Arjantin’de Milei’nin Maçist Zaferi ve Feminist Mücadele

Aşırı sağcı liderlerin otoriter popülist stratejiler kullanarak iktidara geldiği ülkelere Arjantin de eklendi. Javier Milei’nin zaferi, aşırı sağcıların muhafazakâr tepkiyi mobilize edebilmek için kriz zamanlarını nasıl fırsata çevirdiklerini gösteren en önemli örneklerden biri. Muhafazakâr seçmenin karşısına konulan iki ana düşman var: “toplumsal cinsiyet ideolojisi” ve “siyaseten doğruculuk”. Arjantin gibi feminist hareketin çok güçlü olduğu ve kadın mücadelesi sayesinde yakın zamanda kürtajın yasallaştığı bir ülkede özellikle birinci “düşmanı” ele almak gerekiyor.

Son dönemde sadece Latin Amerika’da değil, dünya genelinde yükselen yeni-muhafazakârlığın en temel zeminlerinden birini “değerler meselesi” söylemi ile aile, vatan, görev, düzen ve ataerki savunusunun kutsanması oluşturuyor. Neoliberal piyasa mantığıyla yeni-muhafazakârlığı buluşturan yeni sağın Latin Amerika’daki en önemli temsilcisi, 2019’dan 2023’e kadar Brezilya’nın devlet başkanı olan Jair Bolsonaro.

Bununla birlikte Şili ve Arjantin’de de sağın içindeki yeni güçler, bir süredir geleneksel muhafazakârları yeni sağa yaklaştırmaya çalışıyorlar. Arjantin’de bunu başardıklarını söyleyebiliriz. Bugün Milei’yi konuşuyoruz ama ileride Şili’de aşırı sağın temsilcisi olan José Antonio Kast’ın adını daha sık duyacağımız günler de gelebilir. 2021’deki başkanlık seçimlerinin ikinci turunda yüzde 44 oy alan Kast’ın seçim kampanyası cinsiyetçilik ve ırkçılıkta Bolsonaro ve Milei’yi aratmıyor.

Bu liderlerin söylemlerinin hedefinde yerli halklar, göçmenler ve solcuların yanı sıra kadınlar ve LGBTQİ+’lar var. Feministleri geleneksel değerlerin en büyük düşmanı ilan eden sözde “toplumsal cinsiyet ideolojisiyle mücadele” söylemi, toplumsal cinsiyet eşitliğine, kürtaj hakkına, eşcinsel çiftlerin evlenme ve evlat edinme haklarına ve okullarda cinsellik eğitimi verilmesine karşı çıkıyor. Sadece Katolikler değil son dönemde siyasette giderek güçlenen Evanjelikler de bu yönde pozisyon alıyorlar.

Batı’dan ihraç bir ideoloji olarak sunulan toplumsal cinsiyet, elektronik ağlar tarafından körüklenen küresel komplo teorileri ile sürekli çarpıtılıyor. Buna göre toplumsal cinsiyet, aileyi, toplumu, kültürü, dini, hatta erkeği de yok edecek, insanların beynini yıkayarak eşcinsel olmalarını veya cinsiyet değiştirmelerini sağlayacak ve hayvanlarla ilişkiye girmek dahil her türlü cinsel sapıklığa yol açacak korkunç bir tehdit. Geçen ay, feminist dış politika üzerine araştırma yapmak için geldiğim Meksika’da bunları bizzat Evanjelik bir kilise üyesinden dinledim. Bana, eğer ailede sözü geçen güçlü bir baba olmazsa, kadın yerini bilmez ve erkeğe itaat etmezse çocukların ya eşcinsel olacağını ya cinsiyet değiştireceğini ya da bir kediyle ilişkiye girmek isteyeceğini söyledi. Seçim sürecinde Süleyman Soylu’nun dediklerini hatırladım ister istemez: “Hani LGBT+Q diyorlar ya onun içerisinde hayvanla insanın evlenmesi de var. Yani bunlar tamamen Amerika’nın ve Avrupa’nın güdümüne girmişler.”

Dünyanın her yerinde gündelik hayattan seçim stratejilerine kadar her alana yerleşmiş ve aynı ezberlere dayanan bir nefret söyleminden bahsediyoruz. Son yıllarda kadın ve LGBTQİ+ hareketlerinin kazanımlarıyla yasalaşan hak ve özgürlükler, bu nefreti körükleyen en temel unsur. İlerici yasalar, muhafazakâr tepkiyi kışkırtıyor. Judith Butler’ın da dikkat çektiği gibi, “komünizm” ya da “totaliterlik” ile bir tutulan toplumsal cinsiyet eşitliği savunusu, dünya genelinde merkezî bir mücadele alanı haline gelmiş durumda.  

Bu küresel konjonktürde, güç ilişkilerinin nasıl cinsiyetlendirildiğini (gendered) ortaya koyan uluslararası politikaya ilişkin feminist analizlere belki de hiçbir zaman olmadığı kadar ihtiyaç var.

Karikatür: Rafael Barajas

“Kimlik savaşları” söylemi ve erkekliğin yeniden inşası

1980’lerden bu yana yükselen yeni sağın hakimiyeti, halkı, sağduyuyu ve sivil hayatı yeniden kurmaya yönelik ulusal-popülist projelere dayanıyor. Bu hakimiyet, seçimleri kazanmanın ve iktidara gelmenin çok ötesinde ideolojik alanda hegemonya kurmayı gerektiriyor. “Siyaseten doğruculuğu” savunan “kültürel Marksistler” işte bu yüzden hedef tahtasındalar.

Soğuk Savaş’ın ardından, Stuart Hall’ün ifadesiyle “ahlâki panikler” yaratılması için daha da elverişli bir alan açıldığını görüyoruz: Bilindik ilkelerin ve ittifakların çöküşü, yeni meselelerin getirdiği karmaşıklık, aidiyet hissinin kaybı, siyasi partilere duyulan güvensizliğin artması, siyasi liderlere inançsızlık, yabancı düşmanlığı, kolektif bir düş kırıklığı hissinin yarattığı umutsuzluk…[1]

11 Eylül saldırıları, 2008’deki küresel ekonomik krizin dalga dalga yayılan etkileri ve göç krizleriyle daha da alevlenen bütün bu kaygı ve belirsizlikler, sağ popülizmin “yeniden anlamlı bir ülke ve siyasi ifade” belirlemeye yönelik otoriter söylemleri için verimli bir destek zemini sağladı. Kimliğe dayalı hak talepleri, muhafazakârların siyasi gündeminde etnik ayrılıkçılık ve dışlamayla özdeşleşen tehditler haline geldi. Farklılığın karşısına birlik, çoğulluğun karşısına homojenlik, hareketin karşısına istikrar konuldu.[2] Böylece, farklı sınıflar arasındaki çıkar çatışmasını politik ve ideolojik olarak yeniden tanımlayan ve topyekûn seferberlik ve otoriter bir liderlik gerektiren ahlâki bir kriz yaratılmıştı.

Paraguaylı siyaset bilimci Benjamin Arditi, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset (Metis, 2010) kitabında, Paraguay, Bolivya ve Brezilya’daki Tupí Guaraní halkının dilinde “biz”e karşılık gelen iki ayrı zamirden söz ediyor: “biz kadınlar” ifadesindeki gibi “dışlayıcı biz” (oré) ile “biz halk” şeklindeki “kapsayıcı biz” (ñandé). Bu iki “biz” arasındaki çekişmeli oyunu politik söylemler belirliyor.[3] Arditi, bu ikiliği hem kimlik siyasetinin tuzaklarına hem de sağcı popülistlerin saldırılarına dikkat çekmek için kullanıyor.

Peki “biz kadınlar” söylemi güçlendikçe ne oluyor? Bu söylem, eşitlik talebine dayanan ve ayrımcılığa karşı çıkan bir duruşun ürünü. Aşırı sağcılar içinse oldukça elverişli bir tehdit oluşturuyor: “Erkekler baskın konumlarını kaybedecekler!” Bu senaryoda ahlâki kriz, bir “erkeklik krizi” şeklinde tezahür ediyor. Otoriter popülistler, aileyi ve vatanı korumaktan bahsettiklerinde aslında en temelinde erkekliği korumaktan bahsediyorlar.

Erkeklik krizi, çoğu zaman görünmez olan ve feministlerin görünür kılmaya çalıştığı ayrıcalık ve otoritenin kırılması anlamına geliyor. Bu kaygı ve kriz koşulları, erkekliğin yeniden inşasını gerektiriyor. Erkekliğe yeniden sahip çıkma hareketi (reclaiming masculinity) gibi erkekliği yeniden çağıran çeşitli akımlar ve elbette kadınlara ve LGBTQİ+’lara yönelik artan şiddet, erkekliği yeniden kazanmanın araçları olarak öne çıkıyor.

Erkekliğin yitip gitmekte olduğuna dair anlatılar, “kimlik savaşları” söylemi ile düşman yaratılması için oldukça elverişli. Kimlik savaşının bir tarafı haline getirilmiş olan erkekliğin korunması için uygulanan otoriter politikalar tüm dünyada hızla artıyor. Aşırı muhafazakâr aktörler, gerici yasa ve düzenlemeleri kabul ettirmek için kriz zamanlarını kaçırılmaz bir fırsat olarak görüyorlar. Son olarak Rusya’da Yüksek Mahkeme LGBTQİ+ hareketini “aşırılıkçı” olarak tanımlayarak yasaklamış, mahkeme kararından bir gün sonra Moskova’da polisin çok sayıda eşcinsel kulübüne baskın düzenlediğine dair haberler çıkmıştı.

Akla ilk gelen diğer örnekler arasında, Aralık 2020’de Romanya Yüksek Mahkemesi’nin “cinsiyet kimliği teorisinin” öğretilmesini yasaklayan bir yasayı iptal etmesi, Polonya’da Haziran 2020 seçimlerinde “LGBT+ haklarının komünizmden daha yıkıcı bir ideoloji” olduğunu söyleyen ve eşcinsel evliliği önlemeyi ve okullarda toplumsal cinsiyet eğitim vermeyi yasaklama taahhütlerini içeren Aile Sözleşmesi’ni imzalayan Andrzej Duda’nın yeniden seçilmesi, Haziran 2021’de Macaristan Parlamentosu’nun devlet okullarında “homoseksüellik ve cinsiyet değişimine” dair tüm ders içeriklerini, pedofili ve totaliter kültür politikalarıyla ilişkilendirerek kaldırma kararı vermesi, Eylül 2021’de ABD’de altı eyaletin Cumhuriyetçi valilerinin, kürtajı annenin hayatının risk altında olduğu durumlar dışında yasaklaması ve elbette Türkiye’nin Mart 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi yer alıyor.

Arjantin’de feminist mücadele: “Milei no es mi ley”

Brezilya’da 2018 seçimlerini kadın düşmanı ve homofobik söylemleriyle öne çıkan aşırı sağcı aday Bolsonaro’nun kazanması, Latin Amerika’da yeni sağın en önemli zaferlerinden biriydi. Beş çocuğundan birinin kız olmasını “karısının zayıflığı” olarak açıklayan, hamile kalacakları için kadınlara daha az maaş ödenmesi gerektiğini savunan, kadın cinayetlerinden dolayı “mızmızlanmamak gerektiğini” söyleyen ve kadın bir milletvekiline “tecavüz edilemeyecek kadar çirkin” diyen Bolsonaro’ya karşı muhalefet cephesinin ön saflarında her zaman kadınlar vardı.

Otoriter rejimlerin doğrudan kadınları hedef alan söylem ve pratiklerine karşı gelişen feminist tepki, 2019 protestolarında da kendini gösterdi. Dünya genelinde olduğu gibi Latin Amerika’da da yükselen kitlesel protestolarda kadınlar etkin muhalefet aktörleri olarak öne çıkıyordu. Özellikle Latin Amerika’da feministlerin otoriter rejimlere karşı geniş tabanlı, barışçıl, etkin hareketler örgütleyebilme kapasiteleri belirleyici bir unsur oldu. Bu protestoların en çok yoğunlaştığı ülkelerden biri de Arjantin’di.

Son dönemde Latin Amerika’nın birçok ülkesinde kürtajın yasallaşmasını sağlayan Yeşil Dalga (Marea Verde) hareketinin tohumları, Arjantin’de 2015’te gerçekleşen Ni Una Menos (Bir Kadın Daha Eksilmeyeceğiz) eylemlerinde atılmıştı. Bu eylemlere katılan aktivistler, kürtajın yasallaşması için önemli bir toplumsal hareket tabanı inşa ettiler ve yürüttükleri etkin kampanyalarla “politika dışı” olarak kabul edilen kürtaj meselesini siyasetin merkezine yerleştirmeyi başardılar. Böylelikle Ni Una Menos eylemlerinde öne çıkan hak talepleriyle paralel bir şekilde, kürtajın “toplumsal adalet meselesi” olarak ele alınması, gerekli toplumsal konsensüsün inşa edilmesinde önemli rol oynadı. Arjantinli feministler, 1980’lerden beri kürtajın yasallaşması için mücadele veriyorlardı ancak kürtaj hakkının toplumsal adalet temelinde, yoksul ve düşük gelirli kadınların sağlığını ve güvenliğini merkeze alarak savunulması, yeni bir dinamikti.

2019 protestolarında Ni Una Menos aktivistleri ön saflarda yer aldılar. Sağcı Mauricio Macri hükümetinin Ekim 2018’de IMF’den aldığı 57 milyar dolarlık rekor düzeydeki kredinin ardından sıkı kemer sıkma politikaları öngören bütçe tasarısı kabul edilmiş, bunun üzerine sendikalar da ulusal grevler ve geniş çaplı eylemler örgütlemişti. Ev içi kadın emeğine ücret, sigorta ve emeklilik hakkı gibi talepleri de olan Ni Una Menos aktivistleri açısından, ülkenin artan dış borcu ve kemer sıkma uygulamaları kadına yönelik ekonomik şiddeti tırmandıran unsurlar olarak öncelikli meselelerdi. Kürtaj hakkı da yine protesto eylemlerinde toplumsal adalet meselesi olarak canlı tutuldu.

Arjantin, 2019 seçimlerine ülke çapında yükselen toplumsal hareketlerin etkisiyle girdi ve solcu aday Alberto Fernández’in seçilmesiyle toplumsal muhalefet 2003’ten sonra bir kez daha sol Peronistleri iktidara taşımış oldu. Fernández’in seçim vaatleri arasında kürtajın yasal hale getirilmesi de vardı. 17 Kasım 2020’de kongreye sunulan tasarının 30 Aralık 2020’de yasalaşmasıyla Arjantin, Latin Amerika’da kürtajın yasallaştığı en büyük ülke oldu. Fakat mücadele bitmemişti, ilerici yasalar muhafazakâr tepkileri tetikliyor, ekonomik kriz koşullarıyla birlikte Milei’yi iktidara taşıyacak dinamikler yavaş yavaş şekilleniyordu.

Feminist hareket, 2023 seçimleri sürecinde Milei’ye karşı en önemli toplumsal güçlerden biri olarak çıktı. 13 Ağustos’taki ön seçimlerden 22 Ekim’deki genel seçimlere kadar, iki ay boyunca, Ni Una Menos Kolektifi tarafından çeşitli toplantı, eylem ve gösteriler düzenlendi. 14-16 Ekim tarihleri ​​arasında Bariloche’de otuz altıncısı gerçekleştirilen Encuentro, bunlar arasında en önemlisiydi.  

1980’lerden itibaren Latin Amerika’da feminist politikayı şekillendiren Encuentro (Karşılaşma/Buluşma) geleneği hem farklı feminizmlerin birbiriyle diyalog halinde olmasını hem de feminist mücadelenin diğer toplumsal adalet mücadeleleriyle eklemlenmesi sağlayan en önemli unsur.[4] Latin Amerika feminizmlerine kendine özgü bir dinamik kazandıran Encuentro’lar, iki yılda bir bölgenin herhangi bir ülkesinde üç-dört gün süren paneller, atölyeler ve gösteriler halinde düzenleniyor. İlk kez 1981’de Kolombiya’da gerçekleşen ve giderek büyüyen gelenek, bütün demokratik taleplerin eklemlendiği ulusaşırı bir direniş hattının şekillenmesine katkıda bulunuyor.  

Bununla birlikte, Arjantin’de 1986’dan bu yana her yıl ülkenin farklı bir bölgesinde ulusal Encuentro’lar da düzenleniyor: Encuentro Nacional de Mujeres (Kadınların Ulusal Buluşması). 2022’de bu isim değişti ve Encuentro Plurinacional de Mujeres, Lesbianas, Trans, Travestis, Bisexuales, Intersexuales y No Binaries (Kadınlar, Lezbiyenler, Translar, Biseksüeller, İnterseksler ve Non-binary Kişilerin Çokuluslu Buluşması) olarak yeniden adlandırıldı. 2019’da farklı feminizmler arasındaki tartışmaların ardından Encuentro içinde bir bölünme yaşanmış ve Transfeministler gruptan ayrılmıştı. Uzun bir çekişmenin ardından, 2022’de Encuentro yeni adıyla yeniden bir araya geldi ve bu yıl “çeşitliliğe rağmen birlik” sloganıyla, 100 binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşti.

Otuz altıncı Encuentro’nun gerçekleştiği Bariloche, Patagonya’da, “Lityum Üçgeni” olarak anılan lityum kaynaklarıyla zengin bölgede yer alıyor. Bu bölge, yerli halkların lityum madenciliğine karşı verdikleri mücadelenin de merkezi. Ekstraktivist politikalara karşı ekolojik direniş imkânları, Encuentro’nun gündeminde önemli bir yere sahip olsa da bir hafta sonra gerçekleşecek genel seçimler ve Milei’nin cinsiyetçi kampanyası ister istemez öncelikli bir mesele haline gelmişti.

Foto: Comisión Organizadora

Feministlerin bir kelime oyunu ile ürettikleri “Milei no es mi ley” sloganı, Milei’nin oluşturduğu demokrasiye yönelik tehdide işaret etmesi açısından önemli. Milei’nin telaffuzu, “mi ley”i (benim yasam/benim hukukum) çağrıştırıyor. “Milei, benim hukukum değil” sloganı da esas olarak aşırı sağcı/neo-faşist liderin hedefinde olan ilerici yasalara dikkat çekiyor.

Kendisini “liberteryen” ve “anarko-kapitalist” olarak tanımlayan Milei’nin “kast karşıtlığı” üzerine kurduğu, ancak ikinci turda Peronizm karşıtlığına çevirdiği kampanyası, merkez bankasını kapatmak ve ülkenin para birimini dolara çevirmek gibi gerçekçi olmayan vaatlere dayanıyordu. Milei’nin seçim vaatlerinden biri de kürtajı yasal hale getiren yasayı referanduma götürmek ve tüm eğitim düzeylerinde zorunlu olan Kapsamlı Cinsel Eğitim’i (Educación Sexual Integral/ESI) iptal etmekti. Milei ayrıca bir röportajında, “Benim hükümetimde kültürel Marksizm olmayacak ve penisim olduğu için af dilemeyeceğim. Bana kalsa Kadın Bakanlığı’nı kapatırdım,” demişti. “Kadın bakanlığı varsa neden erkeklere yönelik bir bakanlık da yok?” gibi basmakalıp cümleler kuran Milei, bu bakanlığın hiçbir işe yaramadığını defalarca dile getirdi. Milei, ayrıca seçim sürecinde gazetecilere karşı sergilediği şiddetli tavırlarla öne çıkmış ve canlı yayında tartıştığı bir kadın konuğa da belden aşağı sözlerle yüklenmişti.

Feminist mücadelenin bir kazanımı olan Kadınlar, Toplumsal Cinsiyet ve Çeşitlilik Bakanlığı’nı kaldırmak, sözde kültür savaşının bir parçası. Son yıllarda toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda dev adımlar atan Arjantin, Milei’nin yönetimi altında tam bir gerilemeyle karşı karşıya. Tehdit altında alan bazı feminist yasalar şunlar:

2006 tarihli 26.150 sayılı Kapsamlı Cinsel Eğitim için Yasa; 2010 tarihli 26.618 Sayılı Eşit Evlilik Yasası; 2012 tarihli 26.743 Sayılı Toplumsal Cinsiyet Kimliği Yasası; 2019 tarihli Micaela Zorunlu Toplumsal Cinsiyet Eğitimi Yasası[5]; 2021 tarihli 27.610 Sayılı Gebeliğin Gönüllü Olarak Durdurulması Hakkında Yasa; 2021 tarihli Non-binary Kişilerin Ulusal Kimlik Belgelerine İlişkin 476/2021 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi.

Milei’nin kadın ve LGBTQİ+ haklarına karşı oluşturduğu tehdit ve kamusal söylemlerle yerleştirdiği maçist (macho) kültür[6], Arjantin’in feminist mücadele tarihinde yepyeni bir sayfa açacağa benziyor. Bu yeni sayfada özellikle gençlerin mücadelesi belirleyici olacak.

Genç feministlerin isyanı: “Swiftie no vota Milei”

Milei’nin TikTok ve Youtube üzerinden kampanya yaparak doğrudan genç seçmene hitap etmesi ve destekçilerinin çoğunluğunun ilk ya da ikinci kez oy kullanan gençlerden oluşması (Arjantin’de oy kullanma yaşı 16), seçim analizlerinde “gençliğin” baş sorumlu olarak öne çıkmasına neden oluyor. Oysa “gençliğin” homojen bir grup oluşturmadığını, özellikle Arjantin’de gençlerin siyasetle yakından ilgilendiğini dikkate almak gerek. Ekonomik kriz, gençlerin siyasete olan inancını kırmış ve ilgilerini azaltmış olabilir. Ancak gençleri hafızasız, sorumsuz, ilgisiz kişiler olarak genellemek haksızlık olacaktır. Özellikle Ni Una Menos hareketinin içinde 12-14 yaşlarında aktivistlerin olduğunu göz önünde bulundurursak…

Foto: Newsweek Argentina

Her ne kadar Milei’yi destekleyen “Cennetin Güçleri” adındaki genç militanlar çok konuşulsa da Milei’ye karşı kampanya yapan genç aktivistlerin arasında kendilerini Swiftie olarak adlandıran Taylor Swift hayranlarının da olduğunu unutmamak gerek. Swiftie’lerin poster, broşür, bileklik ve bandanalarında yazan sloganlar şöyleydi: “Swiftie’ler Milei’ye oy vermeyecek”, “Milei, Trump’tır” ve “Swiftie’ler tarihin doğru tarafında”.

2020 yapımı Netflix belgeseli Miss Americana’da, Taylor Swift’in Donald Trump ve Cumhuriyetçi Senatör Marsha Blackburn’e karşı duruşu çok konuşulmuş, Swift’in sözleri uzun süre gündemde kalmıştı: “Bunun doğru olduğunu biliyorum... Tarihin doğru tarafında durmam gerekiyor.”

Milei’nin zaferine üzülenler Don’t cry for me Argentinaşarkısını söyleyedursun, Taylor Swift’in Trump’ın zaferinin ardından yazdığı Only the young şarkısı, şu aralar Arjantin’de daha popüler gibi görünüyor:

 

“They think that it’s over but it’s just begun

Only one thing can save us, only the young

Only the young, only the young can run”

 

“Bittiğini sanıyorlar ama daha yeni başladı

Bizi sadece tek bir şey kurtarabilir, sadece gençler

Sadece gençler, sadece gençler koşabilir”


[1] Benjamin Arditi, Liberalizmin Kıyısında Siyaset: Farklılık, Popülizm, Devrim, Ajitasyon, çev. Emine Ayhan, Metis, 2010, s. 56.

[2] Arditi, s. 54-55.  

[3] Arditi, s. 29.

[4] Encuentro geleneği ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Esra Akgemci (2023), “Latin Amerika’da Feminist Politika ve Toplumsal Dönüşüm: Otoriter Yönetimlere karşı Kolektif Mücadelenin İmkânları”, Mülkiye Dergisi, 47(1): 5-41.

[5] Kamu hizmetinde, yürütme, yasama ve yargı organlarında çalışan tüm kişiler için toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet konusunda zorunlu eğitimi şartı getiren yasa, adını 21 yaşında kadın cinayeti kurbanı olan Evita Hareketi militanı Micaela García’dan aldı.

[6] Machismo, Türkçeye “maçoluk” olarak çevrilse de bu çeviri genellikle zihinlerde bir çeşit “kaba erkeklik” imgesi canlandırıyor. Oysa machismo, bunun çok ötesinde “erkek adam ahlâkına” dayalı bütün bir sisteme işaret ediyor (bkz. Dilan Bozgan, “Kadınlar ve Devrimden Kadınların Devrimine: Latin Amerika’da Kadınların Gündemi”, Esra Akgemci ve Kâzım Ateş [der], Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür içinde, İstanbul: İletişim, 2020, 203-217). Bu açıdan kavramı “Maçizm” olarak Türkçeleştirmek anlam kaybını önleyecektir.


Fotoğraf: Reuters