“Umut Bir Politik Pratiktir”: Jina Devrimi'nden Öğreneceklerimiz

“Kışı atlatmayı başaran soğukkanlı hayvanlar misali, kaç kere parçalanmış, tasviye edilmiş olursa olsun hayatta kalmayı başaran İran’daki feminist hareket, en az otuz yıldır içinde sıkışıp kaldığı maddi çelişkilerin üstesinden gelen bir politik alt üst oluşu körüklüyor.”

Chowra Makaremi

2022 yılına damgasını vuran olaylardan biri İran’da Jina Mahsa Amini’nin katledilmesinin ardından başlayan protestolardı. İlk altı aylık en yoğun döneminde bu protestoları dünyanın farklı coğrafyalarından ve Türkiye’den feministler olarak takip ettik, Jina İsyanı’na[1] destek için protestolar, gösteriler yapıldı. Bu süreçte uzaktan izlediğimiz şey ile kurduğumuz bağı politikleştirmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum. Misal, Jina isyanı için yapılan protestoların birinde megafondan “Türkiye İran gibi olmayacak, biz haklarımıza sahip çıkacağız!” cümlesini duyup çok utandığımı hatırlıyorum. Türkiye’nin siyasal tarihinde bir ülke gibi olup olmamak aşina olduğumuz bir sorgulama. Basit bir hiyerarşiye dayanıyor: Bu ülke batıdaysa öykünülen, doğudaysa benzemekten korkulan bir yer. “Türkiye İran mı olacak?” 90’lı yıllarda sıkça tekrarlanan bir soruydu. Siyasal İslam’ın bir ideoloji olarak kamusal alanda görünümü, Kemalist kesim açısından endişe yaratıyordu. Türkiye’de siyasal İslam’ın seçimlerdeki kazanımları ile İran’da rejim değişikliğine giden süreç arasında benzerlikler-farklılıklar tespit edilmeye çalışılıyordu. Dolayısıyla Türkiye İran mı olacak sorusu, aslında Kemalistlerin “seküler bir ülke olarak kalmaya devam edebilecek miyiz” endişesinin dışavurumuydu. 2022’de Jina İsyanı'nda hızlıca bu hafıza tekrar yürürlüğe giriverdi sanırım.

Megafondaki ses oryantalizm kokan yaklaşımı çağırırken hiyerarşik karşılaştırma ile feminizmden uzaktı: Biz, Türkiye’dekiler daha fazla hak sahibi olan kurtulmuş kadınlarız da İran’dakiler mecburen mücadele ediyor. Bu bakış açısı beraberinde başörtüsü üzerinden sembolleşen devrimci momenti, sadece bir hak talebine indirgemek anlamına geliyor. Kimin nerede daha özgür olup olmadığını belirleyen tek şey de hukuk kuralları değil. Türkiye’de 2010 sonrasında kürtaja erişimden yaşam hakkımıza varıncaya dek neler konuştuk değil mi? Sağ popülizmin kadın ve LGBTİ+ yaşamlara yönelik baskısı ve şiddeti ise giderek artıyor. Şimdiye dek bildiklerimizi yeniden yazmaya muktedir, feminist eylem ve pratiğin coğrafyasını yeniden şekillendiren Jina İsyanını anlamak için çok daha geniş bir perspektife ihtiyacımız olduğu aşikâr. 

O zaman feminist altüst ediş soruyu tersine çevirmeli. Türkiye’de gerçekten böyle bir hareket mümkün mü, İran gibi olabilir miyiz? Ya da Jina Devrimi'nden giderek totaliterleşen bir ülkede yaşayan feministler olarak neler öğrenebiliriz, kendimize hangi soruları sorabiliriz?

Chowra Makaremi’nin, Kadın! Yaşam! Özgürlük! İran’da Devrimci Bir Ayaklanmanın Yankıları bu açıdan mükemmel bir kılavuz[2]. Fransa’da yaşayan İran asıllı feminist, isyan günleri boyunca günlük tutuyor. Günlüğünden protestoların önemli momentlerini takip edebiliyoruz. Bizi, o günlerde konuşulan meselelere, paylaşılan duygulara götürüyor. Eylemlerin parçasıymışçasına umudun izini bu yazılardan takip edebiliyoruz. Aynı zamanda, 1979 devrimine giden süreci, devrimin ardından yaşananların İranlıların hafızalarında bıraktığı izi aktarıyor. İran Devrimi sonrasında annesinin rejim tarafından katledildiğini öğreniyoruz. Dolayısıyla Makaremi küçük yaşlardan itibaren baskı ve şiddet üzerine kurulu bir rejimin ne anlama geldiğini iyi biliyor. Bir yandan uluslararası hukuk sistemini İran’daki muhaliflere yönelik şiddeti görünmezleştirmekle eleştirirken, bir yandan da eşi benzeri görülmemiş bu hareketin eylem pratiklerini aktarıyor. Rejimin yoğun şiddetine rağmen insanların direnişi nasıl sürdürdüğünü, geçmişle şu an arasındaki değişimi açıkça ortaya koyuyor. Feminist politikanın bu isyandaki yerini vurguluyor. Uzaktan izleyenler için bu kılavuz; önyargılı, batılı bakışlarını sorgulayabilecekleri bir içerik kazanıyor.

Türkiye’de giderek otoriterleşen bir siyasal yapı karşısında muhalefetin örgütlülüğünü tesis etmenin zorluklarını 1980’lerden bu yana giderek artan şiddetiyle yaşamaya devam ediyoruz. Üstelik rejimin otoriterleşmesinin yanında, çoklu özgürlük ve eşitlik hareketleri arasında nasıl bir ittifak kurulacağı, bu ittifakta asgari müştereklerin neler olabileceği de toplumsal hareketler bakımından süregelen meseleler. Jina Devrimi bize, her iki bakımdan da bazı yanıtlar veriyor. Hem siyasal rejimlerin getirdiği zorluklarla baş etme stratejilerine hem de muhaliflerin kendi içerisindeki örgütlenme sorunlarına dair pratik yanıtlar bunlar.

Baskıya Rağmen Örgütlülük

Makaremi pek çok göçmen İranlı gibi, gelişmeleri yakından takip ederken harekete dair sorular ediniyor. 1979 devriminin ardından ülkenin bir anda totaliter yapıya büründüğünü aktarıyor. Toplumsal hareketlerin, bireylerin rejimden korktukları için giderek suskunlaştığı bir dönem yaşanıyor: “İçimize korku nasıl düşmüştü? Tam olarak ne zaman? Ve kim için korkuyorduk?”[3] İktidar karşısında biat etmenin, rızanın nasıl kurulduğu, nasıl dolaşıma girdiği hep merak konusu. Çünkü asıl şaşırtıcı olan şey sistematik bir şiddet aygıtı ile uyumlu yaşamak. Gönüllü Kulluk’tan[4] bu yana cevabını aradığımız soru bu. Hatta ütopyalar, distopyalar başka türlü bir hayatı düşünmemize alan açarken yine bu soruya yanıt arıyor sanki.  Ama soru zor, çok bileşenli. Aklıma Damızlık Kızın Öyküsü geliyor, romanda sayfalarca kadın bedeninin sömürgeleştirilmesi üzerine kurulu olan totaliter bir rejimin nasıl işlediğini okuyoruz[5]. Bu rejimin gündelik yaşam pratikleri arasında dolanırken, okuyucu olarak aklımıza takılan, peki ama nasıl oldu da böyle bir rejim kurulabildi sorusu oluyor. Atwood bu sorunun yanıtıyla pek ilgilenmiyor. Daha doğrusu, onun açısından totaliter rejimlerin ortaya çıkıpta insanların bu sistemlere biat ettiği türlü rejimler kurulabilir, süreç önemli değildir. Önemli olan, sebebini bilmeye ihtiyaç duymamamız gereken bir şekilde bu rejimlerin var olma olasılıklarıdır. Hikâyenin ortalarında, rejimin inşası birkaç cümleyle aktarılır, her şey birdenbire olur.

Makaremi’nin ise bugünden geçmişe bakarken verecek yanıtları var. Onun açısından soruların yanıtları önemli, çünkü suskunlaşma sürecinin hikayesi aynı zamanda Jina isyanının köklerini içinde taşıyıp büyüten deneyimler. Foucault’u andığı gibi, çünkü direniş iktidarın uygulandığı noktadan başlıyor. İslam Cumhuriyeti 1979 devriminin hemen sonrasında kurulan şiddet mekanizmasıyla rejimi gündelikleştiriyor. Bu mekanizmada Belucistan, Kürdistan gibi bölgeler İç sömürge yönetimine tabi tutuluyor. Az gelişmişlik politikası ile bu bölgeler, temel ekonomik kaynaklardan yoksun bırakılırken, diğer yandan Beluclar, Kürtler sistematik olarak dışlanmaya ve şiddete maruz bırakılıyor. Bu coğrafyalardan elde edilen kaynaklar ise milis güçlerin finanse edilmesinde kullanılıyor.

Makaremi devrim sonrasında rejimin kullandığı baskı ve şiddetin üç yüzünden söz ediyor: devrim muhafızları ordusu (Sepah) çıplak şiddet uygulayarak toplumsal muhalefeti bastırıyor, etnik ve dini tahakkümü sağlıyor. Güvenlikçi politikalar uyguluyor. Diğer yandan insan kaçırma, kaybetme, zorla itiraf alma, gizli gözaltı merkezleri ile “haydut devlet” olarak muhalefeti baskı altına alıyor.  Şiddetin üçüncü yüzünü ise adaletten uzak hukuk mekanizması ve idam cezası oluşturuyor.

Yazar, Jina İsyanı ile bu şiddet biçimlerine yekten cevap verildiğini düşünüyor. Eylemciler arasındaki dayanışma, etnik ve dini kimlikleri aşıyor. Eylemcilerin bu sistematik şiddet mekanizması karşısındaki kararlılığını ve halkların dayanışmasını kullanılan slogandan anlıyoruz. İlk günlerin umudu idam cezalarının infazlarının ardından inada dönüşüyor.

1979 Devriminin deneyimleri hala işliyor. Bu şiddet mekanizması ve baskı eylem biçimlerini belirlerken diğer yandan esnek birliktelikleri mümkün kılıyor. Makaremi bize, hareketin akışını takip ederek toplumsal bileşenlerini tanıtıyor. Devrim sürecinde aktif rol üstlenen işçi ve öğrenci hareketlerinin, otonomist örgütlenme deneyimlerinin Jina İsyanına taşındığından bahsediyor. Ayrıca, devletin şiddet mekanizması karşısında anneler gibi yeni öznelerin ortaya çıktığını aktarıyor.

“Bu ayaklanmaya güç verebilecek siyasi proje ve kolektif örgütlenmenin ne olduğu henüz belirtilmemiş olsa bile, dünyamızda ayaklanmanın hala mümkün olduğunu bize gösteriyor. Ama “kadın, yaşam, özgürlük” sloganının bize şimdiden hatırlattığı gibi, bu proje ve örgütlenme feminizmden yana.”[6]

Birdenbire olan bir şey yok. Devrimin geçmiş hafızası, Jina İsyanı ile tekrar dolaşıma giriyor, üstelik şiddet aygıtı karşısında direnmeye devam etmek toplumsal muhalefete yeni dayanışma alanları ve deneyimler getiriyor. Dünyaya dair yeni bir tahayyül sunuyor: direniş mümkün!

Türkiye açısından düşündüğümüzde, esnek örgütlenme biçimlerinin nasıl işlediği, baskı karşısında nasıl imkana dönüştüğünü görmek önemli bir deneyim. Feministler aslında 1980 sonrasında bağımsız yapılar, kolektiflerde bir araya gelirken diğer yandan ağlar ve kampanyalarla politika yaptılar. Jina İsyanında gördüğümüz gibi, bu ağları geliştirmenin ve çoğaltmanın yollarına kafa yorabiliriz. Bizim güçlü yanlarımız ne, hangi muhalefet grupları ile nasıl ilişkileniyoruz? Üzerine düşünebileceğimiz sorular gibi duruyor.

Halklar Arasında İttifak

Jina İsyanı'nda daha önce görülmemiş olan şeylerden biri İran’daki etnik kimlikler arasındaki dayanışmaydı. Makaremi hareket öncesinde özellikle Kürdistan ve Belucistan’ın durumlarından bahsediyor. Jina’nın katledilmesinin ardından çok kısa bir süre içinde “Jin, Jiyan, Azadi “sloganının Farsça olarak “Zan Zendagi Azadi”diye atılmaya başlaması bu dayanışmanın bir göstergesi. Aynı zamanda “Hepimiz Kürdüz, Azeriyiz” gibi dayanışmayı vurgulayan sloganlar harekete damga vuruyor.

Devrimin Mollalar tarafından çalınmasının ardından Makaremi’ye göre “İslam cumhuriyeti sadece teokratik bir devlet olarak değil, aynı zamanda merkezin etnik ve dini tahakkümüne dayalı bir Fars ve Şii ulusu olarak inşa ediliyordu.”[7] İç sömürgeci yönetim tarzı, baskı ve şiddet, İran-Irak savaşı bu inşayı pekiştirmiş, halklar arasındaki dayanışmanın önünü kesmişti. “Kırmızı çizgileri” aşan umut yeni bir duygulanımsal pratik yaratarak bu dayanışmayı doğuruyor.

Türkiye söz konusu olduğunda, feministler açısından dayanışmanın yerleşik bir politik tutum olduğunu söyleyebiliriz.  Bu çoğulluk hem etnik kimlikleri hem LGBTİ+ hareketi kapsayan haliyle feminist politikanın güçlü yanı bence. Jina İsyanı, çoğulluğun pratik alandaki önemini bize gösteriyor. Dolayısıyla, feministler olarak dayanışma alanlarını genişletmek, daha doğrusu sürekli yeni ilişkilenmelere açık olmak gibi bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum.

Yaratıcı Eylem Biçimleri

Yazar için Jina İsyanının dolaşıma soktuğu duygu repertuvarı umut, neşe ve birlikte yas tutmayı içeriyor. Bu dolaşımla artık kitlenin devleti muhatap alıp, ondan talepte bulunan olmaktan vazgeçtiğini görüyoruz. Yeşil Hareket’in ardından yaşananlar da artık halkların reform yanlısı beklentilerden uzaklaştığını gösteriyor. Seyirlik seçimlerde onlar açısından seçilecek bir tercih kalmıyor. “Kahrolsun Diktatör” sloganı, harekete katılanlar açısından artık rejimin hükümsüz olduğunu gösteriyor, iktidar tanınmıyor. Bu, hareket boyunca yaratıcı eylem biçimlerinin ortaya çıkmasına da imkân tanıyor. Örneğin, takke düşürme eylemi, daha önce düşünülemeyecek, İslam Cumhuriyetinin “kırmızı çizgilerinin” aşıldığını gösteren bir akım haline geliyor. Rejimin ürettiği korku ve ciddiyet yerini harekete katılanların neşesi ve cesaretine bırakıyor. Seyirlik demokrasi pratiklerinden özgürleşmenin tam da devrimci umudu getiren şeye dönüştüğünü anlıyoruz. Metrodaki öpüşme eylemi, liselilerin direnişi yine bu neşe ve cesaretten doğuyor. Kamusal alanın kurallarını alt üst etmek, kadınların bedenleri üzerinde kurulan tahakkümün kadınlarca tanınmaması nasıl bir neşe yaratıyordur. Bergman ve Montgomery’nin bahsettiği neşeli militanlığın izlerini İran’da feminist militanlıkta takip etmek mümkün[8].

Kurumsallaşmış siyasal araçlardan uzaklaşmanın getirdiği bu özgürleşmeyi Türkiye’deki feminist hareket açısından düşünmeye ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Hangi kurumsallaşmış mekanizmalarla iç içeyiz? Nerede yakalanıyoruz? Seçimlere sıkışmış bir siyasal sistemde hangi kaçış çizgilerimiz var? Feminist politika ve kadın hareketi söz konusu olduğunda sistemden hukuk talep etmenin de bizi yakaladığını söyleyebilir miyiz? Kendi kurduğumuz sivil toplum örgütleri ve feminist politika arasındaki bağı da tekrar düşünsek?

Duygu repertuvarında birlikte yas tutmanın beraberinde getirdiği ortaklık da harekete dahil ediliyor. Makaremi 1979 devriminin ardından rejimin sol muhalefete karşı uyguladığı şiddeti hatırlatıyor. Toplu katliamların yaşandığı bu dönem, sistematik olarak rejim tarafından unutturulmaya çalışılıyor. Öyle ki, toplu mezarların bulunduğu alan, kamusal yası imkânsız kılmak için caddeye çevriliyor. Devlet tarafından kaybettirilen-katledilen çocuklarını arayan annelerin ise, bu unutuşu yırtan “nemesis” figürleri olarak ortaya çıkışından bahsediyor. Çocuklarının soyadlarını (İran’da kadınlar evlendiklerinde soyadı değiştirmiyorlar. Çocuklar babalarının soyadlarını alıyor) alarak ve kamusal alandaki varlıklarıyla bu unutuşu imkansızlaştırıyorlar.

Toplumsal Hareketin İllaki Sonucu Mu Olmalı?

Peki, sonrasında ne olacak? Toplumsal hareketler söz konusu olduğunda illa belirgin, somut bir sonuç beklemenin doğru bir yaklaşım olmadığını söylemeliyiz[9]. Çünkü hareketler bugünden tespit edemeyeceğimiz, etkilerini öngöremeyeceğimiz toplumsal etkiler yaratıyor, kolektif hafıza ve deneyimi yeniden şekillendirerek, farklı tezahürlerle yeniden yeniden var olmaya devam ediyorlar. Belki bir rizom.

Aylar süren ayaklanma esnasında “ahlak polisi kaldırıldı” haberleri yayılmaya başlıyor. Sanki uzaktan izleyenler olarak bu çabanın, mücadelenin bir şeye değmiş olacağını ümit etmek istiyoruz. Hareketsizliğin getirdiği suçluluk duygusunu bastırmanın bir yolu mu? “Bak işte bitti, rejim geri çekildi”. Yazar bu yanlış haberin yayılmasında oryantalist bir yan buluyor. Halbuki göstericilerin ahlak polisinin kaldırılması gibi rejimden bir talepleri yok, çünkü artık rejimi iktidar olarak görmüyorlar. Uzaktan bakanlar bunu kaçırıyor. Velev ki ahlak polisi ortadan kaldırılmış olsun, yazar kadın bedeni üzerindeki ahlaki gözetimin sadece ahlak polisiyle sınırlı bir şey olmadığını hatırlatıyor. Ona göre bu harekette, rejim karşısında kazanılacak herhangi bir haktan çok daha fazlası var: Duygulanımlar:

“... özellikle terör ve idam politikalarının yarattığı kayıtsızlık; değerler, özellikle de bir merhamet ve zulüm ekonomisinin pekiştirdiği ihtiyatlılık; şehir ve gerek iç gerek dış düşman figürleriyle beslenen kolektif kimlik biçimleri. “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganıyla başlayan hareketin ters yüz ettiği duygulanımlar, değerler ve kolektif kimlikler işte bunlardı”[10].

Tüm bu süreci kendi deneyimleriyle bize aktaran Makaremi, umudun bir politik pratik olduğunu söylüyor[11]. İran siyasal yaşamında umudun kolektif olarak tecrübe edilen olaylarla şekillendiğine şahitlik ediyoruz. Bazen güçleniyor bazen zayıflıyor, ama umutla ilgili pratikler asla kaybolmuyor.

Bizim de aramızda, ardımızda, çatlaklarda dolanan umudu soğukkanlı bir biçimde ele alacağımız zaman olacak mı?


[1] Mahsa Amini’nin ilk adı “Jina”. Bu isim Kürtçe olduğundan dolayı rejim Jina’nın kayıtlara geçmesine izin vermiyor. İranlı feministler, bu yok sayılmayı vurgulamak, görünür kılmak için protesto sürecini Jina İsyanı, Jina Devrimi kelimeleriyle betimliyorlar. https://catlakzemin.com/iranda-feminist-bir-devrim-yasaniyor/

Ben de yazıda bu dili kullanmayı tercih ettim.

[2] Chowra Makaremi, Kadın! Yaşam! Özgürlük! İran’da Devrimci Bir Ayaklanmanın Yankıları, İstanbul, Otonom Yayınları, 2024.

[3] Makaremi, a.g.e., s.50.

[4] Etienne De La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Ankara, İmge Yayınları, 2020.

[5] Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü, İstanbul, Doğan Kitap, 2017.

[6] Makaremi, a.g.e., s. 126.

[7] Makaremi, a.g.e., s. 52.

[8] Carla Bergman& Nick Montgomery, Neşeli Militanlık, İstanbul, İletişim Yayınları, 2022.

[9] Paul Almeida, Toplumsal Hareketler: Kolektif Seferberliğin Yapısı, Ankara, Fol Yayınları, 2023.

[10] Makaremi, a.g.e., s. 299.

[11] Makaremi, a.g.e., s. 306.