Türkiye’nin Geleceği Üzerine Tezler (II): Yeni Başkanlık Rejimi ve Parsellenmiş Devletin Krizi

Tez 2- 31 Mart seçim sonuçlarıyla beraber başkanlık rejiminin konsolidasyonunun ve parsellenmiş devletin krizi görünür hale gelmiştir.

Türkiye, rejim dönüşümü açısından merkezinde yeni başkanlık rejiminin konsolidasyonu olan ve bir türlü nihayetlenmeyen, “eskinin öldüğü, ama yeninin doğamadığı” bir ara dönemden geçiyor. Bu geçiş döneminin yakın zamanda nihayetlenmesi de olası görünmüyor. 2028’e doğru giderken Yeni Türkiye’nin geleceğini şekillendiren temel unsurlardan en önceliklisi, giderek kırılganlaşan başkanlık rejimini konsolide etmek için Erdoğan ve müttefiklerinin atacağı adımlar ve izleyeceği siyasal strateji olacak. Mevcut başkanlık rejiminin konsolidasyonunun biri muhalefetin bastırılmasına ve susturulmasına, yani zorun işe koşulmasına, bir diğeri de yeni rejime yönelik toplumda genel bir rızanın örgütlenmesine dayalı iki ayağı var. 31 Mart yerel seçimleri yeni rejimin, büyükşehir belediyelerinin kaybı ve giderek yoğunlaşan ekonomik sorunlar, sosyal yardımlara, rant ağlarına, kısmi bölüşüm politikalarına, muhafazakâr toplumsal değerlerin yaygınlaştırılmasına ve yıkıcı kutuplaşmaya dayanan rıza ayağının örgütlenmesini kaçınılmaz olarak daha da zora sokacak. Erdoğan ve AKP’nin rıza üretim araçları ve kaynakları elbette sosyal yardımlar ve rant ağları ile sınırlı değil, ama bu alanda bir tıkanma olacağı malum. Zora dayalı enstrümanların uzun zamandır halihazırda kullanılıyor olması ise meseleyi daha da çetrefilli hale getiriyor. Peki, rıza araçlarının manevra alanının daralacağı ve zora dayalı araçları kullanmanın maliyetinin artacağı bir dönemde, konsolidasyon krizini çözmek için hangi araçlar ve yöntemler öne çıkacak? Siyasal gelişmeleri ve izlenecek stratejileri anlamak için başkanlık rejiminin temel siyasal yapısını iyi kavramak gerekiyor, çünkü kullanılacak araçların niteliğini olduğu kadar, etki alanını da önemli ölçüde rejimin bu siyasal karakteri belirleyecek.

Önümüze konulan mevcut yumuşama ve normalleşme tartışmalarını da bu bağlamda değerlendirmek lazım. Seçimlerin hemen ardından başlayan yumuşama ya da normalleşme tartışmaları, aslında rejimin temel karakterinin çok iyi farkında olan ana muhalefetin, rejim konsolidasyonunun zora dayalı olan yönünü, en iyi ihtimalle stratejik olarak şimdilik göz ardı etmeyi tercih ettiğini ortaya koyuyor. Öncelikle hemen belirtelim, kendisini yumuşamaya iten güçler ve unsurlar zorlamadıkça, Erdoğan ve de müttefikleri yumuşama emaresi göstermeyecektir. Mevcut rejimin üzerine kurulu olduğu devlet iktidarı ve güç dağılımı, kısa vadeli ve pragmatik esnemeleri olası kılsa da orta ve uzun vadede muhalefete karşı zoru işe koşan bir baskı siyasetinin izlenmesi, ana muhalefet partisinin de aslında çok iyi bildiği gibi kaçınılmaz. Bu zorunluluğun ardında kendini bir türlü konsolide edemeyen başkanlık rejiminin siyasal yapısı yatıyor. Mevcut başkanlık rejimi, başkanın şahsı etrafında örgütlenmiş yürütmenin mutlak otoritesinin temelde yasama ve yargı karşısında hâkim kılınması için, temsilî demokrasiyi oluşturan iki kurucu aksın dönüştürülmesine ve devlet iktidarının bu amaç doğrultusunda restorasyonuna dayanıyor. Peter Mair’in belirttiği gibi, seçimler, parlamento ve siyasal partiler vasıtasıyla işleyen popüler, yani halka dayalı olan aks, bu iki temel sütundan birincisini oluşturuyor. İkincisi ise hukuk devleti, güçler ayrılığı ve Anayasa Mahkemesi aracılığıyla işleyen, anayasacılık ilkesine dayalı olan anayasal aks.[1]  

Ara dönemde, bu her iki sütun da önemli bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Mevcut rejim, başkanın üstün otoritesi, zayıflatılmış bir parlamento ve plebisit karakteri kazanmış, yani başkana verilen onaya ve güvene dönüşmüş, başkanın şahsında örgütlenmiş yeni siyasal düzene evet ya da hayır demeye indirgenmiş olan seçimlerden oluşan bir formülü hayata geçirmek için, toplumun, devlet iktidarının ve bürokrasinin yeniden inşasına dayanıyor. Bu gerçeğe rağmen, Türkiye’deki siyasal rejim, özellikle devlet iktidarında ve seçimlerin doğasında vuku bulan yukarıda andığımız değişiklikler büyük ölçüde yok sayılarak, “bilim insanlarının kendiliğinden” ideolojisi haline gelen “rekabetçi otoriterlik” kavramı altında tanımlanıyor. Böylece, ampirik düzeyde kimi otoriterleşme eğilimlerine dikkat çekilirken, temsilî demokrasinin kurucu mekanizmalarının yeni rejimle beraber geçirdiği dönüşüm tümüyle tartışmanın dışına çıkarılmış oluyor. “Çok otoriterleştik ama gene de seçimler” var sözü, mevcut rejimin hukuk, sivil toplum ve siyasal muhalefet alanındaki şiddet yüklü politikalarının, temsilî demokrasiyi nasıl aşamalı ve yapısal olarak dönüştürdüğünü açıklamıyor. Bunun yanında, seçimlerin lider merkezli otoriter plebisite dönüşümünün ve anayasa referandumu olarak pazarlanan ve aslında plebisiter anayasacılık ilkesi etrafında seçmenleri her defasında ölüm kalım kararı vermeye zorlayan siyasal rekabet tarzının ülkede hâkimiyet kazanmasının, siyasal rekabetin ve çatışmanın temsilî demokrasi içindeki görece demokratik doğasını nasıl niteliksel olarak değiştirdiği de bizlere anlatmıyor. Oysa Türkiye’nin son yirmi yılı, tüm bunları tartışmak için olumsuz manada muazzam bir laboratuvar ve Türkiye örneği, Orban’dan Trump’a benzer bir yolu takip etmek isteyen otoriter liderler ve aşırı sağ için, küresel anlamda bir öncü görevi görüyor.

Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi kitabında kapsamlı bir şekilde analiz ettiğim Türkiye tipi plebisiter başkanlık sistemi, yapısında şu temel özellikleri barındırıyor:

(i) Yürütmenin, dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mutlak otoritesinin kurumsallaşması ve siyasette kişi kültünün yüceltilmesi.

(ii) Olağanüstü iktidar niteliklerine sahip bir yürütme gücünün başkanın şahsı etrafında kurumsallaştırılması.

(iii) Erkler ayrımının ortadan kaldırılması yoluyla anayasacılığın tasfiyesi.

(iv) AKP de dahil olmak üzere siyasal partiler, devlet kurumları, kamu bürokrasisi ve sendikalar gibi ara kurumların toplumdaki ve siyasal alandaki etkisinin zayıflatılması.

(v) Yasal alana, hukuk devletini gerektiğinde askıya almak üzerine kurulu stratejik bir yasallığın entegre edilmesi ve bir anlamda “sürreal” hukuk devletinin inşası.

(vi) Seçimlerin lidere duyulan güvenin onayına dönüşümü. Bir anlamda ulusun ya da ümmetin ölüm kalım kararını vereceği an olarak sunulan seçimlerin, bu kaderin geleceğini elinde tutan Erdoğan’a karşı ya da taraf olmak üzerinden işler hale gelmesi ve dolayısıyla da tüm seçimlerin bir olumsuz plebisit karakteri kazanması.  

(v) Siyasal kutuplaşmanın dost-düşman ekseninde kurulması ve grup kanaatleri, grup karizması ve grup nefretinin siyasette merkezî bir rol üstlenmesi.

(vi) Devletin güvenlik kurumlarına ve bu kurumlarda devlet otoritesini temsil edenlere, hukuku askıya almalarını olanaklı kılan, tamamıyla takdir yetkisine dayalı ve tümüyle olmasa da hukuki denetimin dışına çıkarılmış olan “diktatöryel” güçlerin kazandırılması.

(vii) Bu tür bir iktidar temelde modern devlet mantığıyla çatışacağı ve de kendini kolayca kurumsallaştıramayacağı için, kurucu bir biçimsizliğin sistemin kalbine yerleştirilmesi ve sistemi gerektiğinde yeniden düzenlenme iktidarının gerek Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri gerekse OHAL ilan etme ve parlamentoyu gerektiğinde feshetme yetkisi aracılığıyla Cumhurbaşkanına verilmesi.

(viii) Son olarak da tüm iktidarı başkanın şahsı etrafında merkezileştirebilmek ve tümüyle yürütmenin mutlak otoritesine dayalı bir devlet iktidarı inşa edebilmek için, zorunlu olarak bürokratik ve idari yapıdaki üst düzey konumların yandaşlar, müttefikler ve hamiler arasında dağıtımı. Bunun sonucu olarak da devlet iktidarının bu gruplar arasında parsellenerek parçalanması. Başka bir deyişle, modern devlet mantığıyla uzlaşmaz olan yürütmenin mutlak otoritesinin tesisine, devlet otoritesinin kişiselleşmesine  ve devlet-hükümet ayrımının tümüyle ortadan kalkmasına dayanan yeni rejimi devlet içinde konsolide edebilmek için, devlet organlarına başkan adına hareket eden, fakat göreli bir “bağımsızlığa” da sahip olan “vekil egemenler” atayarak, bu kurumların kontrol altına alınması ve bu amaçla da bu kurumların yönetiminin başkana yakın unsurlar, ağlar, ittifaklar, çıkar grupları ya da tarikatlar arasında parsellenmesi.[2]    

Başkanlık rejimi, hayata geçirilmesinin üzerinden henüz çok uzun zaman geçmeden, demokratik yönetimin temeli olan devlet-hükümet ayrımını ortadan kaldırarak, devletin kurumsal yapısını hızlanan bir şekilde çökertmeye başladı. Aynı zamanda yeni düzenlemeler sonucu, devlet iktidarının başkanın kişisel otoritesiyle bütünleşmesi nedeniyle, gayri şahsi devlet otoritesi de süratle aşınarak, devlet otoritesi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın otoritesi iç içe geçmeye başladı. Bununla birlikte, son yedi yıldaki siyasal gelişmeler ve devlet kurumlarını ele geçirme mantığı, devlet kurumlarının göreli özerkliğini tümüyle ortadan kaldırarak, devletin kurumsuzlaşması sürecini de hızlandırdı. Belki de en önemlisi, rejim değişimi adına hayata geçirilen politikalar anayasacılık ilkesini hemen her düzeyde aşındırarak, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırıp hukuku tümüyle araçsallaştırdı. Cumhurbaşkanının halihazırda gerektiğinde OHAL ilan etme ve meclisi feshetme yetkisi var. Son düzenlemelerle başkanın yetkilerine seferberlik ilan etme yetkisi de eklendi. Tüm bu yetkilere ek olarak cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yasal düzenleme olmayan mevzularda bir yasama organı gibi düzenleme de yapabiliyor. Aslında tüm siyasal sistemin aşama aşama yürütmenin mutlak otoritesin etrafında yeniden yapılandırılması için, cumhurbaşkanı, adı konulmamış, örtük bir kurucu iktidarla donatılmış durumda.

Yumuşamanın ya da yeniden yükselecek sertleşmenin alacağı boyutu muhalefetin izleyeceği strateji kadar, yeni rejimin yukarıda belirttiğim ve rejimin karakterini ele alan analizlerde ısrarla göz ardı edilen bu siyasal karakteri ve konsolidasyon sürecinin geçirmekte olduğu kriz belirleyecek. Türkiye siyaseti, Kürt meselesi gibi yapısal sorunlardan kaynaklı olarak, ama en önemlisi devlet merkezli bir siyaset etrafında kurulduğu için, şiddet ve zor aracılığıyla manipüle edilmeye her daim çok açık bir siyaset. Başkanlık sistemi dayatması ile Türkiye siyasetinin bu yönü her zamandakinden daha fazla öne çıkmaya başladı, çünkü sistemin kendisini rıza araçlarıyla konsolide etmesinin, sadece sistemin içinde liberal kapitalist ekonomiyle kısmi fakat yıkıcı çatışmaları barındırmasından dolayı değil, aynı zamanda meşruiyetin toplumda üretilme tarzından kaynaklı olarak da çok önemli yapısal sınırları var. Bu nedenle söz konusu gerçeği göz ardı etmeyip, zorun siyasetteki kurucu rolünü etkisiz hale getirecek, şiddeti dışlayan ve sivil bir siyaseti temel alan politikaları geliştirmek çok önemli. Bugüne kadarki performansı bile, Türkiye’yi bir kriz toplumuna çeviren başkanlık sisteminin mevcut haliyle iflas etmeye mahkûm olduğunu gösteriyor. Sistem mütemadiyen kendi altını oyan kurucu bir paradoks üzerine kurulu: Başkanın yürütme gücü arttıkça ve güçlenen yürütme otoritesinin meşruiyeti başkan ile seçmen arasında kurulan plebisiter bağa her geçen gün daha da fazla dayalı hale geldikçe, devletin ve toplumun yönetimine dair kararların tek kişinin otoritesine tabi hale gelmesi ve dolayısıyla da siyasetin toplumda bastırılması ve sönümlendirilmesi de zorunlu hale geliyor.[3] Bu tür bir sistem, ne giderek karmaşıklaşan Türkiye toplumunun ihtiyaçlarına yanıt verebilir ne mevcut modern devlet mantığıyla uyum içerisinde olabilir ne de kapitalist bir ekonominin temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kapasiteye sahip olabilir. Zaten tüm bu uyumsuzluklardan kaynaklı olarak da her üç alanda, yani devlet, toplum ve ekonomi alanında kendisine uygun bir yapı yaratmaya çalışıyor ve kendini bu alanlara gerektiğinde zor ve şiddete dayalı ittifaklar yoluyla dayatıyor. Ekonomiyi, toplumu ve devleti başkanlık siteminin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmenin en önemli araçlarından biri de devlet iktidarını parsellemek.

Plebisiter başkanlık sisteminin üzerine dayandığı devlet iktidarının parsellenmesi süreci en az üzerinde durulan meselelerden biri. Sorun temelde Erdoğan ve AKP’nin ittifak siyasetine bağlanarak anlaşılıyor ve liyakatin ortadan kalması temelinde eleştiriliyor. Elbette Türkiye’de kamuya yapılan üst düzey atamaların liyakate ne kadar dayandığı tartışılır, fakat asıl mesele bundan daha kapsamlı ve devlet iktidarının yürütmenin mutlak otoritesi etrafında restorasyonuyla, yani despotik düzeyde merkezileşmenin, ancak devlet iktidarının feodalleştirilmesi yoluyla başarılabilmesiyle ilgili. Bu sistemin dayatılması, kaçınılmaz olarak liyakati rastlantısal ve ikincil hale getiriyor ve devlet iktidarının dayandığı otoritenin altını oyarak, bu iktidarı her geçen gün daha da fazla kırılganlaştırıyor. Parsellenmiş devlet iktidarının kurumları, kolayca parsel kavgasındaki elitler ve gruplar arasında bir iç mücadele ve bir operasyon aracına dönüşürken, devlet kurumları da hem kendi içerisinde hem de toplum üzerinde basit bir manipülasyon aracı haline geliyorlar. Bunun sonuçlarını özellikle yargı ve emniyette ara ara su yüzüne çıkan oluşumlar ve güncel operasyonlar bahsinde kolayca görebiliyoruz.    

Tüm bu sorunlara karşı, muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter rejime dönüş önerisi ise Türkiye’nin mevcut sorunlarına bir çözüm olmaktan ve alternatif bir vizyon sunmaktan son derece uzak. Muhalefet, yürütmenin imtiyaz gücünün sınırlandırıldığı, kuvvetler ayrımına, hukuk devletinin restorasyonuna, yetki alanı genişletilmiş yerel otoritelere ve etkin bir yurttaşlığa dayanan halkçı başkanlık rejimi gibi sistemler de dahil, çeşitli alternatifleri etraflıca göz önüne almalı ve yeni siyasal rejim önerisini, odağına her yönüyle güçlü bir yurttaşlık ve yurttaşların kamusal yaşama aktif katılımını alan bir yaklaşımla yapmalı. Fakat şu anda bu tartışmalardan ne yazık ki çok uzaktayız. Ana muhalefet ve onun lider adayları, önemli açıklamalarda bulunmakla beraber ne cumhuriyete ne siyasal rejime ne de zora dayalı siyaset tarzının sıradanlaşmasına yönelik şimdilik esaslı bir çalışma ve kampanya başlatmış değiller. Muhalefetin yeni kanaat önderlerinin seçim sonuçlarından hareketle CHP yönetiminin başarısını olduğundan daha büyük gösterme çabası ve popülarite merkezli analiz ve stratejileri, bu sorunları göz ardı etme halinin devamlılık arz edeceğini gösteriyor. Ana muhalefet partisinin “yumuşama” ve “normalleşme” tartışmasına hazırlıksız şekilde katılmış olmasını da bu bağlamda değerlendirmek lazım.

Sözün özü, elbette, tam da başkanlık rejiminin siyasal doğasının sonucu olarak toplumda kurumsallaşan, gündelikleşmiş ve sıradanlaşmış çok katmanlı olağanüstü hal içerisinde konjonktürel “normalleşmeler” olabilir, fakat mevcut siyasal yapı içerisinde, bu kısmi siyasal hamlelerden aşırı sonuçlar çıkarmak ve bugün geldiğimiz noktada önemli payı olan 2002 AKP’si düşü kurmak ya da Erdoğan ve müttefiklerinden kısmi de olsa demokratikleşme hamlesi beklemek son derece hatalı. Unutmamak lazım ki plebisiter başkanlık sistemi doğası itibarıyla normal ve olağanüstü hal arasındaki ayrımları ortadan kaldırarak ve temelde zoru siyasette normalin ta kendisi haline getirerek işliyor. Başkanlık rejiminin ve parsellenmiş devletin krizinin daha önce olduğu gibi muhalefetin krizi haline gelmemesi, “normalleşme” adı altında siyaset üretirken bu gerçeklerin gözetilmesi ve uzun erimli, sivil bir demokratik siyasal stratejinin eşzamanlı olarak geliştirilmesiyle mümkün. Dolayısıyla sorun da, çözümü de aynı açıklıkla ortada. Görmek ve harekete geçmek bize, ama en çok da ana muhalefete kalmış durumda. Elbette bir beş yıl daha kaybetmek istemiyorsak.        


[1] Bkz., Mair, P. (2013). Ruling the Void: The Hollowing of Western Democracy, Londra: Verso.

[2] Kapsamlı bir analiz için bkz., Yılmaz, Y. (2022). Erdoğan’ın Başkanlık Rejimi: İstisnai Cumhuriyetten Parsellemiş Devlete, İstanbul: İletişim Yayınları.

[3] Ahmet İnsel’in, otoriter yönetimler bağlamında benzer bir paradoksa dikkat çeken yazısı için bkz. “Otokratik Rejimin İstikrarı: Aşırı Siyasallaşma ve Siyasetsizleşme”, Birikim Haftalık, 13 Mart 2024, https://birikimdergisi.com/haftalik/11660/otokratik-rejimin-istikrari-asiri-siyasallasma-ve-siyasetsizlesme.