçiminin bireysel olduğu kadar toplumsala yönelen bir beğeni yargısıyla yapılmasıdır. Bu evlerde mobilyaların seçiminin, duvar boyalarının renginin ne olacağı, diğer düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiği aile fertleriyle birlikte konu-komşu, eş-dost ve akrabaların ilgi ve âdeta görev odağı altındadır. Bunlar doğrudan ve açıkça tartışılıp paylaşılmayabilir. Dolayısıyla burada yaşayan insanların bu mekâna dair bulundukları tasarruflarda, bireysel temsiliyet girişimlerinde önemli bir toplumsal etkinin veya müdahalenin olduğu söylenebilir. Toplumsal söylemde de benzer bir eğilim görüyoruz. “Bekâr evi” denildiğinde buranın “sıcak bir yuva”, mekânın işlevini yerine getirebilecek yeterliliğinin olmadığı düşünülür. Bu eve dair içeride sigara içildiği, tuvalette ayakta hacet giderildiği, “ev yemeği” yapılmadığı yargısı vardır. Oysaki temizlik yapmaktan yemek pişirmeye, dinlenmekten misafir ağırlamaya kadar zamanı değerlendirmenin bir aile evine göre farklı kamusal ve özel dinamikleri vardır buranın.

Son olarak, Haneden Ev Haline’de eski Anadolu evlerine dair sanki bir özlem duygusu içindeymişsin gibi bir eğilimin var. Muhafazakâr siyasetçi ve akademisyenler Türk evlerinin korunması ve yaygınlaştırılması gerektiğini sıklıkla vurguluyorlar. Bugün bir “Türk evi” olgusundan bahsetmek, eğer varsa onun sürdürülebilirliği mümkün mü?

Haneden Ev Haline’yi yazarken en başta amaçladığım şey, “Türk evi” olgusunun yalnızca mimarî bir yönünün olmadığını, bütün örüntüleriyle bunun gündelik hayatın dinamikleri dikkate alınarak ilişkilendirilmesi ve değerlendirilmesi gerektiğiydi. Pek azını hariç tutarsak Türkiye’de bu alanda çıkmış kitaplarda Türk evi gündelik hayattan bağımsız tek başına mimarî bir form olarak ele alınıyor. Kitabımda bir özlem duygusundan daha ziyade bir “durum tespiti” var. Bu evleri değerlendirirken merkeze gündelik hayatı aldım. Kitabın son bölümünde dile getirdiğim gibi, Haneden Ev Haline bir tür “ahde vefa” çalışmasıydı. Bugün bir “Türk evi” olgusundan bahsedebilmek için ancak gündelik hayatın geleneklere yaslanan birtakım eviçi pratikleri irdelenebilir. Diğer taraftan mimarîde “geleneksel” olanın geçmişte kalması gerektiğini düşünenlerdenim. Nasıl ki bir insan, yaşlandığında kullandığı bütün ilaçlar, kozmetik ürünleri ve estetik müdahaleler onu bütünüyle tıpkı eskisi gibi genç yapmıyorsa, maddî kültürün de geri dönülemeyecek evrimsel bir tarafı var. Bu yüzden imkânlar el vermemesine rağmen ısrarla geleneksel mimarînin günümüze taşınması, yani çoğaltılması girişimlerini anlamlı bulmuyorum. Her devrin bir mimarî anlayışı, tekniği ve estetiği var. Evet, hâlâ ayakta duran geleneksel ve tarihsel niteliği bulunan kamusal veya özel mimarî yapılar korunmalı, ama özellikle devlet eliyle her yere sürekli olarak geçmişin mimarisini “serpiştirmek”, bu alanda geleceğe dair dinamik bir ufkunuzun bir yaratıcılığınızın olmadığını gösterir. Dünya hiç olmadığı kadar hızlı değişiyor; mimarî de, toplum da. Dolayısıyla örneğin konut açısından geleneksel mimarînin sürdürülebilirliği günümüzün toplumsal dinamikleri, çevresel ve ekonomik imkânları göz önünde tutulduğunda mümkün değildir. Açıkçası bu imkânlar var olsa bile bunu istemezdim.  


[1] Haneden Ev Haline: “Türk Evi”nde Mimari, Düzenleme, Pratik, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.