“Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor…”
Oğuz Atay
“Sıradan insanlar hep görünüşle ve bir işin sonucuyla tuzağa düşürülürler” diye yazıyordu Machiavelli, meşhur Hükümdar adlı kitabında.[1] Yaptığı, göremedikleri şeyleri duyumsama yetisinden yoksun kimselerden müteşekkil bir kalabalığın defolu ‘virtu’suna dair kâhince bir okumaydı. Gerçi her dönem bu tür felsefi/sosyolojik okumalar yapılmış; halk, kitle, güruh, topluluk yahut toplum denen yığının zihnî/sinirsel röntgeni çekilip durulmuştur birileri tarafından; de la Boétie, Le Bon, Tocqueville, Lasswell, Tarde, Feud, Adorno, vs. Sıradanlık, hatta aymazlık bilincinin siyaseten yeniden ve yeniden üretilip yığınların telkin yoluyla idare edilişi hiçbir zaman hayra alamet neticeler vermeyip kitlesel tekamülü akamete uğratmış olsa da sağlamlığı denenmiş bir politika olagelmiştir hep. Söz konusu tefekkür yoksunu sıradanlığa bir de fazladan hamasi, ayrıştırıcı ve zehirleyici fikir ve söylemlerin asabiyet örseleyici dili eklendiğinde; değil sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir kütlenin üyesi olmak, bütünü bir arada tutan ortak hissiyat zemini bile anlamını yitirebilir. Hele ki, siyaseten baskıcı, çoğunlukçu, otoriter bir düşünce ve kanaat yapılanmasının uysal ve itaatkâr bir aidiyeti yegâne makbul varoluş ve kimlikmiş gibi dayattığı yerde soluk almak dahi imkânsızlaşabilir. Kısaca, yaşadığı toplumda kabul görmeyen, o toplumun değerleriyle uyumlu olmayan, muhatabından yeterince karşılık bulmayan bir yüzün olanca yitikliğiyle, kişi her nerede bulunuyorsa bir başka yerde olmak isteğiyle doludur hep. Tıpkı İstanbul Ansiklopedisi dizisinin başkarakterlerinden Nesrin’in durumunda olduğu gibi.
Bu bedbin ve tenakuz yüklü girişten de anlaşılacağı üzere, uzunca bir süredir vicdan ve infial yorgunluğundan mustarip, her sabah içi boş bir elbise gibi yaşama asılanların yalnız ve güzel ülkesinde işler pek iyi gitmiyor şu sıralar. Foucault’ya atfen söylersek, adeta daha dış kapının eşiğinde başlayan bir hapishane var. Sokaklarda, evlerde, işyerlerinde birbirine karşı hoşgörü eşikleri daraltılmış insan yığınları, asık suratlarıyla geçip gitmekteler birbirilerinin omuz mesafesinden. Evlerin içinde, kapıların dışında, her yerde acı sarı bir renk ırgalanması eşliğinde, dalayan bir bozkır var yürekleri. Günler, haftalar, aylar, hatta yıllar birbiri ardı sıra hoyratça heba olup gittikçe, fikrini zikri yerine menkule tahvil etmekte beis görmeyenlerin borsalarında vahşi dalgalanmalar... Doğruyu söylemek gerekirse, elli küsur yıllık yaşamımda bunca kapalı havalara denk gelmişliğim yoktu, sayelerinde taammüden yaratılmış karanlıklardan mütevellit incinmiş bir göğüm var artık. Sadece benim mi? Memleket sathında genel bir nezaket azalmasından, gudubet patlamasından mustarip herkesin…
Sadede gelelim… Selman Nacar’ın Netflix dizi kataloğunda gösterilen sekiz bölümlük İstanbul Ansiklopedisi’ni [2] adeta ülkece yaşadığımız zihinsel ‘telef’in özeti gibi izledim. Anlamı her geçen gün daha da bulanıklaşarak göreceli hale gelen yer/yurt/mekân/memleket bilincinin farklı fikriyat ve hayat görüşleri arasında neden olduğu çatlağın boşluğundan yükselen ürkütücü bir çığlık olarak… Aşırı melodramatik ve santimantal anlatımına ve lafzına rağmen, söyleyeceğini bağırıp çağırmadan, nezih bir üslupla söyleyen bir hikâye olarak deneyimledim. Yıllardır susan, içine doğru bağıran bir ülkenin susulmuş şeylere yanıtı olarak, en çok da. Belki de Bir Başkadır, Gassal, Kızıl Goncalar ve -bir ölçüde- Kızılcık Şerbeti hattında, yine ve yeniden bir başka yakıcı memleket meselesini işaret ettiğinden. Dizinin içerdiği tezler, birçok ibretlik vesikayla birlikte, tam da Sırrı Süreyya Önder'in muhterem ve müstesna anısı için düzenlenmiş cenaze töreninin ilk matem saatlerine denk getirilmiş o menfur ve melun saldırıyla birlikte düşünüldüğünde, denebilir ki bazılarımız için memleket gerçekten de uzun zamandır gurbetin ta kendisi... Bu buzullaşmış iklimde, bizi birbirimizin gerçek kardeşliğine ve şefkatine karşı koruyan üveylikler ve bu ayrılığın önümüze koyduğu türlü çeşitli engeller Doktor Nesrin’i (Canan Ergüder) yaşadığı yere tahammül edemez hale getiren nedenlerle aynı. Geleceği ve umutları çalınmış, hayal kapasiteleri örselenmiş, burunlarının ucunu dahi göremez hale geldiklerinden gelecek ufukları körelmiş, henüz ömürlerinin baharında gençliklerinden vurulmuş milyonlarca Zehra’nınkiyle de (Helin Kandemir). Bir yanımız köklerine çakılı, ayrılmayı bilmez haldeyken; öbür yanımız müebbet seferi yolculuklarda, binmiş gidiyor bir kıyamete doğru. Kopuşla bağlanma, gitmekle kalmak arası bir berzahtayız. Ve merhum Önder’n ölümünden kısa bir süre önce Marx’a atfen yaptığı “Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru dönüyor” mealindeki son paylaşımının içerdiği iyimserlik de yaşadığımız açmazlara kifayet edecek türden değil. Zira tekerleğin gıcırtısı yürekler sağır ediyor bazı coğrafyalarda...
İstanbul Ansikopedisi’nden önce, en azından bir veya birkaç veçhesiyle, ulvi memleket meselesine temas etmiş olan sayısız popüler dizi ve film yapıldı kuşkusuz. İstisnasız, hepsi de medyatik popüler kültürün “azami etki ve ani eskime döngüsü” ilkesi uyarınca kısa bir süre tartışıldıktan sonra hızla unutulup gitti. Muhtemeldir ki İstanbul Ansiklopedisi’nin akıbeti de öyle olacak. Son kertede, dizinin dert edindiği meseleler, kucağımıza bıraktığı kimi önemli sorular var. Bu yazıda dizinin içerdiği zımni-açık sorulardan hareketle asıl üzerinde durmak istediğimiz şey, memleket tasavvurunun algısal dönüşümü. Başka bir deyişle, yazının ana sorunsalı, Zehra’nın iki farklı kültür dairesi arasındaki yitmişliği ile Nesrin’in bir türlü yaşadığı ülkeyle kuramadığı bağın bize memleket hakkında ne tür düşünceler esinlediği. Yani daha çok memleketin değişen, dönüşen, göreceli hale gelen anlamı bazılarımız için. Bu, bir anlamda ezelî geleneksellik-modernlik karşıtlığı bağlamında Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminin de konusuydu. Yusuf ve Mahmut arasındaki yabansılık, geçimsiz birliktelik, zoraki misafirliğe karşılık istemsiz konukseverlik, vs. İlki, doğup büyüdüğü kasabayı arkasında bırakıp, geleceğini büyük şehrin kimi yaban seslere sağır dokusunda kurmaya çalışırken; diğeri, içinde kaybolup gittiği akışın kıyılarında durmuş yaşamına dair manalı, tatminkâr kanıtlar bulmaya çabalıyordu. İlkinin tüm masumiyetiyle varmaya çalıştığı yer ikincisinin bir dolu sahtelik ve sapmayla saplanıp kaldığı, kurtulmayı bir türlü başaramadığı batağıydı adeta. Yusuf’un arzu ettiği idealin Mahmut'ta boş bir gösterene, felce uğramış bu görüntüsü hakikaten de yürek burkucuydu. Her ikisi de bilmedikleri ama ısrarla içine sığmaya çalıştıkları büyük bir boşluğun içinde çırpındıkça, aralarındaki duygusal mesafe kapanıyor, ama yine de birbirlerinin hakikatine muhayyel bir “uzak”lığın iki ucundan bakıyorlardı. Her ikisi de zamanla yabancısı oldukları bir aşinalığın mağlupları olarak mutsuz ve umutsuz kişilerdi. İlki, gelecek zamanın geçmişinde, ikincisi geçmiş zamanın ilkinde savrulmakta gibiyse de birbirinin zamanında değillerdi hiçbir surette.
İstanbul Ansiklopedisi de zıt ama gerçekte birbirini tamamlayan iki karakterin kişisel hikâyeleri üzerinden, görünüşte “kenarda” olmanın hoşnutsuz bilincine el veriyor. Bulunduğun mekâna yerleşememenin, Nesrin karakterinin Duygu Asena’ya atfen dediği gibi, “hayatında eksik olanı her şey zannetmenin” yanılsamasını somut, majör bir çatışmaya odaklanarak değil, içsel muhasebenin sakin diliyle veriyor. Hayatı tüm boyutlarıyla yaşayamama, hep bir şeylerin eksikliğini hissetme, Reşat Ekrem Koçu’nun ancak “G” harfine dek yazabildiği ansiklopedisinin gerçeğiyle de bire bir örtüşüyor. Kaldı ki, göreceli umutsuzluk diye bir şey var. Kimimizin gerçeğini aradığı yer, diğerinin artık hatırlamak istemediği bir şeye tekabül edebiliyor. Kenarda olmanın hoşnutsuzluğu dediğim de biraz buradan geliyor, unutmaya çalışırken attığımız safralar yüzünden neredeyse yitip gidecek bir hafifliğe varmaktan. Nesrin için bu yük o kadar ağır, hafifleme isteği o denli yoğun ki, ne alzheimer hastası olan annesi ne de kendine bir çıkış yolu arayan kız kardeşi Emel’e (Nezaket Erden) duyduğu sorumluluk onu şehre bağlamaya yetmiyor... Zehra’yla birlikte hayata olan mesafesinin tehdit edilmeye başlaması ise, Nesrin’e yükünü yeniden hatırlatıyor. Yönetmen diziyi 4.3 formatta çekmiş, yani normal ölçülere kıyasla daha dar bir kadrajda. Bunu yaparken muhtemelen karakterlerinin iç daralmasını da hesaba katmış olmalı. Özellikle söz konusu daralmanın önemli kesitlerinden biri Zehra’nın drama hocasının ve okul arkadaşlarının huzurunda sarf ettiği sözlerinde[3] açığa çıkıyor somut olarak. Bu itiraf yüklü monolog her ne kadar dizinin ağırlık noktasını Nesrin'in yersiz-yurtsuzluğundan başörtülü annesinin yaşadığı dışlanmışlığa kaydırsa da hikâyenin merkezini oluşturan soru değişmiyor: Huzur verecek toprağı, şehri, hayatı nerede bulmalı? Yani bizi her halimizle kabul edecek bir memleket fikri yine…
Hatırlanacağı üzere, Kasım 2020’de yine Netflix platformunda gösterime giren Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır adlı dizide de farklı ideolojik kesimlerin az-çok benzer asgari müştereklerle hemhal olabileceği bir memleket zemini vurgusu vardı. Hatta dizinin alegorik bir Türkiye okuması yapmaya çalıştığını söyleyenler bile olmuştu o tarihlerde. Ancak bunun aksini düşünüp, yönetmenin memleketin kronikleşmiş meseleleriyle cesur biçimde yüzleşmeyi göze alamayarak, sonunda işi kolaycı ve klişelerle ilerleyen bir yaklaşımla tatlıya bağlamakla yetindiğine içten içe veryansın edip tersini söyleyenler de çıkmıştı. Yine dizinin yayımlandığı günlerde, çeşitli kültürel kodlara sahip farklı kesim ve kimliklerin bir arada yaşayabileceği, uğruna mücadele edebileceği, herkesin kafasında aynı anlama gelen bir memleket tasavvurundan söz edenler olduğu gibi; tam aksine, herkesin kendi yalıtılmış kondominiumunda, kabuğunda yaşadığı iki farklı anlama gelebilecek iki karşıt memleket tahayyülü üretenlerle de karşılaşmıştık. Ezcümle, siyasetsiz toplum okumasından birbirini anlama/dinleme ihtiyacına isnat eden önermelere varıncaya kadar, el atılmadık mevzu ve mesele bırakılmamıştı. Sonuçta, Bir Başkadır’ın kolektif bilinç dışı, tarihsel açıdan türlü ideolojik kavgalar, dışlayıcı söylem ve politikalarla, birbirinden ayrı düşmüş iki zihniyet dünyasının -veya karşıt iki mahallenin- ikamet ettiği parçalanmış bir yurt varsayımından ziyade, herkesin farklılıklarına rağmen huzur içinde ve birlikte yaşayabildiği yekpare bir memleket idealinde somutlaşıyordu. Ne ki, bu görece olumlu yorumlamadan, memleket meselesinin en azından fiktif düzlemde bir uzlaşmayla sonuçlansa da bundan ihtilafın tüm yönleriyle halledilmiş olduğu, dahası halen yaşanmakta olan siyasal ve ideolojik çatışmalar için şifalı su olduğu da düşünülmesin. Evdeki Zürafa isimli kitabın önsöz bölümünde değinmiştim bu mevzuya. Yani Bir Başkadır’ın bıraktığı boşluğa gelip yerleşen “aşkın” memleket vurgusunda daha başka travmalar da mevcuttu. Dizinin bu yönüyle birçoğumuz için son yıllarda memleketin ne olduğu veya nasıl bir yer haline geldiği sorusunu alçak perdeden sormaya meyletmesi ve muhtevasında yer alan tartışmalı fakat bir o kadar da sinir uçlarımıza dokunarak hepimizi meraka gark eden yönü asıl yanıtlanmamış soruyu oluşturuyordu. Başka bir deyişle, dizide sanki ulusal bilinci efsunlayan bir tür “biz bize benzeriz” havası vardı, ancak burada da benzerlik sadece lafız düzeyindeydi. Zira bu genel şefkat ve yakınlık yoklamasında gerçeklik kaçağının çapı bir hayli genişti. Bu sebepten de yapımın görünürde geniş açılı bir vurguyla, yeni’yi eski’den kesin hatlarla ayırmaya çalışan siyasal muhafazakâr erkin başarmaya çalıştığı sosyo-kültürel ayrışmayı somut insan hikâyeleri üzerinden boşa çıkarma girişimi de sonuçsuz kalmaya mahkûm gibiydi. Zira dizinin beş yıl önceki iyimser öngörülerinin bugün artık boşa çıkarıldığını biliyoruz. Yani çatlağın büyüklüğü birbirine empati ve hoşgörü duyan insanlar mitosuyla kolay kolay onarılamayacak türden bir içeriğe sahip hâlâ, her ne kadar dizinin İngilizce adı “Ethos” idiyse de. [4]
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Nişanyan Sözlük, “Memleket” sözcüğü için şöyle bir tanım veriyor: “Arapça mlk kökünden gelen mamlaka(t) مملكة 'egemenlik (alanı), mülk, krallık, ülke, devlet' sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça malaka ملك 'egemen idi, sahip idi' fiilinin mafˁala(t) vezninde ism-i zaman ve mekânıdır. Daha fazla bilgi için mülk maddesine bakınız.”[5] Demek ki, yerleşilen, sevilen, egemen olunan, sahiplenilen, rahat edilen bir yer, memleket. İçi uğultulu bedenlerle dolu bir vilayet. Yani egemen olunamayan, yerleşilemeyen, yerleşilse de uzun süre kalınamayan, kök salınamayan yerin tersi. Böylesi bir uzamın sahipliğinden de söz edilemez çünkü. Gerçi bir vakitler “uzaktan seyredilen”, “gitmesek de görmesek de” bizim olan köylerin de memleket tanımı içine alınmasında bir beis görülmemişti ama, şimdilik biz buna Ahmet Kutsi Tecer tekerlemesi deyip geçelim. Hakikaten de bir tekerlemeydi o, avam ve havas arasına ikincisi lehine çekilmiş bir medeniyet ve maluliyet çizgisi. Kâğıt üzerinde kalmış, ihmal edilmiş, egzotikleştirilmiş, kokusuz, sahipsiz, nasipsiz, gelişim ve ilerleme dürtüsünden yoksun, modernliğe yeteneksiz, kültürel tertibatını tahribata uğratan vurguyu pastoral saflık iddiası üzerinden dengelemeye, aklamaya girişen bir retorik… Lafzıyla ve ilham ettiği hissiyatla birlikte, okul kitaplarının aksiyolojik terennümünden sızan aidiyet icabını resmî ideolojiyle birleştiren bir bozrak nakış, daha ziyade... Bugün de popüler kültürel diskurda zımnen de olsa yansımalarını gördüğümüz Anadolu-Rumeli hattının Ankara’yla çizilmiş sınırının şark istikametine düşen kısmını tarif için kullanılan jakoben bir terkip. Anadolu’yu ve Anadolu insanını self oryantalist bir tutumla dizi ve filmlerde “otantik öteki” şeklinde kodlayan anlayışı hatırlayalım... “Köylü”, “taşralı”, “doğu kökenli”, “geleneksel”, vb. Tüm hatlarıyla yerleşilip kök salınmış olunsa bile yine de malik olunması zor bir yeri de adlandırmakta memleketin bir “kısım” muhitleri. Hissiyat, zihniyet ve habitus farklılığı aynı toprak parçası veya ortak bir zemin üzerinde yaşayan halkları bir ve aynı referans çerçevesi içinde buluşturmaya el vermiyor demek ki… Morley-Robbins imzalı kültürel sınır kavramından Agamben ve Beck’in sınırların geçirgenliği terkibine, Bourdieu’nün beğeni yargısını sınıfsal bir düzen ayrımına doğru esneten habitus nosyonundan Annie Ernaux’nun beşerî hafızayı merkeze alan düşünsel panoramik romanlarındaki edebî-sosyo-biyografiye kadar uzanıyor bu mevzunun kökleri.
Nişanyan Sözlük’e kulak verelim yine; aynı madde için bir de “ek açıklama” yapılmış: “Esasen ‘ülke’,‘vilayet’ anlamına gelen sözcükhalk ağızlarında ‘vatan’ anlamı kazanmıştır.”[6] Vatan yahut yurt… Bunlardan hangisi daha dışlayıcı yahut kucaklayıcı bir kullanım acaba? Millet veya halk sözcükleri için de geçerli aynı soru. Kim ne derse desin, çoğu zaman dilin rengi ve tınısı belirliyor neyin meşru neyin sapkın olduğunu. Dolayısıyla Nişanyan Sözlük’teki bu sonuncu vurguyla birlikte, tarihsel patetik bir hissiyatın tam ortasında, bir dizi zorlu ödev ve icapla birlikte layık olunması gereken bir vatandaşlığın mayınlı arazisinde buluruz kendimizi. Tanıl Bora'nın Zamanın Kelimeleri kitabında veciz biçimde tarif ettiği şu “kan fedası karşılığında yurttaşlık” [7] dediği zorlayıcı yükümlülükle burun buruna… Her şey konusunda yanılma lüksümüz olabilir, ancak “söz konusu vatansa”, tutulması gereken yol, takınılması icap eden tavır baştan bellidir. Zaman zaman yanılma biçimlerimizi bile değiştirmemiz gerektiğinden söz etmişti T. S. Eliot. [8] Özellikle de haklı çıkma ihtimalimizin yüksek olduğu meselelerde. Vatan bu tür lükslerden biri değil. Kavram bunca adanmışlık, ölüm, kahramanlık menkıbesi, yükümlülük, kan ve mücbir sebeple sarmalanmışken verili bakışın dışına çıkabilmek ne mümkün! Zira resmi siyasal söylemlere, gazetelerin haber başlıklarına, televizyon dizi ve filmlerine, talk showlara, çizgi filmlere, hatta şarkı sözlerine dek sızmış mutat memleket manzarasının yalın ve özlü ifadesi şu: Ölüme hasret, hayata üryan, bir tuhaf gassal öyküsü… Geçtiğimiz aylarda TRT’nin “Tabii” platformunda izleyiciden büyük ilgi gören Gassal dizisinin mukaddem iletisi neydi hatırlayalım: “Ölünce beni kim yıkayacak?” [9] İşte her şeyi özetleyen cümle, hâkim motto bu. Dikkatin celp edildiği nokta burası. Yaşam değil, mütemadi bir ölüm kutsaması. Güvenli, huzurlu, adil, medeni yaşam hakkı talep etmek daha başından müptezel bir şey bu anlayışa göre. Hal böyle olunca, insanca yaşama hakkı, eşit muamele görme hakkı, güvende ve mutlu olma hakkı, kazaen yaşamaya itiraz etme hakkı, kısaca her türden isyan etme hakkı ve ahlâkı da anlamını yitiriyor. “Ölünce elbet birileri seni yıkayıp kefenleyip gömer kardeşim!” mi dedi biri? En üst mertebeden münafık! “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden” bir zındık! Yaşamaya ve yaşatmaya değil de bu denli ölüme odaklı bir toplumda, akıl ve ruh sağlığı gerçekten nasıl korunacak? Nasıl nefes alınıp verilecek ürperti duyulmadan?
Haksızlıklar, ihmaller, düşmanlıklar, kumpaslarla çevrelenmiş bir tarihsel coğrafyada, bizi öldürmek isteyenlerin yaşadığı yere de “vatan” diyorduk, Sevgi Soysal’ın hatırlattığı üzere... Ve dahası, bu ölümcül yazgı yetmezmiş gibi, işin ekonomik sefalet boyutunda bile adı fedakârlık ve cefa çekmeyle eşanlamlı biçimde anılan yerin adı da yine “vatan.” Adorno’nun veciz biçimde teşhis ettiği gibi, bir türlü “sefaletlerin ucu bucağı görünmediğinden, yoksulluk da bir vatanseverlik görevi” olup çıkabilir yerine göre. Kısaca, uğruna sefalet çekildiği, mutluluktan vazgeçildiği, ölündüğü yer de vatan. “Mevzubahis vatansa” diye başlayıp “vatan sağ olsun!”la neticelenen akıbetimizin varıp varabileceği en gururlu nida bu. Ama her halükârda uğruna ölünmeden sevilemeyen bir şey, vatan. Neresinden baksanız imkânsız bir strateji. Gerçi kendi hakikatini kederinde bulan bir toplum açısından pek de şaşırtıcı bir durum olmasa gerek bu. Nitekim Selim İleri’nin Destan Gönüller romanının Yusuf’u da sonunda peygamber olmuyor muydu, Birsel'i veya Meliha’yı sevdiğini sanıp gerçekte bir bez bebeğe âşık olduğunu anladığı zaman?
İstanbul Ansiklopedisi’nin Nesrin’ine dönelim yine. Onun veda etmeye hazırlandığı yer de yaşama umudu ve enerjisini tüketen, mutsuz eden, güven ve huzur vermeyen bir memleket algısıyla ilgili olduğu kadar, verili “vatan” kavrayışına daha yakın. Birinin gelirken diğerinin gittiği, bedel ödemeksizin kabul damgası taşınmasına izin verilmediği, birinin bırakmak üzere olduğu boşluğa diğerinin bin bir heves, beklenti ve heyecanla dolmaya çalıştığı, şair Sükrü Erbaş’ın “Biz bir kentten gideriz kent boşalır, bir evden koparız ev küçüldükçe küçülür, bir insandan ayrılırız dünyanın en büyük yabancısıdır”[10] dediği anlamda, sanki var olmadığımız zamanların oyuğunda beliren bir dünyada, bir kopuş ve yeniden bağlanış biçimi hayata. Diğerinin bıraktığı boşluğa yeni bir hiçlikle doluş adeta. İstanbul Ansiklopedisi artık kalmak için tahammül edemediğimiz yere başka türden bir bağlılık, ucu açık bir aidiyet biçimi önermek suretiyle, yer-yurt-vatan kavramlarını bir nevi yapı-söküme uğratarak -memleketin anlamını göreceli hale getirerek de diyebiliriz buna- daha yaşanabilir bir ikamet adresi tanımlaması yapmaya çalışıyor demek kuşkusuz fazla iddialı bir yorum olurdu. Zira birilerinin gizlice “benimsemeden kalabilmek, uzun süre kalmadığın o yeri iz bırakmadan sevebilmek mümkünmüş gibi...” diye fısıldadığını duyar gibiyim. Ama yine de anlatının genel havasından, büyük bir iyimserlik zorlamasıyla böyle bir sonuç çıkarmak da büsbütün olanaksız değil.[11] Nitekim Aslı Ildır da altyazi.net sitesinde yayımlanan yazısında, meseleye yer-yurt-kent bilinci ve kimlik-aidiyet ilişkisi açısından, ama zikrettiğimiz göreceli yurt kavrayışını boşa çıkarırcasına Seferis’in ünlü “Kent” şiirinin telkin ettiği yazgıcı önerme odağında yaklaşmış.[12] Ildır’ın çözümlemesinde bu yüzden mekânı imkâna eşitleyen düşüncenin olası lütufları yok. Sunduğu muhtelif maceralar var, evet, ama ödenmesi gereken kimi bedellerle birlikte. Yine de Seferis’in şehrinin gideni takip eden adımlarının sesi, İstanbul’u deneyimleyen Zehra’nın da duyduğu seslerle bir ölçüde aynı. Ve yine bu nedenle, biri “anne” arketipine bürünmüş ve seküler (Nesrin), diğeri muhafazakâr eğilimli (Aylin/Melisa Sönmez) iki farklı hayat ve dünya görüşüyle bölünmüş Zehra’nın arada kalmışlığına her dakika başka başka çözümler sunan da şehrin bu konuşan, ses veren, fısıldayan, onu yalnız bırakmayan sureti… Nacar’ın, aidiyet meselesini, Nesrin’den kaçarak bir süreliğine evine sığınıp birlikte kandil duası okudukları başörtülü arkadaşı Fatıma’dan, koyduğu yanlış teşhis sonucu az kalsın babasının ölümüne yol açtığı için suçladığı Nesrin’e mesafe koyan ve seküler muhitlerin en gözdesi olan Cihangir’de ikamet eden arkadaşı Harun’a (Kaan Miraç Sezen), Bezmiâlem Valide Sultan Camii’nden Alçakdam Yokuşu’na, Doğu'dan Batı'ya tüm zıt kutupları ve sesleri kendinde toplayarak dizinin son iki bölümünde yersiz-yurtsuzluğuna noktayı koyan Zehra’yı adeta küllerinden doğmuş bir Anka’ya dönüştürmek suretiyle çözme önerisi de gayet anlaşılır bir boyutunu oluşturuyor hikâyenin, buradan bakılınca. Bununla birlikte, benzer olmayanların birbiriyle “kucaklaşmasını” salık veren aşırı iyimser finaline rağmen, Nesrin'in şehirli yaşamının açmazlarına somut öneriler sunmayıp onu Fransa'ya gitmekten alıkoyacak gerekçeleri üretmekten geri durması, bir başka deyişle, aidiyet bunalımına neden olan anlaşmazlıkları çözümsüz bırakması, dizinin memleketin politik manzarasını doğru bir açıdan okuyabildiğini gösteriyor. Zira güncel siyasal konjonktürün, öfkenin ve şiddetin her dakika ortalıkta kol gezmesinin, sabah akşam parmak sallamaların, kronik mutsuzlukların, belirsizliklerin, sonu gelmez bir nefret ve şiddet sarmalının ortasında, Nesrin’in artık “nefes alamadığı” bu ülkeden çekip gitmeyi istemesinin anlaşılmayacak bir yanı yok. Bu öylesine sahici bir hissiyat ki, neredeyse onunla birlikte biz de kronikleşmiş bunalımlarımızı yeniden hatırlıyor, onunla aynı uçağa binip bir an önce çekip gitmek istiyoruz. Üstelik gitmeyi en çok istediğimiz o ülkeye bile neresinden ait olabileceğimizi bilemediğimiz bir karmaşık hisle, öyle bir belirsizlikle gidiyoruz… Yine Nesrin’in kopup gitme nedenleri bizimkine o kadar benziyor ki, bu ülkede yaşayan hemen her faninin maruz kaldığı olayların makul bir listesini vermek kâfi bunu için: Sosyal medyada yediği linçler, en yakını olduğunu düşündüğü erkek arkadaşı Serdar’ın (Tolga Tekin) yalandan ve kendini acındırarak yaşattığı vicdan azapları, ardından duygusuz bir savcı kılığında karşısına çıkıp önüne dikmeye çalıştığı engeller, kız kardeşi Emel’in kendi miskinliğiyle içine düştüğü çıkmazın ardına gizlediği hınç, bir zamanlar sırdaşı olan Aylin’in onca maharetine rağmen ve birçok umutlu seçeneği varken kendi hayatını Amasya kırsalına hapseden, kaderci, teslimiyetçi tavrı, memlekette yaşayan herkesin önüne dikilen ertesi günlerin, statülerin, geçimin belirsizliği, kısaca bu sevgisizlikler, hoyratlıklar, kırgınlıklar, kızgınlıklar ve yanlışlıklar komedyası, üstüne üstlük her geçen gün daha da kötüleşen ekonomimiz, vs. Özellikle bir gecede müşfik ve naif bir sevgiliden duygusuz savcıya evrilen “erkek arkadaş” figürü, güncel siyasal hamlelerden güçlü çağrışımlar, haksız ve hukuksuz uygulamalardan manidar metaforlar da içermekte. Ildır, hikâyenin bu bölümünü “ülkenin üzerine kâbus gibi çöken iktidar baskısı” ile terk edilen sevgilinin “tek başına var olmaya çalışan bir kadın üzerinde uyguladığı şiddetin izlerinin” benzerliği olarak okumuş. [13]
Nesrin sonunda gidiyor ama Zehra’ya evinin anahtarını vererek… Gitse de geride ne zaman isterse dönebileceği bir yuva bırakarak… Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, içimizde bu süreğen yitiklik duygusu, kırık dökük, paramparça bir benlik ve ruhla gittiğimiz yerle kuracağımız bağın da muhkem bir garantisi yok. Öyleyse noktayı hikâyenin içerdiği belirsizliğe yönelik bir nazireyle, şair Şükrü Erbaş’ın başka bir dizesiyle koyalım: “Gittim ki benden yapılmış boşluktu her şey...” [14]
* Langston Hughes’ın ünlü şiirinin başlangıç dizeleri. Şiirin devamı şöyle: “(…) Ben binmek istiyorum da/ Beyazlar ve renkliler/ oturamazlar yan yana/ Aşağıda güneyde trenlerde/ Hep bir Jim Crow vagonu vardır/ Otobüslerde de arkaya oturturlar bizi/ Fakat bir atlı karıncanın arkası olmaz ki/ Peki siyah bir çocuğun bineceği at hangisi?”
[1] Niccoló Machiavelli, Prens, çev. Kemal Atakay, Can Yayınları, İstanbul 2018, s.103.
[2] İstanbul Ansiklopedisi, Yön. Selman Nacar, Netflix, 2025.
[3] “İstanbul’a geldiğim gün başımı örtmek istemedim. Planlı değildi ama yeniden etiketlenerek, kategorize edilmek, birinin zihninde kaskatı yerimi almaktan korktum. Çünkü ben uçuşkan biriyim aslında bir balon gibi…” diye başlayıp devam eden monolog.
[4] Hüseyin Köse, “Önsöz”, Evdeki Zürafa: Bir Başka Tahayyülde Aynılık, Fark ve Memleket Nostaljisi, İthaki Yayınları, İstanbul, 2023, s.11-14.
[5] Nişanyan Sözlük, “Memleket” maddesi, www.nisanyansozluk.com, erişim: 05.05.2025.
[6] Nişanyan Sözlük, a.g.y.
[7] Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s.82.
[8] akt. Carl Schmitt, Hamlet ya da Hekuba, çev. Cana Bostan, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul, 2020, s.10.
[9] Gassal, Yön. Selçuk Aydemir, TRT-Tabii, 2024.
[10] Şükrü Erbaş, Eşik Burcu, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2015, s.174.
[11] İstanbul Ansiklopedisi, bu anlamda, sosyal bilim literatüründe az-çok karşılığı olan “bir olasılık mekânı olarak memleket” fikri öneriyor gibi. En çok da İstanbul şehir mekânının zengin tarihsel çağrışımları üzerinden öznel deneyimlerin çokluğu ve yoğunluğuyla birlikte yeniden “icat edilmiş mekân” fikrine çekiyor dikkati. Kültürel melezlik yaklaşımının vazettiği “yeniden yer yurt edinme” veya “icat edilmiş memleketler” düşüncesine de yakın bir yorumlama çerçevesi bu. Melezleşme, bilindiği üzere, sosyal teoride mekân-kimlik uyumsuzluğu ilişkisine hasredilmiş bir yaklaşım modelidir. Bir başka deyişle, kültürel fenomenler aracılığıyla düşünmeyi verili kimliklerin önüne koyan, dolayısıyla farklı kültürel kodların ve kültürler arasında artan trafiğin yeni ve daha barışçıl bir ortak yaşama olasılığı yaratabileceği fikrine yaslanan bir görüş.
[12] Aslı Ildır, “İstanbul Ansiklopedisi: Bu Şehir Arkandan Gelecek”, https://altyazi.net/yazilar/elestiriler/istanbul-ansiklopedisi/, erişim: 19.05.2025.
[13] Ildır, a.g.y.
[14] Erbaş, Eşik Burcu, s.151.