Hamas’ın 7 Ekim baskınından birkaç ay önce, İstanbul’daki bir dost toplantısında İsrail Dışişleri bakanlığından emekli üst düzey bir bürokratla tanışmıştım. Seneler evvel Türkiye’de de görev yapmış olan bu diplomat, Netanyahu ve daha önceki çok sayıda başbakanla yakınen çalışmış biriydi. Uzun kariyerine rağmen, Dışişleri’nin çarklarında pek öğütülmemiş bir hali vardı. Ara ara Guardian’da çıkan yazılarıyla sol tandanslı biri olduğu biliniyordu. Belki emekliliğinin verdiği rahatlıkla da, İsrail hükümetine hepten muhalif olduğunu hiç gizlemiyordu. Hükümetin özgül politikalarının ötesinde, İsrail toplumunun sağa kayışından ve ülkesinin genel gidişatından dertliydi. O kadar ki, sohbet arasında, çocuklarıyla birlikte Almanya’da kendilerine bir ikamet ve vatandaşlık imkânı aradığını anladım. Doğrusu, bir İsrail vatandaşının kendine güvenli bir limanı Almanya’da araması beni şaşırtmıştı. Almanya’yı seçme nedeni sülalesinin Almanya kökenli olmasıydı, ama bir bakıma daha da şaşırtıcı olan, nedenin tam da bu olmasıydı. Dahası, yalnız kendi kariyeriyle değil, aile fertleriyle de —kızı İsrail’in ünlü televizyon programcılarındandı— ülkesinde derinlemesine kök salmış birinin huzuru dışarıda araması da şaşırtıcıydı ayrıca.
7 Ekim’le başlayan süreçte, bu diplomatın pek tekil bir örnek olmadığı daha iyi anlaşılıyor. Geçen yaz yapılan bir anket çalışması, İsraillilerin neredeyse üçte birinin ülke dışına göçmeyi arzuladığını gösteriyordu. 7 Ekim sonrası bu eğilimin daha da güçlendiği tahmin edilebilir. On yıllar önce İsrail’e hevesle yerleşen bazı Türkiyeli Musevilerin de bir zamandır geri dönmeyi ciddi ciddi düşündükleri kulağa gelmiyor değil.
İsrail’in 7 milyonluk Yahudi vatandaşının bir milyonunun zaten yurtdışında yaşadığı biliniyor. Bunların büyük bölümünün İsrail ile ikinci vatanları arasında mekik dokuduğu, çoğunun da bir şekilde ülkelerine döndüğü varsayılıyordu. Ancak yakınlarda yapılan bir başka araştırma, yurtdışında ikamet eden bu bir milyonluk nüfusun yarısının —öncelikle de genç kesiminin— ülkelerine dönme planlarından vazgeçtiğini gösteriyordu. Aralarında İsrail’e yerleşmeye hâlâ niyetlenenler kalmışsa, Türkiye’deki Yahudilerin de ülkemizdeki boğucu ortama rağmen iki defa düşüneceklerini kestirmek zor değil.
Gene de ülkelerinin dışına çıkmak isteyen veya halihazırda dışında yaşayan İsraillilerin vatanlarıyla bağlarının koptuğu veya gevşediği elbette söylenemez. Çoğunun, konforlu yaşamlarına ara verip her seferberlik çağrısına tereddütsüz icabet ettiği görülüyor. Aralarında büyük İsrail ülküsüyle yanıp tutuşanlar da az sayılmaz. Ekseriyeti, Filistin topraklarının işgalini, binlerce yıllık kadim haklarına kavuşmanın bir sonucu olarak görür. Ama yakın geçmişleri, binlerce yıllık battal mazilerinden de önceliklidir: en azından Holokost, giriştikleri her türlü saldırı ve tecavüz eylemini bir savunma ve var olma mecburiyeti olarak algılamalarının garantisi gibidir. En önemlisi, büyük çoğunluğunun İsrail’in askerî, teknolojik ve ekonomik düzlemde kıyas kabul etmeyecek üstünlüğüne olan mutlak inançlarıdır.
İsrailliler arasında meseleye farklı bakan hatırısayılır bir kesim olduğu muhakkak; azınlıkta görünmesine rağmen, 7 Ekim şokuyla bu kesimin saflarında bir artış olduğu düşünülebilir. Bu kesim, yakın zamana kadar iki devletli çözümü geçersizleştirmeye çalışanlara karşı muhalefet ediyordu; şimdi seslerini daha çok duyurma imkânları var. Fakat iki devletli çözüm bugün öyle bir açmaza sokulmuş vaziyette ki, Filistinlileri eşit yurttaşlar olarak bünyesine alan demokratik/laik bir devletin sonunda tek seçenek olacağını düşünenler de var. Üstelik bunlar arasında İsrail devletinde önemli mevkilerde bulunmuş kişiler de mevcut. İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın eski müsteşarlarından Avi Gil geçenlerde, bu ihtimalin kaçınılmaz bir olasılık olarak ufukta belirdiğine dair bir yazı kaleme aldı (Oksijen, 8–14 Aralık 2023). Bu yazısında Gil, İsrail’in eninde sonunda hükmettiği tüm toplulukları içine alan kapsayıcı bir devlete dönüşebileceğinden, böylece asli Yahudi karakterini yitirebileceğinden ve “Siyonist rüyanın” son bulabileceğinden dem vuruyordu. Açıkçası, ne iki devlet ne de tek devlet çözümüne yanaşmadan halihazırdaki statükoyu koruma imkânının namütenahi sürdürülemeyeceğine ilişkin bir uyarıydı bu.
Kuşkusuz, İsrail ekonomik ve askerî üstünlüğüne dayanarak bu statüko üzerinde daha uzun süre oturabilir; bu üstünlüğüyle “etik açığını” da pekâlâ kapatabilir. Sonuçta, tarih bunun mümkün olduğunu gösteren “adaletsiz” örneklerle dolu. Sözgelimi Amerika yerlileri (yeryüzünün diğer köşelerindeki yerliler gibi) dalga dalga üstlerine gelen işgalci Avrupalılar karşısında fazla direnemeden yenik düştüler, ezildiler, bir kenara itildiler. Muhtemeldir ki Filistin’e gelen Yahudi yerleşimcilerin aklında da böyle bir süreç vardı: “Kutsal toprakları” ama havuçla ama sopayla adım adım ele geçirecekler; yerli Filistin halkını da bir kenara itip, ucuz emek deposu olarak kullanacaklardı. Öyle de oldu.
Oldu ama, benzerlik de burada bitiyor. Zira Amerika yerlileriyle Avrupalı sömürgeciler arasındaki çağ ve medeniyet farkı, bir uçurum niteliğindeydi. Oysa Filistinliler ve Ortadoğu coğrafyası, Yahudi yerleşimcilerin kültür ve geçmişlerinin ayrılmaz paydaşlarıydı. Geçen yüzyıl başında geri kalmış, fakir düşmüş, viraneye dönmüş bir haldeydiler; ama her şeyden önce kadim mazileri asimile olmalarına meydan bırakmayacak kadar zengin ve dirençliydi. Nitekim asimile olmadılar; Yahudilerin de dinî yasakları icabı onları asimile etmek gibi bir niyeti yoktu zaten.
İsrail’i sair Avrupalı sömürgecilerden ayıran tek etken bu değil elbet. Dikkat çekici bir diğer etken, Yahudi ve Arap âlemleri arasında yüzyıl önceki büyük farkların göreceli de olsa küreselleşme sonucu azalmakta oluşudur. Daha da önemlisi, nüfus farkıdır. Dünyanın tüm Yahudileri şimdi İsrail’de toplansa, gene de bu ülke Arap denizinde bir minik ada olmanın ötesine geçemiyor. Bir de tabii “dünyanın gözü” meselesi var: türlü kıyım ve cürümlerin frenlenmesinde ne kadar işe yaradığı tartışılır, ama “uluslararası baskı”nın her şeye karşın artan etkisini de unutmamak lazım. Avi Gil’in yazısının gerisindeki başlıca kaygı da bu baskı karşısında düşülecek zafiyetle ilgilidir sanırım.
Güçlü duygular, tutkular, korkular ve önyargılar belki hep engeldi ama, 7 Ekim şoku İsrail’de daha çok insanın her biri aşikâr olan bu etkenlerin bilincine varmasını mümkün kılmıştır herhalde. Dehşet ânında birbirine kenetlenmiş görünmesine rağmen, İsrail toplumunun kendi içindeki bölünmüşlüğü —eğer daha da derinleşmediyse— olduğu gibi duruyor. Ülkesinin geleceğinden endişe duyan, hatta kendi geleceğini artık ülkesinde göremeyen İsraillilerin sayısında bir artış olduğu izlenimi hayli yaygın.
Kuşkusuz, İsraillileri denize dökmek hayaliyle yatıp kalkanlar nasıl az değilse, Filistinlileri başlarından defetmek, ülkelerinin çevresinden olabildiğince uzaklaştırmak, hatta mümkünse uzak diyarlara sürmek için can atan İsrailliler de hiç az değildir. Bir asır önce, henüz “Kutsal Topraklar”da tam karar kılınmamışken, Güney Amerika’dan Afrika’ya dünyanın çeşitli kıtalarında bağımsız bir yurt edinmeleri için Yahudilere uygun bir toprak parçası aranıyordu. Günümüzde ise öyle bir noktaya gelindi ki, bu gidişatla yakında Filistinlilere bir yurt aramak gerekecek. Ne yazık ki dünya bir asır önceki gibi tenha değil. Kalabalık uzak diyarlar şöyle dursun, aynı kavim veya dinden oldukları halde komşu ülkeler bile onları kabul etmeye yanaşmıyor. Kaldı ki, şimdi bir kısmı imkân bulduğunda canını kurtarmak için koşa koşa gidecek olsa da, Filistinlilerin yüzyıllardır ikamet ettikleri vatanlarını temelli terk etmek isteyebilecekleri şüpheli.
Filistinliler arasından göçmeye niyetlenenler için bir “çözüm”, onları belirli bir ülkeye göndermek yerine, azar azar çok sayıda ülkeye dağıtmak. Şaka mı? Tabii ki şaka, hem de kötü bir şaka. Ama şaka deyip geçmemek lazım, zira en kötü şakaların bile ciddiye alındığı, hatta gerçeğe dönüşüverdiği bir çağda yaşıyoruz. Nitekim medyadan öğrendiğimize göre, geçenlerde İsrailli iki milletvekili Wall Street Journal’da bir yazı yayımlamışlar. Yazıda, Gazze’deki Filistinliler talep ettikleri taktirde, dünyadaki her ülkenin 10’ar binlik gruplar halinde Filistinli göçmeni kabul etmesi öneriliyormuş. Milletvekillerinin bu teklifi, vahim bir aciliyet karşısında belki sınırlı ve iyi niyetli bir çözüm bulma girişimiydi. Ancak değil mi ki başta Maliye Bakanı Bezalel Smotriç olmak üzere “aşırı sağcı” cenahtan birtakım figürler bu teklifin üstüne atlamış ve borazanlığını yapmaya başlamış, işin rengi değişmiş; akabinde milletvekillerinin de “etnik temizliği amaçlamakla” suçlanmaları gecikmemiş.
Şimdi görüyoruz ki Juan Cole, milletvekillerinin teklifini duyduğu zaman dayanamamış, bir karşı teklif ortaya koymuş. Profesör Cole, Ortadoğu ve İsrail’i çok yakından izleyen bir gözlemcidir. Söylediklerine kulak vermeden geçmek olmaz. Profesör, geçenlerde kendi sitesinde çıkan bir yazısında, Filistinlileri göndermek yerine isteyen İsraillilerin dünyaya yayılmasını sağlamanın daha uygun ve külfetsiz olacağını savunuyor (Informed Comment, 15 Kasım). Doğrudan Batılı hükümetlere hitap ederek sunduğu bu önerisi, argümanları ve rakamlarıyla, kısaca şöyle:
*Başta ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere, Batı’nın zengin ve merkezî ülkeleri İsrailli Yahudilere kapılarını tamamen açmalı, onlara sorgusuz sualsiz vatandaşlık vermeli. Ayrıca, onların yeni ortamlarına uyum sağlamaları için her türlü destek ve programı devreye sokmalı.
*İsrailli gurbetçilerin yarısı zaten ABD’de yaşıyor. Ama devasa kapasitesine istinaden, ABD daha fazla sayıda İsrailliyi de rahatlıkla alabilir. Batı Avrupa’nın merkez ülkeleri de kendi çapları ölçüsünde aynı kapasiteye sahiptir. İsraillileri tereddütsüz ve cömertçe kabul etmek bu ülkelerin boynunun borcudur, çünkü Yahudilerin başına gelen felaketlerde her birinin ağır sorumluluğu vardır.
*Tabiatıyla, Almanya’nın durumu özeldir. Bu ülke halen diğer göçmen adaylarından istediği gibi Yahudi adaylardan da iyi derece Almanca konuşmalarını talep ediyor; ayrıca, daha önceden ABD ve İsrail’de yaşamış eski Sovyet Bloku Yahudilerine ikamet hakkı vermiyor. Almanya, bütün bu tür engelleri kaldırmalı; malum nedenlerle Yahudilere pozitif ayrımcılık yaparak onlara her konuda öncelik tanımalı.
*Halihazırda Almanya’da 175 bin Yahudi yaşıyor. Bu 83 milyonluk Almanya nüfusunun %0,2’si eder. 1933 başlarında bu ülkede 522 bin Yahudi vardı; bu ise o zamanki 63 milyonluk ülke nüfusunun %0,8’i demektir. Almanya’daki Yahudi varlığı, en azından Nazi-öncesi seviyesine çıkarılmalı.
*An itibarıyla Almanya’da 5,5 milyon Müslüman var. Aslında bir bu kadar Yahudi’nin de bu ülkede bulunmaması için bir neden yok. Almanya, İsrail’den göç etmek isteyen Yahudilerden 5,5 milyonunu kabul etse, tek başına İsrail-Filistin çatışmasını dahi sona erdirmiş olur. Böylece, nüfusu yüzyıl sonunda 73 milyona ineceği öngörüldüğü için taşıdığı endişeden de bir nebze kurtulmuş olur.
*Bu çapta bir göç Almanya’nın istiap haddini aşıyorsa, Kuzey Atlantik ülkelerinden her birinin yarımşar milyon İsrailliyi bünyesine katması da sorunu çözecektir. Bu şekilde, dronlar, roketler ve terör saldırıları altında travma geçiren, üstüne üstlük giderek faşistleşen yönetici ve siyasetçilerinden bezen milyonlarca İsrailli huzura kavuşmuş olur. Diğer taraftan, söz konusu Batılı ülkeler de perişan hale düşmüş, ciddi bakım ve uyum çabası gerektiren yüzbinlerce Gazzeli Filistinliyi ağırlama külfetinden kurtulmuş olur. Dahası, 1948’de evlerinden barklarından sökülüp atılan Filistinlilerin torunları da sonunda ata topraklarına döner ve rahat yüzü görür.
Profesör Dole’un bu önerisine diyecek yok. Doğrusu, mükemmel bir kazan/kazan formülü. Öngördüğü vaziyet, tam bir “sen sağ ben selamet” durumu. Peki bu bir şaka mı? Elbette. Ama bu şartlarda kimse Dole’u kara mizaha başvurduğu için suçlayamaz.
Yalnız, Dole’un hesaba katmadığı bir şey var: teklifinden, İsrail’in neredeyse boşalacağını varsaydığı anlaşılıyor. Oysa tabii ki boşalmayacak. Gidemeyen veya gitmek istemeyen yığınla insan orada kalacak. Kuşkusuz, ne pahasına olursa olsun Filistinlileri tutsak etmeye veya kovmaya yeminli kesimlerin nüfus içindeki oranı ve gücü artacak; toplum bugün olduğundan da fazla muhafazakârlaşacak, sağa kayacak. Gerisini tahmin etmek zor değil: Yahudiler ve Filistinliler daha uzun bir süre yenişemeden, birbirlerini yemeye ve öldürmeye devam edecekler. Belki de en vahimi, giderek birbirlerine benzeyecekler.