Sevgililer gününün en sevdiğim tarafı, feministlerin aşka dair eleştirilerini dillendirmesine bir vesile olması. En azından gündemi bahane ederek romantik kültürün nahoş taraflarından dem vurabiliyoruz. Ben de bu geleneğin izinden gidip, “liberalleşen heteroseksüel romantik kültür”de aşkın kadınlarda ne gibi yaralar açtığından ve bu yaraların duygusal/toplumsal dinamiklerinden bahsedeceğim. Simone de Beauvoir, “Aşk sözcüğü kadınlar ve erkekler için hiçbir şekilde aynı anlama gelmez ve bu onları bölen ciddi bir yanlış anlamadır” derken her şeyden önce aşkı cinsiyet dinamikleri doğrultusunda ele almak gerektiğini ifade ediyordu. Beauvoir’in işaret ettiği şeyi şuan kendi eylemimde bile açık bir şekilde görebiliyorum: sol entelektüel camianın erkekleri aşk konusunda yazmaz ve sessiz kalırken, bir kadın 14 Şubat geldi diyerek kaleme sarılıyor.
Kadın ve erkeğin aşk karşısındaki oryantasyonlarının farklı olmasını fıtratlarına değil, cinsiyet asimetrilerine bağlayanlar feministlerdi. Aşk, bilhassa 1960’lı ve 1970’li yıllarda ikinci dalga hareketindeki feministler için siyasetin o kadar merkezindeydi ki, Shulamith Firestone, feminist devrimin aciliyetini vurgulamak için yazdığı Cinselliğin Diyalektiği’nde, kadınların ezilmesinin nedenlerini tartışırken, aşkın çocuk büyütme sorumluluğundan belki de daha ezici bir rolü olabileceğini öne sürmüştü. Radikal feministler için aşk, saf hali ile yaşanabilecek bir ilişki türü değil, tersine, yozlaşmış iktidar sisteminin ayırt edilemez bir parçasıydı. Cinsiyet ve sınıf tahakkümü üzerinde yükselen toplumda aşk bir aparata dönüşüyor, ekonomik ve sosyal sömürünün payandası işlevini görüyor, kadının psikolojik düzeyde erkeğe bağımlı kalmasını sağlıyordu. Kadın kendi varlığının bilincine aşk sayesinde varıyor, erkeğin ilgisi ve onayı ile kendisini muteber hissediyordu. İkinci dalga feministleri aşk hakkındaki analizleri ile “duygular siyasetinin” önünü açtılar. Fikirleri çok popülerleşip hepimizin ortak görüşü haline gelmedi fakat, aşka eleştirel yaklaşanlar için hep bir çıkış noktası oldu. 2003 yılında çıkan Aşka Hayır kitabında aşka ve erotik ilişkilere karşı güçlü bir polemiğe girişen Laura Kipnis, kendisinden 30 yıl önce yazmış Shulamith Firestone’un izinden gitti. Benzer bir şekilde, son zamanlarda akademide filizlenen ve gelecek vaat eden “duygulanım çalışmaları” da o dönemin feminist analizlerinden ilham almakta.
Öte yandan, aşk hakkındaki popüler söylemlerin neredeyse hepsi, radikal feministlerin aksine, eşitsizliğin sosyoloji ders kitaplarında geçen bir kelime olduğu ve aşkla alakası olmadığı varsayımına dayanıyor. Son yıllarda yaygınlaşan liberal aşk söylemi ise aşkı mistifiye etmemesi ve toplumsal dinamiklerle bağlantısını gözardı etmemesi bakımından diğer söylemlerden biraz da olsa farklı. Popüler psikoloji ve terapi kültürü vasıtasıyla özellikle Batıda geçerlilik kazanmış, Türkiye’de ise yaygınlaşmaya başlayan bu söylem, aşk ilişkisini sözleşme boyutunu vurgulayarak ele alıyor. Bu çerçevede aşk, tarafların erkek ve kadından oluştuğu bir sözleşme ve bu sözleşmeye iki insan özgür iradeleri sonucunda dahil oluyorlar. İlişki boyunca birbirlerinin bireysel hak ve özgürlüklerine saygı duyacakları sözünü verip, sözleşmeleri, diğer bir deyişle ilişkileri hakkında müzakere edebiliyorlar, ve gerektiğinde sözleşmeyi feshedip, ilişkiyi bitirebiliyorlar. İngilizce’de eş ve sevgili yerine kullanılan “partner” kelimesi liberal aşk söyleminin Batıda ne denli yerleşmiş olduğunun yalnızca küçük bir göstergesi. Partner kelimesi hem heteroseksüel ilişkilerin dilsel konvansiyonlarını aşmaya çalışan bir terim, hem de liberal aşk söylemin kurucu dilsel öğelerinden biri.
Türkiye’de de tarihsel olarak erotik ilişkilerin kısmi liberalleşmesinden bahsetmek mümkün. Bireylerin kendi tercihlerinden ziyade ailelerin belirleyici olduğu görücü usulünün erozyona uğraması, bireyin romantik özerkliğinin altını çizen sevgililik kurumunun meşrulaşması, hatta sevgililer gününün popülerlik kazanması liberalleşmenin göstergeleri olarak okunabilir. Buna karşın, erkekler liberalleşmeye güçlü bir reaksiyon gösteriyor ve bu durum “erkeklik krizi” olarak adlandırılıyor. Kadına yönelik şiddetin bu denli yaygın olması, erkeklerin liberal sözleşmeyi kabullenmemesinden kaynaklanıyor. Kadınların erkek şiddetine en çok maruz kaldıkları zamanın, ilişki sözleşmesini feshettikleri veya feshetmek istedikleri zamanlar olduğunu düşünürsek, Türkiye’de liberal ilişkinin ne kadar cılız bir temeli olduğunu ve erkekler tarafından ne kadar az kabul gördüğünü daha iyi anlayabiliriz.
Şiddet bu denli yaygın ve yakıcı bir mesele iken, yeni gelişen liberal aşk söyleminin zarardan çok faydası olduğu düşünülebilir. Nihayetinde, liberal sözleşmenin erkekler tarafından kabulü, kadınların bireyselliği ve özgürlüğünün tanınması anlamına geleceğinden, kadınları güçlendireceğini, ilişki içinde onlara alan açacağını, ve erkeklerin kendilerine hak gördükleri şiddet uygulama ve baskı altına alma “yetkiler”ini dizginleyeceğini tahmin edebiliriz. Ne var ki, liberal aşk söyleminin Türkiye’ye etkisini fayda ve zarar kavramları aracılığıyla tartışmanın önemli bir hususu görmezden gelmemize sebep olduğunu düşünüyorum. Belli bir “iyileşme” vaadi taşıdığı için, bu söylem çerçevesinde şekillenen romantik ilişkinin yarattığı tahribatın üzerinde durulmuyor ve dolayısıyla liberal aşk sözleşmesi eleştirel olmayan bir şekilde, pek çok aktör tarafından sahipleniliyor.
Aşk Neden Acıtır? kitabında, sosyolog Eva Illouz liberal hegemonyanın tuzağına düşmeden, sözleşme prensibine dayanan modern aşkın kadında nasıl ve neden hasar yarattığını detaylı bir biçimde anlatır. Her şeyden önce, diyor Illouz, kadınlar serbest piyasa toplumlarında aşka ve romantik ilişkilere eskisine nazaran daha yoğun bir biçimde ihtiyaç duyar. Sebep, modern piyasa toplumlarında “kendilik değeri”nin (self-worth) ekonomik ve sosyal statünün doğrudan bir sonucu olmaktan çıkmasıdır. Piyasa toplumlarında benlik toplumsal hiyerarşideki pozisyonun otomatik bir uzantısı olarak değer kazanmaz veya kaybetmez, başka bir deyişle verili değildir ve tesis edilmesi gerekir. Ontolojik bir emniyetsizlik hissi yaratan bu dönüşüm sonucunda, insanlar kendilik değerini tesis edebilmek için kişilerarası ilişkilere yaslanmaya başlarlar ve ilişkiler benliğin değer kazanmasında asli öğe olur. Kendilik değeri performatif bir şekilde kazanılmaya başlayınca da, bilhassa aşk, benliğin değerinin onaylandığı biricik alan olarak belirir. Aşk sayesinde, ben ve öteki arasında öyle bir bağ kurulur ki, ben, öteki aracılığı ile değer duygusunu inşa eder.
Aşk ile liberal sözleşmeyi birbirine sıkı sıkı bağlayan unsur da budur. Hem aşkın hem de liberal sözleşmenin kalbinde, ötekinin bene verdiği değerin bir ifadesi olarak tanıma (recognition) yatar. Tanıma ilişkinin kalbindedir çünkü kendilik değerimizi, öteki bizi tanıdığı için, bizi değerli görüp kabul ettiği için kazanabiliriz. 1990’lar ve 2000’lerde Axel Honneth ve Nancy Fraser gibi siyaset felsefecileri tanınma kavramının can alıcı öneme sahip olduğunu ve ancak tanınma sayesinde toplum içinde pozitif benlik algısı inşaa edebileceğimizi öne sürdüler. Ayrıca tanınma siyaseti olmaksızın toplumsal eşitliğin ve adaletin mümkün olmayacağının altını çizdiler.
Eva Illouz ise aşktaki tanıma dinamiğinin kadında açtığı yaraların altını çizer. Hem kadın hem de erkek pozitif bir benlik algısı kurmak için ötekinin tanınmasına ihtiyaç duysa da, diyor Illouz, aşk söz konusu olduğunda kadın erkek tarafından tanınmaya, erkeğin kadın tarafından tanınmaya ihtiyaç duyduğundan daha fazla ihtiyaç duyar. Kadının kendilik değeri erkeğin onu tanımasına çok ama çok sıkı bağlarla bağlıdır. Erkeğin kendilik değeri ise kadının onu tanımasına o kadar da endeksli değildir. Bu fark, ne feminen ve maskülen psike ile ne de kadının Venüs erkeğin ise Mars’tan gelmesiyle ilişkilidir. Kadın ve erkeğin duygusal farklılığı olarak tezahür eden şey cinsiyet eşitsizliğinin ta kendisidir. Illouz’a göre kadın ve erkek arasındaki bu asimetrinin sebebi, tanınmaya ihtiyaç duyan kadın ve erkeğin her ikisinin de erkek egemen toplumda erkekler tarafından tanınmayı daha değerli bulmalarından kaynaklanıyor. Bu yüzden, kadınlar ilişkiyi çok daha büyük bir hevesle ve bazen de çaresizlikle arzuluyorlar. Erkeği ilişkiye ikna etmeye çalışan, “talepkar”, “ısrarcı” taraf oluyorlar. İlişkiler için geliştirdikleri “stratejiler”, “biyolojik saat” leri veya çocuk yapma istekleri yüzünden olmuyor, bunların ötesinde bir yerlere, kendilik değerine uzanıyor. Illouz, erkek egemenliğinin törpülendiği, kadınların ekonomik ve sosyal hayata katıldıkları toplumlarda bile bu durumun devam ettiğini, asimetrik tanınma dinamikleri sebebiyle hetereoseksüel kadınların duygusal tahakküm altında kaldığını ve aşkta canının yandığını öne sürüyor.
Erkeklerin, Illouz’un dediği gibi, yalnızca erkeğin tanınmasına ihtiyaç duyduklarından çok emin değilim. Illouz’un analizinin burada biraz kolaya kaçtığını düşünüyorum. Belki de, erkeğin tanınma ihtiyacı sevgili ile sınırlı değildir, öbür ötekiler tarafından tanınmak da onun için çok önemlidir. Erkek, George Herbert Mead’in ifadesiyle referans grupları, alakalı ötekiler, veya genelleştirilmiş öteki tarafından da tanınmaya en az eş/sevgili tarafından tanınmak kadar ihtiyaç duyuyordur. Mesela, genç erkek bir romancı düşünün. Kadınlar ile romantik ilişki onun için gerekli olabilir ama yeterli değildir. Kendisi gibi genç romancılar (anlamlı öteki), referans alıp kendini kıyasladığı yazarlar (referans grubu) ve en nihayetinde bütün toplum (genelleştirilmiş öteki) tarafından tanınmayı isteyip, önemseyecektir.
Öte yandan, aşkta tanınma dinamiğinin cinsiyetler arasında asimetrik olduğu aşikar. Karl Ove Knausgaard’ın yazdığı altı ciltlik otobiyografik roman Kavgam’ın ikinci cildini biraz da soruyu merak ederek okumuştum. İngiltere’de Aşık Bir Adam başlığıyla yayımlanan kitap Knausgaard ile partneri Linda’nın ilişkisine odaklanıyor. Cinsiyet hiyerarşilerinin epeyce törpülendiği ve Knausgaard’ın kendi deyişiyle “cinsiyetin toplumsal olarak inşa edilmiş olduğu bir ülke”de, İsveç’te geçiyor anlatı. Aşklarının hararetli dönemi geride kaldıktan sonra, Knausgaard son derece hızlı bir şekilde “kendine ait bir oda” arayışına giriyor, hem sembolik hem de sözlük anlamıyla. İlişkiye daha az zaman, kendine ve yazmaya daha fazla zaman harcıyor. Şair olan Linda ise ilişkiye ve yakınlığa çok daha fazla ihtiyaç duyuyor, Knausgaard’la baş başa daha çok vakit geçirmek istiyor. Öte yandan, Knausgaard çocuk bakımından yemek yapmaya kadar bütün sorumluluklarını yerine getiriyor. Aralarında cinsiyetçi olmayan, eşitlikçi bir işbölümü var. Tek eşitsizlik, ki Linda’yı rahatsız eden de bu, duygusal asimetrileri.
1970’lerde sevgi ve aşk siyaseti üzerine kafa yoran Siyah Feministler’den Audre Lorde, feminist siyasetin kadının kendisini sevmesini, kendisine değer vermesini ve kendisini aşmasını sağlayacağını düşünüyordu. Feminist siyaset kadınların benliğinde yeni bir oryantasyon meydana getirecek ve kadınlar hem kendilerini hem de birbirlerini seveceklerdi. Türkiye’de içinde bulunduğumuz koşulları, duyguları, gerilimi ve ilişkileri düşündüğümde Audre Lorde’nin beklentileri açıkçası çok uzak ve naif geliyor. Öte yandan, aşk, kendilik değeri ve duygusal eşitsizlikler üzerine düşünmeyi önemli bir uğraşı olarak görüyorum. Bu çabanın bir ayağı belki daha akademik, okumak ve fikir teatisi yapmaktan geçiyor, diğer tarafı ise daha şahsi, kendini tanımak, soğukkanlı bir iştahla kendini keşfetmek, ve Ermeni mistik George Gurdjieff’in deyişiyle “kendi üzerine çalışmak”tan geçiyor.