Kayıtsız Bir Varoluşa Kuvvetli Bir Alkış

Berkun Oya, 2020 yılında Bir Başkadır dizisiyle başlattığı Netflix işbirliğine 2024 yılında Kuvvetli Bir Alkış mini dizisiyle devam ediyor. Bir Başkadır’da muhafazakâr-seküler, yoksul-zengin, Kürt-beyaz Türk gibi tiplemeler üzerinden Türkiye’nin toplumsal alanını kuşatan kimliklerin temsili iddiasıyla çizdiği anlatı, bu kimliklerin karşılaşmaları üzerine kurulan bir drama üzerinden tarihsel bir yüzleşme iddiasında bulunuyordu. Dizinin niteliğinden bağımsız, kamusal alana doğru söz söylemeye çalışan bu dizi hem adından söz ettirmeyi başarmış hem de politik tartışmalara konu olmuş, üzerine çeşitli yazılar yazılmıştı.

Temsilleri oldukça kategorik formülasyonlara dayalı ve sürtünmesiz bir ortammışçasına tüm kimlikleri 2020 Türkiye’sinde eşit bir mesafede ele alarak liberal bir pozisyon alan Bir Başkadır’ın adından söz ettiren formülle Berkun Oya’nın taze dizisi Kuvvetli Bir Alkış’ı da bugün benzer bir noktaya taşıyan hemen hemen aynı formül. Her iki dizide de çizilen karakterlerin gerçek hayatın griliklerini barındırmaması ve temsil ettikleri toplumsallıkların en uç ifadelerini taşıması sebebiyle herkesin —bilhassa eleştiri oklarının hedefindeki grupların— rahatlıkla ikna olabileceği bir eleştirel söylem tutturuyor Berkun Oya. Örneğin, Bir Başkadır’daki terapist Peri karakteri, başörtüsü ve dinî pratikleri dışlayan bir konumdayken spiritüel arınma için dünyanın bir ucuna meditasyon yapmaya gidecek kadar kör göze parmak bir seküler ruhani çelişkiyi temsil ediyordu. Dolayısıyla bu karakterin yanında kolay kolay durabilecek bir izleyici kitlesi zaten yoktu. En seküler izleyicinin bile bu çelişkiyi hiç de üzerine almadan eleştirebileceği (çünkü toplumsal hayatta bu tipin karşılığı sanıldığı kadar yaygın değil), bu politik karakter kurgularını takdirle karşılayabileceği bir ortam yaratılmıştı.

Kuvvetli Bir Alkış’ta da sık sık taşlamaya konu olan toplumsallık, Kadıköy’ün çok dar bir havzasına hapsolmuş kültürel ve ekonomik orta-üst sınıfa denk geliyor: DJ’liği kimlik olarak benimseyen Kadıköylüler, çağın icadını yapmış gibi kendi fikirlerine aşık startup’çılar, sürekli selfie çekerek girdiği her ortamı narsizmiyle terörize eden yarı-ünlü kültür sanat erbabı ve toplumsal sıkıntıları Portekiz vatandaşlığı hayaliyle göğüslemeye çalışan beyin göçü sevdalıları…. Sonuçta bir kez daha, bu toplumsal tipler üzerinden yapılan göndermeler ve çıkarımlar “zekice” bulundu, hem de en çok kültürel alanın benzer mahallesinde ikamet edenler tarafından. Niyetim elbette bu sosyal tiplerin varlığını inkâr etmek değil. Ancak, Kuvvetli Bir Alkış, her şeyin bir girişime, gösteriye ve tüketime dönüştüğü bu orta sınıf toplumsallığındaki anlam yitimi ve yabancılaşmayı bu tiplemelere karşıtlık kurararak ele aldığı için insanı canından bezdiren bir nihilizmden başka bir şey kalmıyor elimizde. Çürümüş sosyal ilişkileri temsil eden karakterler plastik, gülünç, karikatürize, ayakları yere basmayan ve her türden insani temasa kapalı tasvir edildiği için, hiç doğmamış olmayı arzulamaktan başka çaremiz yok bu evrende.  

Dizinin odağında, kadının meditasyon yapmasından belli bir kültürel sınıfa mensup olduğunu anladığımız bir aile var. Bir Başkadır’dan beri Berkun Oya, meditasyonu negatif bir kimlik temsili olarak dizilerine yerleştirmeye devam ediyor. Aslıhan Gürbüz’ün canlandırdığı Zeynep karakterini meditasyon yaparken tam da karşısına dikilip anlamlandıramayan gözlerle izleyen Mehmet (Fatih Artman) gibi izlememizi istiyor bizim de yönetmen. Bu sahnenin birkaç kez tekrarlanmasından anlıyoruz. Meditasyon, Bir Başkadır’da bıraktığımız yerden düşününce, maneviyat eksikliğinin yerini doldurmaya çalışırken insanları çağımıza özgü bireyselleşmeye ve iletişimsizliğe iten modern bir çaresizlik olarak sunuluyor: problemlerini eşiyle konuşmak yerine kaygılarını içe dönerek, kendi sesini dinleyerek dindirmeye çalışıyor Zeynep. Berkun Oya’nın kulturkampf (kültür savaşı) perspektifi motiflerinden biri daha yalnızca.

Mehmet ve Zeynep çiftinin de dahil olduğu bu kesimin tam karşısında, orta sınıf değerler dünyasının bir antitezi olarak bu çiftimizin çocuğu Metin yer alıyor. Metin karakteri, aynı zamanda izleyiciyle de özdeşleşmesi beklenen, eleştirileri yönelten, çelişkileri açığa çıkaran, hüküm veren ve neredeyse ıssız ve bilge bir kurtarıcı konumunda duruyor. Yani Metin biziz; bahse konu dünyanın ne kadar yüzergezer ve sahte olduğu kanısına Metin’in bakış açısıyla varıyoruz. Daha anne karnında bağlı olduğu göbek bağının bir boyunduruk gibi kurgulanmasından anlıyoruz, Mehmet bu dünyanın sırrına vâkıf, yaşamın boş olduğuna kani olmuş. Daha doğmadan annesinin kendisine miras bırakacağı travmalardan şikâyet eden, hayatı abartmaya gerek yok diyecek kadar çiğ varoluşçu sayıklamalardan müteşekkil, parmaklıklar ardında resmedilen dava insanı komşusunun politik adanmışlığını alaya alan, benmerkezci bir fetüs. Her şeyin reddiyesi. Ancak üretken olmayan, pasifize edici ve portakalda vitamin olduğu günlere duyulan özleme varan bir reddiye. Doğmadan önce de, bebekken de, ergenken de, gençliğinde de içine doğduğu aileyi, mahalleyi ve kültürü kıyasıya eleştiren, aidiyet hissetmeyen, uyum sağlayamayan, buraların yabancısı biri Metin. Bebekken ana rahmine geri dönerek, ergenken rap müziğiyle dünyaya şikâyet ederek, yetişkinliğinde de bir konferans oturumuymuşçasına hayal edilen kendini açıklama seanslarıyla bu dünyanın ipliğini pazara çıkarıyor kendince.

Kendini fazla ciddiye alanlarla kendini hiç ciddiye almayanların bir müsabakası gibi işliyor dizi, narsizmle iradesizlik kültleri arasında gidip geliyoruz. Fakat burada mücadeleye hiç yer yok. Ucu kendilerine bile dokunmayan en ufak politik bunalımda Portekiz vatandaşlığı hesapları yapanları portakalda vitamin olmayı düşleyen nihilist bir karakterle hizaya getirmeye çalışıyor Berkun Oya. Burada bir çelişki yok mu sahi? Bir çözüm (ve kaçış) olarak Portekiz’e gitmekle ana rahmine dönmek arasında eylemsellik olarak bir fark var mı? Zaten ilk bölümde büyük laflar eden dava insanı olarak gördüğümüz Kudret karakterinin son bolümde çıkarları gereği kendinin tezadına dönüşmesinden dizinin toplumsal mücadeleye ve onun aktörlerine bakış açısındaki sinikliği seziyoruz. Küçük Metin bir bölümde tartışan ebeveynlerine, “İlla taraf mı olalım, kutuplaşalım mı istiyorsunuz?” deyiveriyor, büyümüş de küçülmüş halleriyle. Böylelikle irade göstermekten, angaje olmaktan, tavır almaktan ve taraf tutmaktan kaçınan bir politik tonun dizinin her tarafına sızdığını görüyoruz.

Kuvvetli Bir Alkış’ta anlatılan bizim hikâyemiz değil. Ailelerimizin travmalarına, toplumun dertlerine kibir ve bencillikle yüz çeviren, faydasız, ergence ve şımarıkça isyanının hiçbir protest tarafının olmadığı bir tipoloji anlatılan, iradesizliğe bir övgü. Bu haliyle dizi, yer yer alaya aldığı “çağımız” sayıklamalarından bir farkı olmayan, tam da çağın o apolitik ruhunun zırhını üzerine geçirdiği bir konumda duruyor. Metin’in anne ve babasıyla girdiği, sebebini bir türlü anlayamadığımız, neredeyse varoluşsal sakatlanmalara yol açan çatışmalı ilişki, maddi dünyanın maddi koşullarının bypass edilerek kestirme yollardan ulaşılan suni bir Oedipus izlenimi veriyor. Genç ebeveynler olan Zeynep ve Mehmet’in arka planını göremediğimiz kendi dertleri arasında, ait oldukları sosyo-kültürel konumun çocuk yetiştirme kodlarını takip etmeye çalışırken çocuklarının gelişimine, geleceğine dair yaşadıkları kaygıyı, sorumluluk hissini ve fedakârlıklarını bile isteye görmezden gelmek bir yana, bütün bunları Metin’in kof varoluşsal sancılarının bir sebebiymiş gibi gösteriyor dizi. Adorno, Minima Moralia kitabında ekonomik iktidarsızlığın ve onların maruz kaldığı her türden şiddetin anne-babalarımızla ilişkimizi nasıl dönüştürdüğüne dair yazdığı kısa ve çarpıcı pasajda, Kuvvetli Bir Alkış’ta vicdanımızı Metin’in lehine yaralaması beklenen kuşak çatışmasının tarihsel olarak aldığı yeni biçimleri daha 1951 yılından tespit ediyor. Metin karakterini de pekâlâ tarif edebilecek bir öngörüyle şöyle diyor Adorno:

Oysa şimdi genç̧ olduğunu iddia eden ama bütün tepkilerinde eskilerden çok daha yetişkin, çok daha kaşarlanmış̧ olduğunu gördüğümüz bir kuşak var karşımızda —o asık yüzlü, otoriter ve sarsılmaz gücünü, hiçbir çatışmaya girmeksizin kendi isteğiyle teslim olmuş̧, feragat etmiş̧ olmasından alan bir kuşak […] Yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız, güvensiz düşünceleri bile, sonrakilerin parıltılı budalalığından daha verimli bir diyalog zemini sunar bize. İhtiyarlarımızın o nörotik tuhaflıkları, ruhsal sakatlıkları bile, bu hasta sağlıkla, bu kural haline getirilmiş çocuksulukla karşılaştırıldığında, bir kişilik sağlamlığı, insanca çabalar sonucunda elde edilmiş̧ bir özellik olarak görünür.[1]

Son söz olarak, Kuvvetli Bir Alkış’ın, bütün yenilikçi biçimsel denemelerine rağmen aileye, orta sınıflara ve topluma bakarken işe koştuğu kültürel eleştirinin eskiyen ve tüketilen modellerinin cazibesine kapılan, dahası eleştirdiğine dönüşerek müthiş bir kayıtsızlık reklamı gibi çalışan bir yapımdan ötemeye geçemediğini belirtmek gerekiyor.


[1] Adorno, Theodor W. (2000). Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, Metis Yayınları, s. 22-23.