İstanbul’un Martıları Mario Levi İçin Ağlarken

Mario Levi’nin ardından, derin bir üzüntü içinde yazdığım bu yazıya birinci tekil şahıs kipinde bir cümleyle başlamak istiyorum, okurlar beni hoş görürler umarım. Mario Levi’yle ilk olarak 1994 yılının sonlarına doğru, üniversiteye yeni başladığım günlerde, arkadaşımın benimle paylaştığı En Güzel Aşk Hikayemiz’le tanışmıştım. Arkadaşım kitabı verirken içinden bir cümleyi alıntılamıştı: doğuştan kör bir dostunuza, en sevdiğiniz kırmızıyı, sizin kırmızınızı anlatmanın olanaksızlığına dair bir cümle… Büyüleyici bir kitaptı, nasıl anlatmalı, şimdi bir an gözlerinizi kapatıp en güzel aşk hikâyenizi düşünseniz ne hissederseniz işte o hisleri bırakıyordu okuyanın üzerinde…

Mario Levi, Bir Yalnız Adam: Jacques Brel’den (1986) sonra 1990 ve 1991’de basılan iki öykü kitabının ardından, 1992’de çıkan bu kitabını “bir roman denemesi”, “bir uzun hikâye ya da anlatı” olarak tanımlıyordu 2005’teki baskıya yazdığı önsözde: “Kitap, birçok okur tarafından ‘zor okunur’ bulunmakla birlikte dört baskı yapmıştı. Şimdi, bu beşinci baskıyla, yeni, başka insanlara ulaşabileceğini umut etmek istiyorum. Umut, bir daha umut… Bir daha anlatma ve kendini duyurma kaygısı… Devam etmek için yeterli bir neden değil mi bu?...” (Levi, 2005) diyerek tamamlıyordu sözlerini.

Bir Şehre Gidememek (1990), Madam Floridis Dönmeyebilir (1991): Ne kadar da şiirseldi yazarlığının başlarında yazdığı o iki hikâye kitabının isimleri. Şöyle diyordu Floridis için:

Bu kitabın adını, beklemediğim bir zamanda, bir yolculuğa çıkarken buldum. Bir kış gecesiydi. Beni İstanbul’dan Ankara’ya götürecek otobüsteydim. Hareket saatini bekliyordum. Otobüse o anda, ellilerinde, çok şık giyinmiş bir adam bindi, arkamdaki koltuğa oturdu. Muavin çocuk, herkesin yerini alıp almadığını öğrenmek için geldi sonra. Adama, elindeki listeye bakarak, yanındaki boş koltuğu gösterip birini bekleyip beklemediğini sordu. Adam kısa bir süre tepkisiz kaldıktan sonra, çocuğa, üzgün bir sesle,

“O arkadaş gelmeyebilir... Biz gidelim...” dedi.

Büyünün başladığı andı o an. O adamın hikâyesini o gün bugündür bulamadım. O adamın kimi, ne için beklediğini de öğrenemedim elbet, o otobüse hangi duygularla bindiğini de... Ama bu sözler, bana bir yerlerde, birilerinin dönüşünü beklediğimizi hep hatırlattı. Bu kitabı biraz da o insanlar için yazdım (Levi, 2000).

Mario Levi buydu işte, tam da bu. Mum ışığı gibiydi, loştu. Jacques Brel’in müziği gibiydi biraz. Çok zarif, çok hassas, çok incelikliydi. Biraz Proust gibiydi. Anıya dönüşen ânın alkemisini tüm sihriyle ve gizemiyle yansıtırdı…

Hikâyelerle, çok güzel çok hüzünlü çok neşeli hikâyelerle dolu bir Sefarad aileden gelmişti. Zihnindeki çokseslilik Türkçe, Fransızca ve Ladinodan oluşmaktaydı:

Evde Fransızca konuşuluyor, opera ve Fransızca şarkılar dinleniyor. Böyle bir ortam var. Buna mukabil, babamın evinde tam bir Osmanlı kadını olan babaannem yaşardı. Ondan da Türk musikisi eğitimi aldım. Onunla birlikte evde Münir Nurettin Selçuk, Safiye Ayla dinlenirdi. Bütün bunlar çok büyük bir etki bırakmıştı üzerimde. Bunların hepsi bir hazırlık, bir eğitimmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar üstadın hepimize miras bıraktığı terkip meselesinin önemini bizzat yaşadım. Yani bu benim için entelektüel bir tercih değildi, bizzat yaşanmış bir bilgiydi. Bunun bana verilmiş bir armağan olduğunu düşündüm (Levi, 2020).

1970’lerin solcularındandı, 12 Eylül’ü görmüş, zor günler geçirmişti. Sahip olduğu tüm kimliklerin iç içe geçip birleştiği en belirgin kimliği İstanbulluluktu. Türkçeye olan bağlılığı da bunun bir parçasıydı:

Fransızca yazabilirdim. Yazsaydım da işim çok kolaylaşırdı bir dünya yazarı olmak açısından. Bunu tercih etmedim. Zor yolu seçtim belki ama kendi doğallığı içinde gelişti bu. Çünkü çocukken sokakta hangi dilde top oynamışsan, gençken hangi dilde ilk aşkını yaşamışsan, çok kızdığında hangi dilde sövmek geliyorsa içinden, o dil senin dilindir ve o dil Türkçeydi. O sebepledir ki, kendime hep şunu söylüyorum, benim en derin vatanım Türkçedir (Levi, 2020).

“Usta, el almaya geldim”

İyi edebiyatı iyi bilen bütün yazarlar gibi, cahil cesaretinin tam zıddındaki yerden; farkındalığın, tevazunun merdivenlerinden ağır ağır yürüyerek çıktı yazarlık yoluna. O iki öykü kitabında, ki defalarca okunabilecek güzelliktedir ikisi de, çok belliydi onun gerçek bir yazar, kendi dilini, üslubunu yaratma derdinde ve bunu yapmaya muktedir bir yazar olduğu. Ama acele etmedi, En Güzel Aşk Hikayemiz’i bir roman denemesi olarak yazdı. Bu konuda, bir anısından uzunca bir alıntı paylaşmak istiyorum, 2009’da yaptığı bir konuşmadan. Attila İlhan’la arasında geçen bu hikâye, Levi’nin yazarlığa yaklaşımındaki saygı ve tevazuyu mükemmel biçimde özetliyor çünkü:

Önce bir kitabını imzalattım, ardından konuştuk ve söyleşimiz bitti. Sonra ne yapacağımı şaşırmama yol açan bir hareket yaptı, çantasından kitabımı çıkardı: Bir Şehre Gidememek... Şaşkınlığımı görünce “Şaşırdın, değil mi?” dedi; “Şaşırdım” dedim. “Bak sana şunu söyleyeyim” diye devam etti; “Sen iyi bir hikâyecisin çocuğum (Sonradan anladım ki sevdiklerine hep ‘çocuğum’ dermiş). Aslında sende bir romancılık damarı var ve sen bir roman yazmalısın. Üstelik seni bekleyen bir konu da var.” Sadece gülümsemekle yetindim. Daha fazlasını yapamazdım, çünkü İstanbul Bir Masaldı’yı yazmaya başlamıştım; ama ne haddime Attilla İlhan’a “Ben o romanı zaten yazıyorum” demek. Bir kere romanı yazıp yazamayacağımı, bitirip bitiremeyeceğimi bilmiyorum henüz... Sadece “Söylediklerinizi dikkate alacağımdan emin olabilirsiniz efendim” dedim. Sonra romanı yazmaya devam ettim, arada birkaç yerde karşılaştık. Ne yalan söyleyeyim, nerelerde dolaştığını bildiğim için onunla karşılaşmak için oralarda bulundum. Sürekli olarak “Nasıl gidiyor çocuğum? Bak, aklımda çocuğum” gibi bir sürü şey söyledi. Tam altı buçuk yıl sonra telefon ettim, “Ben o romanı yazdım” dedim. Dosyayı yayınevine yeni vermiştim. “Hemen gel” dedi, ben de elimin altında, kendime ayırdığım dosyayla gittim. İstanbul Bir Masaldı’yı bir düşünün. Boyutlarına bakıp “İşte roman bu! Pestil inceliğinde kitaplar yazıyor, sonra da ona roman diyorlar” dedi, “Peki, oku bakayım çocuğum.” “Anlayamadım...” dedim. “Bir bölümünü oku dedim” dedi. “Eyvah, şimdi yandık!” dedim içimden. İyi olduğuna inandığım bölümlerden birini okudum. Durdu, belli etmemeye çalışıyorum, ama heyecandan kalbim yerinden fırlayacak. “Çok üst düzeyde bir metin olmuş, tebrik ederim, biraz Henry Miller gibi, onun fevkinde” dedi; “Sana bir şey söyleyeyim. İyi bir romanda dört boyut olmalıdır: dil boyutu, tarih boyutu, felsefe ve psikoloji boyutu. Bunların dördü de sende var.” Bundan cesaret aldım, hiç unutmam. “Usta, el almaya geldim” dedim, “O eli sana çoktan verdim” dedi (Levi, 2009).

Mario Levi buydu işte. “Usta, el almaya geldim,” diyebilmesi bile, o ustadan duyduğu bunca övgünün ardından mümkün olabilmişti… Levi, konuşmasının devamında, sonradan İlhan’ın bu sözlerini çok düşündüğünü ve yazdığı tüm roman ve hikâyelerde bu dört boyutun çok önemli olduğunu ekliyordu.

İstanbul Bir Masaldı’da (1999) İstanbul’un sadece bir mekân değil, bir kahraman olduğunu söylüyordu Levi:

İstanbul burada, kimi insanların bir umudu taşıyarak yaşadığı ve bu umudu taşıyarak geldiği, ya da kenti hissederek bir başka umuda ya da umutsuzluğa göçtüğü bir mekân. İstanbul, başka bir açıdan bakıldığında, anlatıcıyı bir yana bırakırsak, romanın baş kahramanıdır. Çünkü tüm kahramanları kucaklıyor. İstanbul hem umut, hem yalnızlık bu insanlar için. Hem doğum, hem ölüm. Ortak yanları, hepsinin hayatında bir veya birden fazla bir İstanbul’un olması (Levi, 2007).

Bir Sefarad ailesinin 1920’den 1980’lere kadar olan hikâyesini, geriye dönüşlerle eski kuşaklara da bağlayarak anlattığı gerçek bir başyapıttı İstanbul Bir Masaldı. Son derece işitsel de bir romandı bir yandan, bir ses manzarasına sahip ender romanlardan. Tangoydu bu müzik, kimi zaman klasik Türk musikisi; ama hep hüzünlü bir müzikti…

İstanbul bir dünyaydı

İstanbul, Mario Levi’nin yapıtlarında bir mekândan öte bir kahraman, kimi zaman baş kahramandı doğru, ama bundan da fazlasıydı, İstanbul, onun sayfalarında bir dünyaydı. Bunu başarabilmesinin altında şehrin duygusunu çok içten, çok samimi biçimde hissetmesi yatıyordu. Yukarıda bahsi geçen konuşmada, “İstanbul’un temel duygusunun hüzün olduğunu” (Levi, 2009) düşündüğünü söylüyordu. Levi, bu hüznü hayranlık uyandırıcı bir özgünlükle taşıdı yapıtlarına.

Edebiyatındaki İstanbul’u böylesine sahici kılan bir diğer unsur ise, İstanbul’u İstanbul yapan diğer en önemli özelliği çok iyi kavramış ve yansıtmış olmasıydı:

İstanbul aynı zamanda bir göç şehri; çok göç alan ve çok göç veren bir şehir. Biz belki içinde olmadık, ama annelerimizi, anneannelerimizi, yani iki kuşak öncesinden bize aktarılanları düşünün. Birçok insan başka coğrafyalardan İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Ne getirmişlerdir beraberlerinde? Anılarını. Peki, bu anılarda ne vardır? Kayıp duygusu vardır. Bir yerlerde bir şeyleri bırakmak kolay mı sanıyorsunuz? Bana sorarsanız bir insanın bir insana yapabileceği en büyük kötülüklerden biri, onu yerinden, topraklarından etmektir. O insanlar topraklarından edilip gelmişler buraya veya gelmeyi tercih etmişler. Rumeli tarihini ya da Kafkas tarihini hatırlamanız yeterli. Sadece göç almıyor, göç de veriyor bu şehir. Bunun için de son elli yılın olaylarını hatırlamanız yeterli. Birileri giderken ardında anılarını başkalarına bırakıyor. Orada da bir başka kayıp duygusu yaşanıyor. Her şey bir yana, İstanbul’un içinde de bir göçebelik ruhu var (Levi, 2009).

Mario Levi’yi bu kadar önemli bir İstanbul yazarı kılan, şehrin kimliğinin tam merkezinde duran bu göçebelik ruhunu, tamamen şahsına münhasır bir üslupla, gerçek bir ustalıkla, asla bağırmadan yansıtmayı başarabilmiş olmasıydı diye düşünüyorum. Bunu, öyküde en ustalıkla başarmış olan Sait Faik’ti muhtemelen; zaten Levi de aynı konuşmada onu “gerçek ustalarından biri” olarak kabul ettiğini söylüyordu.

İçinden deniz geçen şehir

Mario Levi, İstanbul Bir Masaldı’dan sonra Lunapark Kapandı (2005), Size Pandispanya Yaptım (2013) ve Bu Oyunda Gitmek Vardı (2015) isimli romanları yazdı. Roman türündeki en son çalışması olan Ayçiçekleri Her Gece Bir Yalnızlığa Bakar, “Teğet Geçen Hayatlar” üçlemesinin ilk kitabıydı.

Mario Levi, deneme türünde yazdığı İçimdeki İstanbul Fotoğrafları’nda (2010) hayatından anları yine merkeze İstanbul’u koyarak anlatıyordu. “Sadece İstanbullu değil aynı zamanda Kadıköylü” (Levi, 2020) olduğunu da belirtirdi Levi. Bir de, İstanbul onun için bir su şehriydi hep, “içinden deniz geçen şehir” (Levi, 2021). “Gördüklerimiz Göremediklerimiz”, her bir romanın haftanın bir gününde İstanbul’un bir semtinde geçtiği bir seriydi ve elbette Kadıköy’le başlamıştı. Bir Cuma Rüzgârı: Kadıköy (2019), Bu Salı ve Her Salı: Şişli (2020), O Pazartesi Eminönü (2021), Pazarın Yalnızları: Beyoğlu (2021) adlı kitapları Suriçi, Adalar ve Boğaz takip edecekti, maalesef ömrü vefa etmedi.

Serinin Eminönü kitabının ardından verdiği bir söyleşide İstanbul’a dair hayli karamsar bir yerde duruyordu artık Mario Levi: “Benim İstanbul’um artık gidenlerin ülkesi. Şehrin bir istilaya uğradığı kanaatindeyim. Buna neyin istilası derseniz deyin artık. ‘Kimin’ değil, ‘neyin’ diyorum, dikkat edin” (Levi, 2021). “Kimin değil neyin,” diyor olması gerçekten önemliydi. Levi’ye göre şehri istila eden şehre gelenler değildi, buna özellikle dikkat çekmek istemişti. Leyla Neyzi’nin deyişi ile “İstanbul’un her zaman bir göçmen şehri olmuş” (2009) olduğunun farkındaydı ve bununla hiçbir sorunu yoktu. Burada kastettiği, içinde yaşadığımız politik ve sosyal ortamdan kaynaklı bir istila haliydi belli ki…

Dürüst ve hümanist nostalji

Bu noktada, Mario Levi’nin nostaljkliği üzerine birkaç söz söylemek anlamlı olabilir. İlay Örs, “kozmopolit nostalji” (2018: 174) olarak tanımladığı eski İstanbul nostaljisinin, azınlıkların kentteki izlerine çok fazla referans verdiğini vurgularken, bu nostaljik söylemde 6-7 Eylül olayları, azınlıkların mülklerinin kanuna uydurularak ellerinden alınması, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları gibi gerçeklerden hiç bahis açılmadığını belirtir (178). Mario Levi’nin nostaljisi ise geçmişin bu karanlık sayfalarından kaçınan bir nostalji değildir.

Mario Levi’nin edebiyatında nostalji hep çok önemli bir yer tuttu; hatta nostaljinin onun yapıtlarında, bir temanın ötesinde, eserlerin duygu dünyasının temeli olduğunu söylemek abartı olmaz. Ama Levi’yi, kozmopolit nostaljinin kısıtlı çerçevesine sığdırmaya çalışmak iki nedenle haksızlık olur. Birincisi, Mario Levi, Örs’ün belirttiği, “Ne oldu da İstanbul azınlıklarını kaybetti?” sorusunu sormaktan, buna dair gerçeklerden konuşmaktan kaçınmadı. İkincisi, Mario Levi, eski İstanbul nostaljisinin o, şehre Anadolu’dan göç edenlere karşı taşıdığı önyargılı, düşmanca tavrı benimsemedi. Yani, Mario Levi’ninki inkârcı ve elitist değil, dürüst ve hümanist bir nostaljidir.

İstanbul Bir Masaldı için olabilecek en nostaljik roman ismi diyebiliriz belki. Mario Levi, masalın ne olduğunu anlatırken, nostaljinin de en güzel tanımlarından birini yapıyordu: “Aslında bu romanın kahramanlarınca, bir anlatıcı tarafından, bir zamanlar yaşanılanlara, yani gerçek hikâyelere başka bir yerden bakıldığında, geride kalanların bir masal olarak algılanması olarak özetleyebiliriz” (Levi, 2007).

Mario Levi için bu masal ne demekti, buna kulak verirsek onun nostaljisini farklı kılanın ne olduğunu daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum. Bu büyük yazarı hak ettiği şekilde anabilmek için de iyi bir başlangıç olabilir bu… Keşke biraz daha kalsaydı yanımızda, karanlık çökerken bizi yalnız bırakmasaydı… Keşke…

İstanbul’un “batı”ya en yakın yarımadasında, bir “yabancı” olarak doğmak benim suçum değildi ama. İstanbul’u bir masal gibi yaşamak da benim suçum değildi, başka kitaplardaki insanlara ya da hayatımın bana yön veren hikâye ve oyun kahramanlarına zaman zaman benzemeyi istemek de, “ötekiler”in sözcüklerini, eski bir yanılsamanın etkisiyle, ayırdına varmaksızın kullanmak, yeni bir yolculuk, bir kurtuluş umudu bilmek de... Benim İstanbul’um bir masaldı sonuçta... Benim İstanbul’um bir masaldı... Bu masal benim hikâyemdi... Bu masal “onların” hikâyesiydi... Bu masal bizim hikâyemizdi... Bu masal sizin hikâyenizdi... Bu masal, kendini, kendi şehrinde yabancı hissedenlerin hikâyesiydi... Bu masal tüm yaşamlara karşın, Boğaz’ın sularını bir ana rahmi olarak görmek istemenin hikâyesiydi... Bu masal, “yanlış” bir kulaçta ya da kürek sallayışta, o akıntıların biri tarafından yutulmaktan, bambaşka bir denize sürüklenmekten korkmanın hikâyesiydi... Bu masal, bir masaldı işte... (Levi, 1999).


Kaynakça

Levi, Mario. İstanbul Bir Masaldı, Remzi, 1999.

Levi, Mario. Madam Floridis Dönmeyebilir, Remzi, 2000.

Levi, Mario. En Güzel Aşk Hikayemiz, Doğan, 2005.

Levi, Mario. “Anlatmaya ömrünüzün yetemeyeceği hikâye dolu bir şehirde yaşıyoruz”, Denizcan Karapınar ile söyleşi, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Şubat 2007, s. 20-21.

Levi, Mario. “İstanbul'da Bir Yazar Olarak Yaşamak”, 18 Şubat 2009, Osmanlı Bankası Müzesi, http://www.obarsiv.com/e_voyvoda_0809.html

Levi, Mario. “Yazar Mario Levi: Benim en derin vatanım Türkçedir”, Fatih Türkyılmaz ile söyleşi. 20 Nisan 2020, https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/yazar-mario-levi-benim-en-derin-vatanim-turkcedir/1790807

Levi, Mario. “Mario Levi: Biz muhabbet medeniyetini kaybettik”, Sibel Oral ile söyleşi, 19 Şubat 2021, https://gazeteoksijen.com/kitap/mario-levi-biz-muhabbet-medeniyetini-kaybettik-12391

Neyzi, Leyla. “Eski İstanbul’un Şehir Kültürünü Hatırlamak: Yaşanmışlıklar, Bellek ve

Nostalji”, Eski İstanbullular, Yeni İstanbullular, Yay. Haz. Murat Güvenç, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 2009, s. 78-83.

Örs, İlay. Diaspora of the City: Stories of Cosmopolitanism from Istanbul and Athens, Palgrave Macmillan US, 2018.