Şimdiye kadar adından pek de söz ettirmeyen İspanyol yönetmen Rodrigo Sorogoyen’in 2022 yapımı filmi The Beasts ya da Galiçya dilinde As Bestas, çok katmanlı ve derinlikli anlatısıyla Cannes başta olmak üzere uluslararası önemli festivallerin dikkatini çekmeyi başardı. Filmin orijinal ismi, Galiçya’ya özgü bir festival olan dağlarda serbestçe dolaşan kısrakların (bestas) kaba kuvvetle yakalanarak yelelerinin ve kuyruklarının kesilmesi ve etiketlenmesi ritüeline bir referans içeriyor. Nitekim filmin hemen başında prolog niyetine, iki erkeğin bir atın üzerine çullanarak onu hareketsiz bıraktığı rahatsız edici bir sahne izliyoruz. Bu sahne, filmin ortalarında iki erkeğin başka bir erkeğin üzerine hücum ederek nefessiz bıraktığı daha rahatsız edici başka bir sekansta neredeyse bire bir kopyalanarak yeniden karşımıza çıkıyor.
As Bestas’ın hikâyesi, Galiçya’daki küçük bir kasabadan arazi alarak çevre dostu tarım ürünleri yetiştirip satmaya ve kendine yeter mütevazı bir yaşam inşa etmeye niyetlenen Fransız bir çiftin komşuları tarafından maruz bırakıldığı zorbalıklar etrafında dönüyor. Bu anlatı, film ilerledikçe âdeta katman katman açılarak yabancı düşmanlığı, kültür çatışması, ekolojik talan, cezasızlık gibi meselelerle dirsek teması kurarak zenginleşiyor. Fransız çift Antoine ve Olga ve komşuları Xan ve Loren kardeşler arasındaki gerilimi tetikleyen ana unsur, bir şirketin kasabada kurmak istediği rüzgâr tribünü projesi ve bu amaçla yerel halkın arazilerini satın alarak bedellerini ödemeye hazır olması. Burada iki kutba ayrılmış filmin kahramanları için umut da birbirine zıt iki yolla temsil ediliyor. Xan ve Loren kardeşler için bu projeden gelecek para içine sıkıştıkları taşradan kaçış için tek fırsat gibi görünüyor. Henüz iki yıldır bu kasabanın sakini olan Antoine ve Olga içinse kurdukları bu çevre dostu tarımcılığa dayalı yaşam kendi kişisel ütopyalarının bir parçası. Bu sebeple film meselesini derinleştirirken kolaya kaçmadan, karakterlerini karikatürleştirmeden, seyirciyi Fransız çiftle özdeşleşmeye, Galiçyalı hoyrat kardeşleri ise meşrulaştırmaya değil ancak daha geniş bir sosyo-ekonomik çerçevede anlamaya davet ediyor.
Antoine’ın rüzgâr tribünleri projesine imza vermeye direnç göstermesi hem kendisini hem de eşiyle birlikte ekip biçtikleri arazinin mahsullerini ve kurdukları mütevazı ütopyayı Xan ve Loren kardeşlerin hedefi haline getiriyor. Bu noktadan sonra Fransız çifte kasabayı dar eden zorbalıklar silsilesi başlıyor ve filmin gerilim tonu yükseliyor. As Bestas’ı sıradan bir gerilim janrının ötesinde düşünmemiz için fazlaca sebep var. Filmin açımladığı toplumsal katmanlar onu bir politik gerilim mertebesine yerleştirmeye çeşitli imkânlar tanıyor. Dahası, bana kalırsa her şeyden önce çağımızın bir politik alegorisine dönüşüyor film. Burada dikkate değer birkaç husus var: Xan ve Loren kardeşler zorbalık işini Fransız çiftin bir yıllık emekleri sonucunda yetiştirdiği mahsullerini sulama sistemine kimyasal karıştırarak sabote etmeye kadar vardırırlar. Fransız çiftin adalet arayışı ise kolluk kuvvetlerinin ilgisizliği ve nihayetinde zorbalara kalan cezasızlık ödülüyle sonuçsuz kalır. Antoine, çareyi bir el kamerası alarak bundan sonra yaşanabilecek her türlü olumsuzluğu kayıt altına almaya çalışmakta bulur. Aslında buraya kadar anlatılan, hepimizin yakından bildiği, tanıdık bir hikâye. 21. yüzyıl hak arama taleplerinin ahvalini enine kesen bir anlatı var burada. Çeşitli azınlık gruplarına yönelen kapitalizmin yüreklendirdiği bir faşizm, devletin ve kolluğunun bilinçli/örtük işbirliği sonucu ortaya çıkan cezasızlık durumu ve hak arayan insanların omuzuna yüklenmiş ispat sorumluluğu… Günümüzde polis şiddetine maruz kalan insanların canlarını kurtarmadan bile önce olan biteni cep telefonlarıyla kayda almaya çalıştıklarını hatırlayalım. Videonun bir üçüncü göz olarak üstlendiği bu tanıklık misyonu artık gündelik hayatımızın hiç olmadığı kadar bir parçası. Hatta iktidarların görünmezleştirmeye çalıştığı tüm suçlarına karşın bir tür “kayıttayım, öyleyse varım” ontolojisinin bir direniş stratejisine dönüştüğünün de altını çizmekte yarar var.
Filmin politik okumaları bunlarla da sınırlı değil. Doğup büyüdükleri yeri Xan ve Loren kardeşler için cehenneme döndüren şeyin ardında kentlere yönelen sermayenin taşrayı kimsenin uğramadığı hayalet mekânlara çevirmesi, verimli toprak arazilerinin şirketlerin yatırım odağı haline gelmesi ve buralarda yaşamak zorunda kalanların ise yoksulluk ve kötü hayat şartlarıyla baş başa kalması gibi sebepler yatıyor. Bu sebeple, yoksullaştıkça küresel eğilimin aksine içe kapanan, çevresel duyarlılık, eşitlik, adalet gibi kavramların talileştiği bir hayatta kalma durumu ortaya çıkıyor. Tam da küresel çapta yükselen aşırı sağ profiliyle uyuşmuyor mu bu anlatılanlar? Xan ve Loren bir bakıma bu profili temsil ediyor filmde. Söz konusu iki kardeş, Antoine’la rüzgâr tribünleri konusundaki uyuşmazlıklarını tehlikeli bir biçimde yerlilik-yabancılık, cahillik-egitimlilik, taşralılık-kentlilik, barbarlık-medenilik gibi ikilikler üzerinden kuruyor ve buradan şiddetin dahi meşrulaştırıldığı mutlak bir haklılık devşiriyor. Faşizmle tandem halinde ilerleyen sağ politikalara aşırı yoksullaştırılmış kitlelerin bu hınç ve aşağılık komplekslerinin yön verdiğini hatırda tutmak gerekir. İktidarlar bu kontrolsüz hıncı, tıpkı filmdeki türden bir kayıtsızlıkla göz yumarak, insan haklarından, demokrasiden, sermayeye karşı doğadan taraf olan gruplara yönlendirmeyi başarıyorlar.
As Bestas aslında birçoklarının kolaycılıkla tanımladığı gibi basit bir yabancı düşmanlığı hikâyesi değil. Çünkü yukarıda da bahsettiğim üzere, Xan ve Loren’in Antoine’a nefreti onun Fransız olmasından gelmiyor. Yanlış yönlendirilmiş bir sınıf kiniyle yerlilik söyleminin iç içe geçtiği daha incelikli bir durum var burada. Hatta, Xan Antoine’a hiçbir zaman ismiyle hitap etmese bile -çünkü onu sadece “Fransız” diye seslenerek çağırıyor- Antoine’ın bu topraklardaki sadece iki yıllık mevcudiyeti Xan’ın elli iki yıllık geçmişiyle çarpıştırılarak Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi oyununda izini sürdüğü soruya benzer bir problem çıkarılıyor ortaya: Toprak ilk sahibinin midir, yoksa onu büyütüp yeşertenin mi? Elbette Xan ve Loren’in tarafındaki gemi azıya alan bu hoyratlık, bu sorunun tartışma zeminini ve potansiyel cevaplarını “ilk sahibinin” lehine barbarca ortadan kaldırmaktan imtina etmiyor. Filmin başında gaddarca boğazlanan atların kaderini -başına gelecekleri bile bile kayda almaya çalışarak- şimdi Antoine paylaşıyor. “Fransız”ı tepesine binmiş iki adamla, hırıltılar içinde nefesi kesilene dek yakın planda izliyoruz. Akla, ister istemez, polislerin dizleri altında boğularak “nefes alamıyorum” feryatları içinde katledilen siyah Amerikalı George Floyd geliyor. Bu türden imajları çağrıştırdığı politik bağlamından bağımsız, kolektif travmalarımızdan ayrı düşünmek güçleşiyor.
Filmin buradan sonrası, yine hiç de yabancısı olmadığımız bir ahvale bürünüyor. Adalet mücadelesini geride kalanlar devralıyor, bunca zaman eşinin çabalarını nafile bulan Olga, filmin yeni protagonisti olarak yıllarca bitmek bilmeyen bir arayışı sürdürmeye çalışıyor, haklı olmanın verdiği inadın peşinden gidiyor. Arjantin’de, Meksika’da ya da Türkiye’de yıllarca devlet tarafından katledilen yakınlarının kemiklerini arayan insanlar gibi, eşinin cesedini bulmayı yaşamın kendisiyle özdeş bir uğraşa dönüştürüyor. Kalmaya pek de sıcak bakmadığı bu cehennemvari Galiçya taşrasında tek başına savaşmaya, üretmeye, yaşamı yeşertmeye devam ediyor. Gerçekten de bu can sıkıcı cezasızlık, adaletsizlik, eşitsizlik, uzak durulması, kayıtsız kalınması pek mümkün olmayan bir inadı da doğuruyor. Tıpkı Olga gibi, Fransa’dan gelen kızı Marie de annesiyle aynı izleği takiben bir dönüşüm geçirerek, önce teslimiyetçi bir inkârın, sonrasında ise öfkeli bir isyanın, mücadelenin içine çekiliyor. Marie için yıllar içinde hiçbir şeyin değişmediğini bilmek ve Galiçya taşrasının yıldırıcı havasını birkaç günlüğüne dahi solumuş olmak bu dönüşüm için yeterli olurken, annesi ile kopma noktasına gelen bağlarını dayanışma duyguları dolayımıyla yeniden güçlendiriyor.
As Bestas’ta, Marx’ın o meşhur Latince ifadesindeki gibi (De te fabula narratur), anlatılan senin/bizim hikâyemiz. İspanyol yönetmen hepimizin içinde yaşadığı dünyayı, umut, umutsuzluk, inat, çaresizlik, mücadele, adaletsizlik, öfke ve şiddet sarmalı etrafında olanca karmaşıklığıyla portreliyor. Belki de türdeş filmlerinden farkı, iyilerin eninde sonunda kazandığı kolaycı bir romantizme kapılmaması. Evet, doğayı her durumda talana karşı, adaleti her zaman zorbalığa karşı savunacağız ama karşımıza dikilen toplulukların da aslında sistemin başka taraflarının kurbanı olduğunu bir an durup düşünmemiz gerektiğini salık veriyor As Bestas. Filmin bizi davet ettiği ahlâki yolculuk hiç de kolayca tüketilebilir bir yol değil, zaten mücadelenin kendisi de öyle. Sorogoyen’in Isabel Peña ile birlikte yarattığı bu karakterlerin sahiciliği bütün bu kompleksiteyi başarılı bir şekilde temsil ediyor.