25 Kasım 2020 Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ydü. Türkiye’nin 2011’de imzaladığı, kadına yönelik şiddeti engellemeyi hedefleyen İstanbul Sözleşmesi’nin de yıldönümü. Ne yazık ki dokuz sene sonra Türkiye hükümeti artık bu sözleşmeden çıkmayı görüşüyor. 2020 yılında hükümet artık kadınların ve cinsel azınlıkların hak ve hürriyetlerinin yasalarca korunmasını öngören bir sözleşmeyi toplum düzenine olası bir tehdit olarak değerlendirebiliyor.
Neden peki? Ya da neden şimdi? Cinsiyet eşitliği konusunda yaşanan bu gerilemenin, son on yılda yokuş aşağı giden hak ve hürriyetlerle nasıl bir ilgisi var? Bir başka deyişle, patriyarkal aile ve toplum yapıları ile otoriter siyasi sistemler arasında nasıl bir bağlantı var?
Steven Fish’in 2002 yılında gerçekleştirdiği önemli çalışması 54 ülkelik bir örneklemde ülkelerin demokratik seviyeleri ve kadının toplum içindeki statüsü arasında kuvvetli bir ilişki ortaya çıkarmıştır.[1] Yılmaz Esmer’in (2002) paralel bir çalışmasında da demokratik olmayan ülkelerde yaşayan bireylerin kültürel değerleri saha çalışmasıyla irdelendiği ve demokratik ülkelerde yaşayan bireylerle karşılaştırıldığında, ilginç bir biçimde demokrasinin yapıtaşları sayılan tolerans, şiddet karşıtlığı, özgürlük gibi prensiplerde pek de büyük bir farklılık görülmediği fakat iş cinsiyetler arası ilişkilere geldiğinde bariz farklılıklar olduğu ortaya çıkmaktadır.[2] Bu sebeple Esmer de Fish gibi, otoriterlik sorunuyla ataerkillik arasında bir bağlantı olduğunu öne sürer.
Peki Batı demokrasilerinde cinsiyet eşitsizliği yok mu? Otokratik ve patriyarkal toplumlarda iktidarların sıklıkla öne sürdüğü bir argüman, kadın erkek eşitsizliğinin, hatta kadına yönelik şiddetin en gelişmiş toplumlarda bile görüldüğü. Yanlış mı? Değil elbette. Cinsiyetler siyasetinin kuşkusuz “zamansız ve mekânsız” bir boyutu var.[3] Kadınların hikâyeleri dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar benzerlik taşır. Bunun fark edilmesi de kadın hareketlerinin evrenselleşmesine ve güçbirliği yapmasına hizmet etmiştir. Fakat öbür yandan, kadının baskılanışının “zamansız ve mekânsız”lığını fazla ileri boyuta taşımanın doğurabildiği bir yanılgı da var. Crenshaw’ın (1989) “kesişimsellik” kavramıyla vurguladığı gibi, beyaz bir Amerikalı kadının yaşadığı ayrımcılıkla siyah bir Amerikalının yaşadığı ayrımcılık bir değildir.[4] Çünkü eşitsizlik katmanları üst üste geldikçe ağırlıkları artar, yaşanan travmalar büyür. Aynı şekilde, sıradan bir Batı ülkesinde yönetici olarak çalışan bir kadının çalıştığı işyerindeki erkek yöneticilerden az maaş almak suretiyle maruz kaldığı haksızlık, otoriter bir üçüncü dünya ülkesinde çocuk yaşta zorla evlendirilmiş bir kadının yaşadığı aile içi şiddetle bir değildir. Neticede, patriyarkanın her ne kadar “zamansız ve mekânsız” bir boyutu olsa da, biliyoruz ki dünyanın bazı yerlerinde şiddeti ve travması daha fazladır. Otoriterlik ise bu konuda en belirleyici faktörlerden biri. Nitekim istatistikî veriler gösteriyor ki kadına yönelik baskı ve şiddetin en yoğun olduğu ülkeler aynı zamanda en otoriter ülkeler ve bu sorunların en az olduğu ülkeler de en demokratik ülkeler listesinde bulunuyor.[5] Kaldı ki, sahada çalışanlar bize bu istatistikî verilerin ancak raporlanabilmiş vakalardan elde edildiğini ve patriyarkanın en güçlü olduğu yerlerde raporlama imkânının da kısıtlı olduğunu hatırlatıyorlar. Bu sebeple ülkeler arası karşılaştırmalı verileri değerlendirirken bazı ülkelerde tablonun görünenden de kötü olabileceğini düşünmek ve otokratik ülkelerde yaşanan cinsiyet eşitsizliği konusunda daha da dikkatli olmak gerekiyor.
Peki patriyarka ve otokrasi arasında gözlemlenen bu ilişkinin ardında yatan örüntüyü nasıl anlamalıyız? Yani ampirik olarak tespit edebildiğimiz bu bağlantının teorik altyapısı nedir? Neticede, patriyarka kadınların hak ve hürriyetlerini erkeklerin muhtariyetine bırakan, otokrasi ise bir merkezî otoriteye hem kadın hem de erkekler üzerinde hakimiyet veren sistemleri tanımlıyor. Benzerlikleri ortada olsa da ilk bakışta doğrudan bir nedensellik ilişkisi içinde görünmeyen bu iki halin ilişkisini nasıl anlamalıyız? Neden otoriter toplumlarda kadın daha çok eziliyor veya neden kadın düşmanı toplumlar otokratik yönetim biçimlerini tercih ediyor veya bunlardan kurtulamıyor?
Soruyu daha da başka bir şekilde dile getirecek olursak, ailesindeki kadın bireylere baskı uygulayan, zorbalık yapan, dediğim dedikçi erkek, iş devletle olan ilişkisine geldiğinde nasıl olup da birdenbire rol değiştirip pasif, edilgen, boyun eğen bir hale bürünür?
Steven Fish buna bir atasözüyle cevap verir ve der ki, “birini suda boğmak için kendin de suya batmalısındır” (s. 30). Yani bir yandan kadını bastırmaya çalışırken, diğer yandan dönüp kendisi için eşitlik ve özgürlük talep etmek eşyanın tabiatına aykırıdır Fish’e göre.
Pleck (2004) ise çok daha direk bir nedensellik ilişkisi kurar bu iki durum arasında. Pleck’e göre patriyarka zaten ikili bir sistemdir. Erkekler bir yandan kadınları baskı altında tutmaya çalışırlar, diğer yandan birbirlerini baskı altında tutmaya çalışırlar (s. 64).[6] Çünkü patriyarkal düzende “erkeklik” diğer erkekleri kendi kadınlarından uzak tutarak savunulur (Shamma 2017, s. 242).[7] Bu yüzden toplumda sürekli olarak erkeklik onurunu korumak için diğerlerini (hem kadın hem de erkekleri) bastırma çabası ve gerginliği hakimdir. Yani patriyarkal kaygılar aslında otokrasiyi doğurur. Bir başka deyişle otoriterlik patriyarkal bir çözümdür erkeklerin korkularına. Bir erkeğin onuru bir diğerinin ezilmesine bağlı olduğu için, eşit ve özgür bir düzen kurulamaz.
Jungcu perspektifin otorite kavramına yaklaşımı ise bize patriyarka-otoriterlik ilişkisini çözümlemede daha geniş bir bakış açısı sunar. Bu bakışa göre, patriyarka ve otokrasiyi direk bir nedensellik ilişkisi içinde görmektense, ortak bir psişik zayıflığın sonuçları olarak düşünmek gerekir. Jungcu psikolojiye göre “zorba” da “pısırık” da özünde aynı kişilerdir. Çünkü her iki davranış tipinin temelinde de aynı iktidar yoksunluğu duygusu hakimdir.[8] “Zorba” bu zayıflığını, etrafına şiddet ve korku salarak telafi etmeye, bu duygusuyla böyle baş etmeye çalışır. “Pısırık”ın zayıflıkla baş etme biçiminde günlük hayatında kendini zorbalara paspas ettirmek yer alsa da çoğu zaman içten içe o da şiddet fantezileri kurar. Bu anlamda birbirilerine çok benzerler ve her ikisi de otoritenin karanlık veya negatif formunu yansıtır. Bu açıdan bakınca kadına karşı “zorba”, siyasi otoriter karşısında ise “pısırık” olan bireyi anlamak kolaylaşır.
Bu perspektifleri göz önünde bulunduracak olduğumuzda, siyasi iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma hamlesini nasıl değerlendirmek gerekir? Kadına yönelik şiddetin bu derece yüksek olduğu bir ortamda, hatta Covid pandemisi döneminde daha da arttığı bir noktada bu durumun bir nebze önünü alma şansı yaratabilecek, en azından sembolik de olsa kadınları cesaretlendirme, bellerini doğrultmalarına bir miktar destek olma ihtimali bulunan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma çabası ne anlama geliyor?[9] Pek çok teorik yaklaşımın ortak noktası olan kadına yönelik baskının iktidar yoksunluğuyla ilişkili olduğu tezinden yola çıkarsak, bu girişim hükümetin güçsüzlük algısının arttığını düşündürüyor.
Başta bir koalisyon olarak ortaya çıkan, fakat 2010 sonrası bir yaprak dökümü yaşamaya başlayan ve zaman içinde farklı ortaklarını kaybeden iktidar bugün artık çok zayıfladı. Şimdi ise son kalesini, yani muhafazakâr ve ataerkil çekirdek seçmenini İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak gibi bir jestle memnun etmek istermiş gibi görünüyor. Bu hamle de kadınlar için çemberi daraltıyor.
Kadın hareketi açısından yaşanan bu mevzi kaybının küresel bir boyutu olduğunu da söylemek mümkün. Genel olarak dünyanın demokratikleşme ve cinsiyet eşitliği yolunda ilerlediğini söylemek mümkünse de son on yılda hep beraber izledik ki bu ilerleme doğrusal değil ve kazanımlar “kesin” olmaktan çok uzak. Dünyanın içinden geçmekte olduğu popülist otoriterleşme dalgasına bakacak olursak, bu hareketlerin sembol liderlerinin (Duterte’den Orbán’a, Trump’tan Bolsonaro’ya) birçoğunun kadın hareketi karşıtı aktörler olması da şaşırtıcı değil.
Peki bu daralan çemberden çıkış nasıl olur?
Patriyarka ve otokrasi ilişkisi bağlamında belki de en az ele alınan konu, kadın direnişinin demokratik değişime yapacağı doğrudan ve bağımsız katkı. Bu anlamda görülmesi gereken, kadın hareketinde mesafe katedildikçe demokrasi hedeflerine doğrudan yaklaşılmış olunacağı ve cinsiyet eşitliği mücadelesinin, demokrasi hedefinin çeperinde değil, tam merkezinde yer aldığı. İstanbul Sözleşmesi tartışmaları bağlamında alınması gereken tavır da bu.
Öyle görünüyor ki, kadınların yeniden mevzi kazanması kolay olmayacak. Pek çok kez kaybedip sonra tekrar denenecek. Fakat cesaret ve mücadele sonunda mutlaka değişim getirecek. Üstelik, kadınlar özgürleştikçe erkekler de özgürleşecek. Kadınların savaşı erkekleri de kurtaracak.
[1] Steven Fish. (2002). “Islam and Authoritarianism”, World Politics, 55 (Ekim), s. 4–37.
[2] Yılmaz Esmer. (2002). “Is there an Islamic Civilization?”, Comparative Sociology 1: 3-4, s. 265-298.
[3] OECD istatistiklerine göre şiddet gördüğünü rapor etmiş kadınların oranının en çok olduğu üç ülkeden biri Türkiye, diğeri ABD, bir diğeri Arjantin’dir. Veriler için bkz. http://www.oecd.org/gender/vaw.htm
[4] Kimberle Crenshaw. (1989). “Demarginalizing the Intersection of Race and Sex: A Black Feminist Critique of Antidiscrimination Doctrine, Feminist Theory and Antiracist Politics”, University of Chicago Forum, 1: 8, s. 139-167.
[5] Veri için bkz. https://data.oecd.org/inequality/violence-against-women.htm
[6] Joseph H. Pleck. (2004). “Men’s Power with Women, Other Men, and Society: A Men’s Movement Analysis”, Peter F. Murphy (ed.), Feminism and Masculinities, s. 57-68, Oxford: Oxford UP.
[7] Tarek Shamma. (2017). “Women and Slaves”, Marvels & Tales, 31: 2, s. 239-260.
[8] Carl Gustav Jung. ([1959] 1981). The Archetypes and the Collective Unconscious, Gerhard Adler ve R.C Hull (ed. ve çev.), Bollingen Series, Princeton, NJ: Princeton University Press; Eric Shiraev. (2017). Personality Theories: A Global View, Sage: Thousand Oaks, CA.
[9] Covid pandemisi dönemi artan kadın cinayetlerine dair veriler için bkz. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/