Cumhuriyetçiliğin, kabaca, halkın (demos, topluluk) kendi kendini yönetmesi olarak tanımlandığını hatırlayacak olursak, zımnen halkın da kendi içinde özgür ve eşit olduğunu herhalde söylemiş oluruz. Bunu söylerken, cumhuriyette yönetimin kaynağının halk olduğu ve fakat halkın üyesi her bir kişinin yönetime eşit derecede sahip olabileceği ifade edilmez. Çünkü söz konusu olan, aristokratik bir cumhuriyet olabileceği gibi demokratik bir cumhuriyet de olabilir. Kaldı ki çoğu metinde res publica (cumhuriyet) aristokrasi, monarşi ve demokrasiyi de karşılayacak şekilde kullanılır.[1]
Hatırlanacak olursa Montesquieu, Kanunların Ruhu adlı eserinde yönetim şekillerinin doğası ile prensipleri arasındaki farklar üzerinde durur: “Yönetimin doğası, bir yönetimin şeklini yaratan şeydir, prensibi ise o yönetimi harekete geçiren şeydir. İlki onun kendine has yapısı, ikincisi ise onu harekete geçiren insani tutkulardır.”[2] Buna göre cumhuriyette eylemlere yön veren ilke erdem, monarşide onur ve tiranlıkta ise korkudur. Korku çok boyutludur burada: Halkın hem tirandan hem de birbirinden korkması ile tiranın halkından duyduğu korkudur. Monarşide ise onur elde etmek için öne çıkmak, meşhur veya itibar peşinde olmak ne kadar gerekiyorsa kamusal alanda herkes gibi olmanın kişiye yetmesi de cumhuriyetçi yurttaşın erdemi kabul edilir.
Montesquieu’ya göre cumhuriyetçilik ve cumhuriyetçiliğin yurttaş anlayışında erdeme ulaşmanın yolu, kişinin öncelikle kendisini diğer yurttaşlardan üstün veya ayrıcalıklı görmemesinden geçer. Bu aynı zamanda cumhuriyetçiliğin demokrasi ile karıştırılmasına da neden olan özelliktir. Montesquieu, erdemin eşitlik sevgisinden, onurunsa herkesten farklı olma sevgisinden doğduğunu söyler. Cumhuriyetçilikteki ortak iyi arayışı, birbirinden ayrıcalıklı yanları olmayan eşit yurttaşlığın da kabulü anlamına gelir. Ancak eşit yurttaşlar, birbirinin “farklı”lığını doğal kabul edip birlikte politik eylem yapmaya çalışırlar. Özgürlüklerini deneyimledikleri kamusal eylemler, eşitlik temelinde bir araya gelen birliktelik edimleridir.
Tüm yurttaşların cumhuriyetçi erdem anlayışı ile yetiştirilememe ihtimali dolayısıyla Montesquieu cumhuriyeti modern zamanlar için uygun bulmaz. Nüfusun kalabalıklığı, şehir devletleri yerine büyük bir coğrafyaya yayılmış toplumların varlığı, birbirini tanımayan ve ekonomik eşitsizliklerin zirve yaptığı bugünlerde cumhuriyetin erdem anlayışı ile yetişmeyen milyonları düşünürsek Montesquieu’yü haklı bulmakta gecikmeyiz. Üstelik bugünlerde Montesquieu’yü haklı çıkaracak daha çok neden var. Örneğin, cumhuriyetin olmazsa olmazları arasında olan kuvvetler ayrılığı ilkesinden bahsetmek bugün için oldukça zor.
Hatta siyasi elitler ve sivil toplum kuruluşlarının eşitlikçi erdem peşinde olmaktan daha çok onur (itibar, prestij) elde etme ve korkudan azade olmak için mücadele ettikleri rahatlıkla gözlenebilir. Onur ve korkunun hakim olduğu kültürel rejim, Montesquieu’ye göre cumhuriyetten daha çok monarşi ve tiranlık karışımı bir rejim olacaktır. Çünkü monarşide insanların kamusal eylemine yön veren ilke onur, tiranlıkta ise korkudur. Böyle bir rejimde insanlar hem herkesten daha çok görülmek ve daha çok sevilmek isterler hem de korku nedeniyle kamusal birlikteliklerden uzak durmaya veya izin verilen biçimde birliktelik içinde bulunurlar. Elbette cumhueriyette de insanlar onur için mücadele edebilir veya bir şeyden korkabilirler. Ancak cumhuriyetteki onur veya korku, kamusal değil, özel bir mesele olur.
Duygu olarak cumhuriyetin boşluğu
Söz konusu üç yönetim şeklinin prensipleri, aslında yönetimlerin işlemesi için insanlarda bulunması gereken duygulardır.[3] Cumhuriyetin, yurttaşlarında olmasını istediği duygu ise erdem, yani vatan veya eşitlik sevgisidir. Eşitlik sevgisi anlaşılmadan Montesquieu’nün (demokratik) cumhuriyet vurgusu anlaşılamaz.[4] Cumhuriyetin bir asırlık hikâyesinde bugünün insanlarına hakim duygunun eşitlik sevgisinden ziyade korkunun egemen olduğu ise izahtan varestedir.
Bu durum her ne kadar cumhuriyetin dördüncü çeyreğinde daha çok beliren bir özellik olsa da, daha başında cumhuriyet ilan edilirken halkın -aydınların değil- bir cumhuriyet talebinin olmadığı, Mustafa Kemal’in âdeta herkese bir sürpriz yapar gibi Çankaya Köşkü’ndeki az sayıdaki kişilere, “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz,” dediği ve bazı arkadaşlarının da bu ilana (toplumun veya belki kendilerinin de) hazır olmadıkları bilinmektedir. Osmanlı’dan beri devam eden yeniliklerin yukarıdan aşağıya “ilan” edilmesi, onun daha çok aydın-bürokratlar nezdinde bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Her halükarda “arz fazlası” olan bu ilanın cumhuriyetin kısa süredeki eğitim politikalarıyla halkta da görece bir karşılık bulduğu söylenebilir. Bu şartlar altında cumhuriyetin bir muhasebesi yapıldığında rejiminin prensibi olan “eşitlik sevgisi”nin halkın büyük çoğunluğuna yayılamadığı da belirtilmelidir. Korkutulmaktan hiç rahatsız olmayan çoğunluğun, “eşitlik” kelimesi veya duygusundan hakarete uğramışçasına rahatsız olması sorunun eğitimle bir asırda bile olsa çözülemeyeceğinin kabulü olarak değerlendirilebilir.
Aslında sorun, tam olarak bilgi-eğitim sorunu değil, zihniyet sorunudur; zihniyetin de eğitim gibi bugünden yarına sonuçlarının alınamayacağı bilinmelidir. Bugün siyaset ve hatta okur-yazar çevre diyebileceğimiz kültür-edebiyat cumhuriyetinin her sorunun eğitimle aşılabileceğine dair güçlü ve tartışılmaz bir kanaate sahip olduğu da aynı ölçüde ileri sürülebilir.
Belki de cumhuriyetin eğitimcilere yüklediği aşırı anlam nedeniyle, başta eğitimciler olmak üzere toplumun neredeyse tamamında görülen “her işin başı eğitim” söylemi, herkes eğitimden geçtiğinde pek çok sorunun çözüleceğine dair ezberi pekiştirmekle kalmıyor, uzun yıllar boyunca değişmeyen zihniyeti tartışma dışı bıraktığı için “eğitim müfredatı veya onun teknik ve politikasını değiştirdiğimizde her sorunu çözebileceğiz” yanılgısı içinde kalarak sorunun tartışma dışında kalmasına neden oluyor.
Tanıl Bora’nın Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe’deki haklı tespitiyle, her düşünce ve eyleme bir “acilcilik”[5] gölgesi düştüğü için yapılan her şey baştan savma, hızlıca, günü kurtarmayı amaçlayarak yapılmış oluyor. Yollar, altındaki toprak görülmesin diye asfaltla kaplanıyor; kaldırımlar, yoldan yüksek olsun ve kaldırım yok demesinler diye yapılıyor. Yolda sular göllenmiş, tesviyesi yapılmamış, kaldırım patlamış, ayak basıldığında çamur sıçratıp elbiseleri kirletmiş olması hiçbir kurumun dikkate almayacağı gerçeklikler olmaya devam ediyor. Kurumlar ve onların yöneticileri her şeyi herkesten zaten fazlaca bildikleri için yurttaşı dinleyerek soruna çözüm üretmek bir an için yurttaşla aynı seviyede olmayı gerektireceğinden gurur-onur kırıcı görülebiliyor. Tıpkı kimseye sormadan, halkla eşitlik temelinde tartışmadan cumhuriyetin ilan edilmesinde olduğu gibi. O gün ne kadar “öyle gerekiyordu” idi ise bugün de “böyle gerekiyordu”r. Bugün ise gerekirciliğin ve acilciliğin girdabındayız ve onu artık tüm psikolojik boyutuyla biliyoruz.
Bireysel veya sosyal itkilerimizin farkında olmadan eylediğimizde, Spinozavari bir şekilde söylersek, tutkuyla eylemiş olur ve kendimizi özgür sanırız. Oysa tutku bizi tutmuştur. Zihniyeti fark ettiğimizde tutku içine tutulduğumuzu, edilgen olduğumuzu, dolayısıyla özgür olmadığımızı fark ederiz. Ancak edilgen oluşumuzu fark ettikten sonra yapacaklarımız bir eylem olabilir. Hannah Arendt’e göre özgürlük, birlikte hareket etmek, birlikte eylemektir. Eylem ise yeni şeyler üretebilir, bir başlangıç yapabilir. Spinoza ve Arendt’in söz konusu yaklaşımlarını kabaca birleştirdiğimizde, cumhuriyetin muhasebesini daha makul bir şekilde yapabileceğimizi fark ederiz.
En azından bir kısım insan ilk dönemde cumhuriyet değerlerini uygularken tutku içindeydi ve dolayısıyla eşitlik nosyonuna da sahip değildi. Sahip olmadığı gibi eşitliği sevmiyordu bile. Şimdi ise bundan çıkmanın ve eşitliği kurmanın zamanı geldi diyebiliriz. Ama onu öncelikle duygular özelinde deneyimlemek gerekiyor. Bir duygu olarak kişide yer bulmayan hiçbir kavram veya olgu davranışlara yön veremeyeceğine göre onu duygularda nasıl kurmalı? İlan edilen cumhuriyetten, ilkeleri dökülürken cumhuriyeti kurmaya nasıl geçebiliriz? Üstelik bugün cumhuriyeti kurmak, dün onu kurmaktan daha zor bir halde iken buna nasıl cesaret edebileceğiz? Bize kimler yardımcı olacak? Öyle ya özgürlük, birlikte hareket etmek olduğuna göre, kimlerle birlikte olacağız? Kimlerle eşit olduğumuzu hem kabul edip hem de onları sevme deneyiminde bulunacağız?
Küçük bir cumhuriyet olarak dostluk
Cumhuriyet kurulurken, talep yokken “ilan” edildiği ve yukarıdan bir ihsan olarak sunulmasına gönderme olsun diye “arz fazlası” oluşundan bahsedilmişti. Ancak yüz yıllık deneyimde duygulara pek yer verilmemişti. Madem şimdi cumhuriyeti “ilan” etmek yerine “kurmak”tan bahsediyoruz, öyleyse hem alttan bir girişim olacağına şüphe olmamalı hem de duygulara yer verileceğine… Aksi takdirde cumhuriyetin yurttaşlarda bıraktığı boşluk duygusu aşılamayacak görünüyor.
Boşluğu aşmada dostluğun önemli bir başlangıç uğrağı olacağını düşünüyorum. Böyle düşünmemin elbette bir nedeni var. Bu neden, dostluğa içkin olan özgürlük ve eşitlik matrisidir. Dostluk, hiçbir zorlama altında olmadan özgürce kurulmuş bir birlikteliktir. İnsanların kamusal alanda özgürce birlikte olduğu, birlikte hareket ettiği kişiler genelde dostlarıdır. Çünkü insanlar, zorunlu çalışma dışında genellikle sevdikleriyle birlikte olmak, dostlarıyla vakit geçirmek isterler. Kendilerini dostlarının yanında özgür hissederler. Özgürlük ise yönetme ve yönetilme halinin dışında olunduğunda hissedilen bir duygudur. Yani kişi, kendini eşiti olanların yanında, kimse tarafından yönetilmeyip kimseyi yönetmediğinde özgür hisseder. Dostlukta bulunan bu iki özellik cumhuriyetteki erdem duygusuna yön veren “eşitlik sevgisi” ile kesişir.
Bu anlamda dostluk küçük bir cumhuriyettir. Demokratik cumhuriyette yurttaşlar nasıl birbirinin eşitiyse dostlar da kendi aralarında öyledir. Kimse kimsenin ne üstünde ne de aşağısındadır. İmtiyaza yer yoktur dostlukta. Yer varsa her ikisi de o ayrıcalığı yaşar. Ancak dost olabilmek için öncelikle kişinin kendisiyle dost olması gerekir. Yani kendini sevmeyen, kendini tanımayan, ötekiyle dostluk kuramaz. Kendini sevmeden ve tanımadan kurulan özgür ilişkiler dostluk olamaz. Gündelik dilde her ne kadar menfaat veya haz dostluğunun varlığı bir gerçekse de o dostluklar Aristoteles için gerçek dostluk olarak görülmez.[6]
Dostlukların kurulabildiği yerlerde cumhuriyet, ilan düzeyinden kurulma düzeyine erişebilir. Birbirini dinleyenler daha çok dostlardır ve felsefe de birbirini dinleyenlerin arasında yapılabilir. Birbirini dinlemek, kişilerin biribirini eşiti olarak görmelerinin sonucudur biraz da. Zaten Antik Yunan’da da felsefe veya diyalog anlamındaki konuşma dostlar, yani birbirini sevenler, birbirini eşiti olarak gören yurttaşlar arasında yapılır.
Sokrates’in de dostluk anlayışı böyledir ve o, “hakimiyete gerek duyulmayan böylesi bir ortak dünyanın kurulmasına yardım etmenin filozofun politik işlevi olduğuna inanmış gibi”dir.[7] Sokrates, dostlar arasında bir konuyu tartışmaya açarken onlara bir soru sorar. Ve onlardan gelen cevaba göre kendi fikirlerini ileri sürer. Böylece onları dinleyerek geliştirdiği bir düşünceye doğru ilerler diyalog. Dostlar arasında konuşmayı dinlemek, dinlemenin en hassas olduğu andır. Dinlemek, hayrete açık olmayı gerektirir. Dinlemeyen hayret edemez. Felsefenin de bir hayret (“thaumadzein”) olduğunu unutmayalım.[8] Elbette herkes hayret eder, etmiştir de. Ancak kalabalıklar hayret ettiğinde hayretine karşılık gelen arayışının cevabını, toplumun hazır kalıp yargılarını/cevaplarını kullanarak geçiştirir ve böylece o acıya katlan(a)maz. Filozof ise hayret acısına toplumun hazır kalıp yargılarını/cevaplarını kullanarak değil, cevabını bizzat kendi bulmaya kalkar. Kendi bulmaya kalktığında ise varlık sancısı çeker. O sancıyı çeken kişi filozof olmuş olur. Hayret, dinlemenin sonucunda kişinin düştüğü acı dolu uğraktır. Topluluk bu uğrakta fazla durmaz değil, hiç durmaz. Filozofsa orada kalır, ta ki hayretinin kendince bir açıklamasını geliştirene dek.
Dostlar birbirilerini dinleyerek hayrete düşer ve yine birbirlerini dinleyerek o hayretten çıkarlar. Hayrete düşme ve oradan çıkmanın amacı, çelişkiye düşmeme kaygısıdır. “Nitekim Sokrates’in kaygısı [da] demos ile karşıtlığa düşmek değil, kendi kendisiyle çelişkiye düşmekti.”[9] Kendiyle çelişkiye düşmektense ölmeyi tercih edebilirdi Sokrates. Nitekim Atina meclisi tarafından ölüm cezası verildiğinde kendisine kaçma imkânı sunulmasına rağmen hapisten kaçmayıp ölmeyi tercih etti. Kendisiyle çelişkiye düşmemek için Sokrates’in bu girişimi “seküler bir vicdan biçimini” mümkün kıldığı için ayrıca anılmaya değerdir.[10] Böylece Sokrates, vicdan ve ahlâkı, kişilerden aşkın olan otoritelerin elinden kurtararak sekülerleşip bireyselleştirir ve “yurttaşlık idesini de değiştirmiş” olur.[11]
Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın yargılanmasından da biliyoruz ki politik kötülükler sanılanın aksine daha çok planlanmış veya aktif eylem yapmayı içeren kötülükler değil, “düşünme yoksunluğu”ndan kaynaklanan kötülüklerdir. Çünkü bilirler ki bireysel kötülük, olağanüstü bir organizasyondan değil, sıradan bir düşüncesizlik veya herkes yapıyordu zatenciliğinden doğar. Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı’nda bu konuyu ele alır.[12] Dostlar birbirini dinler, hayrete düşer ve bunun üzerine düşünürler. Böylece birbirlerinin toplumun hazır cevap kalıplarına düşmesine engel olurlar. Birbirlerini dinleyerek ve her şeyi yeniden düşünmeye cesaret ederek kendi küçük cumhuriyetlerinin seçkin yurttaşı olurlar.
Dostluk ortamında edindikleri eşitlik ve özgürlük tecrübesi, onlara kötüklere karşı birlikte hareket etme cesaretini verir. Adı cumhuriyet bile olsa yaratılan korku iklimini birbirlerinden aldıkları cesaret ve güvenle aşmaya teşvik eder dostluklar. Birbirinden bağımsız küçük dostluk öbekleri veya dostluk cumhuriyetçikleri, cumhuriyetin başından beri eksikliği hissedilen yurttaşlığı oluşturabilirse cumhuriyet yeniden ilan edilmek yerine belki ilk defa kurulma şansını yakalayabilecektir.
Burada amaç, bir rejim olarak cumhuriyet adının yaşatılmasından ziyade veya özgürlük ve eşitliğin kâğıt üzerinde kabulünden ziyade onların bir duygu olarak işlevsel kılınmasıdır. Aslında böyle dediğimizde cumhuriyeti ismen bile olsa küçümsüyor olmuyoruz, aksine onu bizatihi kuvveden fiile geçirmiş oluyoruz. Böyle yapmakla da özgürler ve eşitler arası duygu dolu bir ilişki olan dostlukların çoğalmasını istemiş oluyoruz. Yani rejim için insan değil, dostlukların kurulup serpileceği yerler için bir ortam amaçlıyoruz. Bu amaçla geliştirilecek veya yapılacak dostluk sohbetleri, deneyimleri, tartışmaları, Dostluk Felsefesi[13] veya o tarz yayınlar cumhuriyetin kurulmasına dönük ufku her zaman geliştirmeye aday olarak görülebilecektir.
[1] Gelderen ve Skinner’den akt. Armağan Öztürk, Cumhuriyetçilik ve Liberalizm, Doruk, Ankara, 2016, s. 40.
[2] Montesquieu, Kanunların Ruhu, çev. Berna Günen, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul , 2017, s. 25.
[3] Serge Audier, Cumhuriyet Kuramları, çev. İsmail Yerguz, İletişim, İstanbul, 2006, s. 34.
[4] Montesquieu, Kanunların Ruhu, s. 54.
[5] Tanıl Bora, “Yüz Yılda İdeolojik Akışlar”, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe içinde, der. Mehmet Ö. Alkan, İletişim, İstanbul, 2023, s. 225-270.
[6] Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik, çev. Furkan Akderin, Say, İstanbul, 2019, 1156a-1156b; Aristoteles, Eudemos’a Etik, çev. Saffet Babür, Bilgesu, Ankara, 2017, 1239a.
[7] Hannah Arendt, Politikanın Vaadi, çev. Müge Serin, Sel, İstanbul, 2023, s. 20.
[8] Hannah Arendt, Politikanın Vaadi, s. 32.
[9] Fatmagül Berktay, Politikaya Çağrı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 115.
[10] Dana Villa’dan akt. Berktay, Politikaya Çağrı, s. 116.
[11] Dana Villa’dan akt. Berktay, Politikaya Çağrı, s. 116.
[12] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, çev. Özge Çelik, Metis, İstanbul, 2009.
[13] Kenan Göçer, Dostluk Felsefesi, Pan, İstanbul, 2023.