İktidarın iktisat politikasının “çıpasının” ne olduğunu düşünüyorsunuz? Yani temel saik ne, temel öncelik ne? Bunun “iktidarı sürdürmek” olduğunu herkes söylüyor ama öyleyse bile bunu açmanızı istesem; yani iktidarını iktisaden ne yaparak ne sağlayarak sürdürmek istiyor?
Doğrusu herkesin dediği gibi iktidarın çıpası temel olarak “iktidarını sürdürmek”. Ama bunu nasıl yapacağı konusu, cevabı çok basit bir soru değil. Tabii ki iktisaden ne yapmak istediğini tartışalım öncelikle ama şu âna kadar ifade edilen iktisat politikasındaki kulvar değişikliğinin ne tür sonuçlar vereceği, bu politikaları önerenler tarafından da bence çok net olarak biliniyor değil. Ucu açık desem çok yanlış olmaz. Neden böyle söylediğime de daha sonra değineceğim.
Bir kere, bu kulvar değişikliğinden önce Türkiye ekonomisinin genel görünümüne bakmak gerek. Cumhurbaşkanı, 2011’den başlayarak Merkez Bankası başta olmak üzere ekonominin düzenleyici ve denetleyici bütün kurumlarını kendi karar alanı altına almıştı. Zaten kötü gitmekte olan ekonomik koşullara pandeminin de etkisi eklenince ekonomi yönetilemez hale gelmişti. Bu kaotik duruma karşılık vermek üzere uygulanan ekonomi politikaları da yanlış tespitler üzerinden beklenen sonuçları vermemişti. Çok ayrıntısına girmeyeyim. İktidar pandeminin ekonomi ile etkileşimini yalnızca arz yönlü olarak değerlendirdi. O nedenle de bütün imkânlarını iş dünyasına yönlendirdi. Kredi verdi, teşvik verdi, vergi indirimine gitti vs. Ama pandemi ekonomide yalnızca arz cephesini değil, talep cephesini de vurdu. İnsanlar işlerini kaybettiler, talep düştü, talep düştüğünden dolayı özellikle esnaf ve zanaatkârlar dükkânlarını kapatmak durumunda kaldılar vs. Bu tedbir paketlerinin sonucu ne mi oldu? Bu parasal genişlemenin sonucu ülke ekonomisinin daha fazla finansallaşması oldu. Öyle ki Merkez Bankası’nın artırdığı likidite, üretim alanlarından çok bankalara ve borsaya yaradı. Her iki alanda reel getiriler dünyadaki birçok ülkeye göre yüksek gerçekleşti. O zaman da el yordamıyla bankaları “aktif rasyosu” adıyla (bir tür ceza mekanizması) genişleyen kredi imkânlarını üretime yöneltmeye zorladılar. Bütün bu süreç zarfında gerek içerideki yanlış politika seçimleri ve gerekse dünyadaki enerji ve emtia fiyatlarındaki artışlar zaten yüksek olan enflasyonu arttırdı, tasarruflarının enflasyon karşısında eriyeceğini düşünen tasarruf sahipleri satın alma güçlerini korumak amacıyla dolara yöneldiler. Sonrası malum. Bakan Albayrak zamanında kuru kontrol altında tutmak amacıyla Merkez Bankası’nın 128 milyar dolardan fazla rezervini sattılar. Ama bu politika tercihi de soruna çözüm olmadı.
Enflasyonla mücadele fiyat artışlarının arzla mı taleple mi ilgili olduğuna göre farklılaşır. Kabaca söyleyecek olursak eğer enflasyon arzdan (örneğin maliyetlerden) kaynaklanıyorsa faiz indirimi, talepten kaynaklanıyorsa faiz artışı yapmak benimsenen temel politikalardır diyebiliriz. Örneğin bugün bütün dünyada enflasyonist eğilimler arttığından dolayı hükümetler ya faizleri arttırdılar ya da artırmak üzereler.
Bu gerçek karşısında bence iktidar şöyle bir değerlendirme yaptı. “Mandacı iktisatçıların” (bu ifadeyi kullanıyorlar) dediğini yapacak olursak faiz artışı derdimize deva olamayacak. İki nedenle. Birincisi zaten düşmüş olan talep faiz artışlarıyla daha da düşecek ve ülke tam bir resesyona girecek. İkincisi faiz artışı tasarrufların artması nedeniyle yatırımlar vesaire yoluyla üretimin artmasına yol açmayacak çünkü toplum halihazırda tasarruflarını TL yerine dolara dönüştürmüş, yabancı para mevduatları yüzde 60’lara yaklaşmıştı. Bunun doğal sonucu da kurlar yeniden yükselişe geçmişti. Tabii burada faizlerin artması yabancı sıcak para girişlerini özendirerek kurların üzerinde bir baskı yapabilirdi. Ama burada da yabancı yatırımcıların hükümete olan güvensizlikleri pozitif getirisi olmasına rağmen yatırım yapmadıkları gibi, yapmış oldukları yatırımları da alıp gittiler. Bu gelişmeler ve bu değerlendirmeler doğrultusunda iktidar bir başka yöne yönelmeyi tercih etti.
Madem ki enflasyonu faiz çıpasıyla denetleyemeyeceğiz, madem ki MB’nin rezervleri tükendiğinden dolayı kurları kontrol altında tutamayacağız, bu durumda faizleri indirerek TL’yi değersizleştirip ihracatı artırmak, cari açığı cari fazla haline getirerek, kurları ve enflasyonu kontrol altına almak mümkündür, dediler. Nitekim bu değerlendirmeler ışığında hükümet politika faizini birkaç adımda yüzde 19’dan yüzde 14’e indirdi.
Bu aklı hükümete verenlerin geniş kesimlerle tam olarak paylaşmadıkları bir değerlendirmeleri vardı. Bu değerlendirmeleri şöyle sıralayabiliriz: 1-Küresel gelişmeler Çin’in tedarik zincirleri içindeki önemini azaltırken Türkiye’ninkini arttırdı. Özellikle Avrupa ile yakınlığı, taşıma maliyetlerinin görece düşüklüğü ve üretimimizin esnek niteliği Türkiye’nin Çin’in yerini almasını kolaylaştırabilir. 2-Üstelik bu politika değişikliğiyle işgücü tedarik zincirinin önemli merkezi olan Çin’e karşı bir karşılaştırmalı üstünlük de sağlanacaktı (nitekim bugün asgari ücret 400$ iken, bugünün dolar kuru -13,60- hesabıyla Türkiye’de asgari ücret 312$ oldu). 3-Son zamanlarda ithalata konu olan mallar içinde ara ve yatırım malı niteliğindeki ürünleri içeride üretmeye yönelik büyük bir iştah olduğu açığa çıkmıştır. 4-Bu kesimler faizlerin indirilmesinden memnun oldular, yatırımlara başladılar. 5-Hükümet 30-50 milyar dolarlık reeskont kredisiyle yeni projeleri destekleme kararı aldı.
Doğrusu yeni model dedikleri modelin tek yeniliği burasıdır. Nitekim, bu bilgilerin ya da varsayımların ima ettiği yeniliği, hükümet yetkilileri bir tür “fırsat penceresi” olarak okudular. Neyin fırsat penceresi diye soracak olursanız onların cevabı ekonominin ithalata olan bağımlılığına son verip yeni bir büyüme patikası oluşturulabilmek olacaktır.
Doğrusu gerçekten de Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu üretimin ithalata bağımlılığı noktasıdır. İthalata olan bağımlılık, büyüme dönemlerine girildiğinde üretime bir tür fren etkisi yapıp cari açığın sürdürülebilmesini tehlikeye atınca hem fiyatlama kararlarını ve hem de döviz kur seviyelerini bozuyor. Dolayısıyla büyüme duruyor, ekonomi daralıyor. Ekonominin daralmaması için uygulanan faiz artırmak gibi kararlar ise yeniden bir yandan tasarrufların artması kanalıyla yatırımları ve üretimi tetikliyor, diğer yandan da arbitraj gelirlerinin artması sonucu yabancı sermaye girişlerini hızlandırıp kurları ve fiyatları düşürüyor ve ekonomi yeniden büyüme patikasına giriyor. Türkiye ekonomisin “stop and go” diye anılan inişi çıkışları hep bu üretimin ithalata bağımlılığından kaynaklanan salınımlardır.
Bu ekonomimizin bilinmeyen bir özelliği değil. 1960-1980 yılları arasında ithalata olan bağımlılığı azaltmak için uygulanan “ithal ikamesi” politikaları zaten bu durumdan kurtulmak için oluşturulmuştu. Yüksek gümrük duvarları, düşük faiz ve devlet destekleri ithalata konu olan malların içeride üretilmesini sağlayacaktı. Ama uygulanışı, sermayenin bence açgözlülüğü nedeniyle yirmi yıl sürdü ve sonucu ise rahmetli Demirel’in 1980’lerde söylediği gibi “70 sente muhtaç” bir hazine ile kasalarını doldurmuş bir avuç aile şirketinin egemen olduğu bir ülke haline gelmiştik.
Şimdi bu hükümet diyor ki “Tam zamanı, dünya konjonktürü önümüze bir ‘fırsat penceresi’ açıyor ve biz bu pencereyi değerlendirerek ekonomimizin ithalat bağımlılığına son vererek cari fazla yaratıp kurları, enflasyonu aşağıya çekeceğiz ve ülke ekonomisini yeni bir büyüme patikasına sokacağız”.
Hükümetin, içine girdiği çıkmazdan kurtulmak için yazılan senaryo ve çıpa bu. Önümüzdeki dönemde baz etkisiyle enflasyon düşecek ve eğer benimsedikleri bu politika başarılı olursa ithalata olan bağımlılık azaldığında cari açık kendi yarattığımız imkânlarla sürdürülebilir olacak ve bu da bir yandan Erdoğan’ın faiz konusundaki tutumunu doğrulayacak diğer yandan da ithalata konu olan malların yurtiçinde üretilişinin bir sonucu üretim ve istihdam artacak, ekonomi düze çıkacak.
Faize bakışta sizce itikadî-ideolojik tercihin payı nedir? Yoksa faiz karşıtı söylemin arkasında kaynak aktarımıyla ilgili belirli tercihler mi söz konusu?
Önceki soruya cevap verirken söylediğim gibi, bu senaryo ülkenin kaynaklarını yanlış kullanarak ekonomiyi bir bataklığa sürükleyen iktidarın can havliyle bulduğu bir yol gibi görünüyor. Bu yolu önerenler iki şeyi birlikte yapar ve başarılı olursak iktidarda daha uzun süre kalmak mümkün olabilir diye düşünüyorlar. Birincisi, ideolojik önderin, yani Erdoğan’ın, “nass” ile özdeştirerek ısrarla söylediği “faiz sebeptir, enflasyon sonuçtur” iddiası doğrulanacak, diğeri ise ülke ekonomisi ithalat bağımlılığından kurtulacak. Bence kurguları bu. Ama bu söylemin arkasında şöyle bir gerçeğin de yattığını söylememiz gerekir.
Adalet ve Kalkınma Partisi, Refah Partisi’nden doğru daha çok KOBİ niteliğindeki işletmelerin desteğini almış bir partiydi. Ama kendini “kurucu” olarak gören her iktidar gibi dayanacağı sermaye sınıflarını yaratmak zorundaydı. Tıpkı Cumhuriyet’i kuranların yarattıkları gibi (Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar). Bu nedenle de AKP, yirmi yıllık iktidarında KOBİ’lerden büyük inşaat holdinglerine doğru bir gelişmeyi yarattı. “5’li Çete” olarak adlandırılan, Cengiz, Kalyon, Limak, Kolin, Makyol gibi holdingler başlangıçta inşaat işleriyle uğraşıyorlardı ama şimdi birçok enerji ve makine teçhizat üreten işletmelerden oluşan holdingler haline dönüştüler. Tabii bir de bu işletmeler, aslında AKP’nin katkılarıyla oluşmuş sermaye bloğunun görünen yüzleridir. AKP’nin arkasında adları dahi tam olarak bilinmeyen bir şirketler dünyası olduğu bir gerçek. Bu konuya girmemin nedeni ise bu yeni ekonomik modelin arkasında bu iş dünyasının daha da palazlanmasını sağlayacak yeni imkânların yattığının altını çizmek ve “fırsat penceresi” dedikleri “fırsatların” neler olduğunu göstermek.
Bir kere yukarıdaki analizden sanırım anlaşılmıştır ki, düşük faiz yüksek kur sistemi ihracatın artmasına, ithalatın pahalılaşarak azalmasına yol açan bir döngünün çalışmasına neden oluyor. Fakat bir an için düşünün, pahalılaşan ithalat, ki çoğu ara ve yatırım malı niteliğindedir, içerideki üreticiler tarafından üretilir hale gelmiş. Bu durumda, kurlardan dolayı yükselen ithalat fiyatlarının içeride yüksek kâr marjları oluşturduğunu düşünürseniz, bu alanlara yatırım yapanlar görece daha yüksek kârlar elde edecek demektir, bu bir. İkincisi ise zor bela ihracat ve turizm gelirlerinden oluşturduğumuz dövizlerimiz artık yabancı ülkelerdeki malları üretenlerin cebine değil, bu malları içeride üreten yerli üreticilere gidecektir.
Sorunuzda bu modelin kaynak aktarımıyla ilişkisini sormuştunuz; bence bu ilişki yukarıda altını çizmeye çalıştığım bir biçimde bir ithal ikamesi modeli olarak çalışırsa faizlerin düşürülmesiyle yaratılan kaynaklar, AKP’nin yaslandığı sermaye çevrelerini daha da güçlendirecek ve eğer başarılabilirse de gerçekten ülke ekonomisinde bazı taşlar yerlerine oturacaktır.
Biraz daha uzun vadeli bir değerlendirme yaparsanız, Türkiye’nin 1980’den beri içinde hareket ettiği ekonomik politika rotası veya seyri içinde, şu an bulunduğumuz evre neyi, nasıl bir aşamayı ifade ediyor?
2001 krizi sonrası Derviş’in uyguladığı istikrar modeli AKP tarafından 2009’a kadar uygulandı. Bu dönemde işler fena gitmedi. Özellikle AB’nin önerdiği reformlar hem ekonomik olarak ve hem de siyasi olarak olumlu değişikliklere neden oldu. Fakat 2008 kriziyle birlikte değişen dünya konjonktürü AKP iktidarının kimyasını bozdu.
Bilindiği gibi 2008 kriziyle mücadele G-20’lerin uyumlaştırdığı parasal genişleme politikalarıyla hemen hemen bütün dünyada uygulandı. Bu politika sonucunda kriz kontrol altına alındı. Fakat bu genişleme politikalarından “çıkış” konusunda herhangi bir uyumlu eylem ortaya konmayınca bir anlamda her ülke kendi başına kaldı. Türkiye’de ise “kriz teğet geçecek” söylemiyle kendilerini başarılı gösteren hükümet 2009’da başka bir gerçekle karşılaştı. Ekonomide işler kötü gitti ve ekonomi yüzde 4,7 oranında daraldı. Bu tarihten sonra da hükümet, daha önce de belirtmiştim, benimsediğini söylediği “serbest piyasa modeline” aykırı işler yapmaya başladı. 2011’de çıkardığı bir KHK ile serbest piyasa ekonomisini “düzenleyen” bütün “bağımsız kurumları” bakanlıklara bağladı. Böylece ekonomiyi daha kırılgan hale getiren kararların “merkezileştirilmesi” anlayışıyla yol almayı tercih etmiş oldu.
Doğrusu söylediğiniz gibi 1980’lerden bu yana bakınca, Türkiye’nin hem ekonomik ve hem de siyasi olarak Batı’nın bir parçası olmak yolunda reformlar yapmak iradesi yavaş yavaş kayboldu. Yerine, “büyük devlet”, “küresel oyuncu”, “asrın lideri” gibi kavramlar etrafında küçük bir azınlığın aldığı kararlarla yürüyen bir ülke haline geldi. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilince artık, iyi-kötü şimdiye kadar varlığı sürdürülmüş olan piyasa ekonomisi de, demokrasi de “sözde” sıfatıyla anılacak bir düzeye geriledi. Devlet, tam anlamıyla bir “parti-devleti” haline dönüştü.
Yine böyle bir uzun vade içerisinde, sermayenin ve emeğin “durumlarının” geçirdiği değişimleri nasıl tarif edersiniz?
Cumhuriyet’in oluşturduğu ekonomik ve sosyal yapı, Osmanlı’dan devralınan farklı kimliklerden bir “biz” duygusu üretemedi. Her zaman için Kürtler, İslâmi duyarlılıkları aşırı olan kesimler ve sol siyasetler bu duygu bütünlüğü içinde kendilerini görmediler. Özellikle sorunuz bağlamında bakarsak Cumhuriyet sermayesi, her zaman için “devletçilikle” kol kola girerek yürüdü. Devletçiliğimiz onları ekonomik olarak destekledi, onlar da buna karşılık “eksik bir demokrasiye” razı olarak siyasetçileri desteklediler. Öyle bir düzen kurmuşlardı ki devletin KİT’lerinin ürettikleri ara ve yatırım mallarını maliyetlerinin altında satın alıp yüksek gümrük duvarlarının ardında hiçbir yabancı rekabetiyle karşılaşmadıklarından yüksek fiyatlarla içeride satarak hızlı bir sermaye birikimi sağladılar. Yine ayrıntısına girmeyeyim, 24 Ocak 1980 yılında alınan kararlarla ithalat rejiminin değişmesi ve KOBİ’lerin desteklenmesine yönelik kararlar Cumhuriyet sermayesi ile yeni gelen, daha çok İslâmi renkler taşıyan KOBİ’ler arasında gerilimlere neden oldu.
Aslında bugün itibarıyla, kendini “kurucu” olarak gören AKP siyaseti, yukarıda da değindiğim gibi kendi sermayesini bu temel üzerine oluşturdu. Bunlar, her ne kadar çoğu “inşaatla” başlamış olsalar da KOBİ niteliğinden şimdi artık ara ve yatırım malı, enerji gibi alanlarda üretim yapan büyük şirketlere dönüşmüş durumdalar.
Kısa ve orta vadede öngörünüz ne? Ekonomik durum nereye doğru gider?
İlginç bir deney yaşıyoruz. İthal ikamesi fikrini bir başka konjonktürde yerine getirerek bağımlı bir ekonomiden kurtulmanın mümkün olacağını, dünyadaki pandemi, iklim değişikliği gibi olumsuz nedenlerin bize, yani Türkiye ekonomisine bir “fırsat” sunduğu iddiasının test edildiği günler bunlar. Eğer bu test çalışır mı diye bana sorarsanız, ben pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Her şeyden önce ekonomide böylesi radikal sayılabilecek bir değişiklik için yeterli hazırlık olmadı. Bırakın hazırlığı, bence tamamen el yordamıyla yönelinmiş bir durumdan söz ediyoruz. Nitekim faizlerin 500 baz puan indirilmesi sonucunda kurların olağanüstü yükselmesi enflasyonda ciddi bir sıçramaya neden olunca MB müdahale etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu müdahaleler de para etmeyince bu kez bir başka enstrüman devreye alındı: Kur Korumalı TL Mevduatı Hesabı. Bu sistemde MB’nin (ya da Hazine’nin), gerçek kişilere, mevduatlarını bu hesaba yatırırlarsa, belirli bir vade sonunda dolar kuru ile MB’nin politika faizi arasındaki farkı ödeyeceği taahhüt edildi. Böylelikle gerçek kişiler birikimlerini dolar yerine TL’ye yatırarak hiçbir şey kaybetmiş olmayacaklar ve dolardaki değerlenme de azalacaktı. Bugün itibarıyla bu hesaba yatırılan tutar 184 (21 Ocak 2022) milyar TL olmuş, fakat bu TL, dolar bozdurularak elde edilmemiş, aksine, 6 Ocak itibarıyla gerçek kişilerin döviz mevduatlarında 933 milyon dolarlık artış gerçekleşmiştir. Böyle bir gelişmeyi öngören hükümet, ellerinde 90 milyar dolar olan tüzel kişileri, yani şirketleri ve bankaları, dolar varlıklarını bozdurup bu hesaba yatırmaları için kurumlar vergisinden muaf kılmaya yönelik bir düzenleme yapmıştır.
Bu, el yordamıyla yürüyüş güven veren bir yürüyüş değildir. Yani her ne kadar Kur Korumalı Mevduat Sistemi dolara olan talebi bir miktar azaltmışsa da kurlar hâlâ yükselme eğilimindedir. Bu modelin önündeki en önemli engellerden biri dünyada enflasyonun artıyor olması ve başta Amerikan Merkez Bankası olmak üzere Batı ülkelerinde faizlerin artacağı beklentisidir. Her ne kadar bu beklentinin dolar kurunda sert hareketlere neden olmasını beklemesek de yine de içeride doları olanları etkileyebilir. Bence bir diğeri sorun da yabancı para ile borçlarımızın oldukça yüksek olmasıdır. Önümüzdeki yıl 120-130 milyar dolar borç ödemesi gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bunlara ek olarak da bütçenin en önemli kaynaklarından biri olan ithalat vergisinin, ithalatın azalması sonucu azalacağı, böylelikle bütçe açığına ve dolayısıyla da enflasyonu azdırabileceği gerçeğidir.
Çözüm veya alternatifi ikiye ayırarak soracağım. Birincisi, sistemin kendi rasyonelleri içinde gerçekçi sayılacak çözümler neler olabilir ve bu yönde arayışlar, talepler görüyor musunuz? İkincisi, sistemi değiştirecek veya en azından radikal bir reforma tabi tutacak gerçekçi bir değişim formülü ne olabilir ve bu yönde bir arayışa talep görüyor musunuz?
Doğrusu ben Türkiye ekonomisinin sorunlarının ekonomiden çok siyasetten kaynaklandığını düşünenlerdenim. Tabii ki Türkiye’nin, içinde bulunduğumuz ve geri dönülmez adımlar attığımız dünya düzeninden ayrı davranmasını beklemek gerçekçi değil. Ama bu çerçeve içinde bu düzenin dayattığı bazı sınırlamaları da kendi irademizle değiştirmenin gerekli olduğuna da inanıyorum. Ama her şeyden önce siyasi kadroların ve siyasi sistemimizin gerçekten toplumun ekonomik taleplerini yansıtabilecek bir nitelikte olması gerekiyor ki bu da bugünkü demokrasimizin değişmesini gerekli kılıyor. Tersten söylersem şu anda var olan yönetim sistemi ve demokrasi düzeyimizle ekonominin sorunlarını çözmemiz bana pek mümkün görünmüyor.
Gerçekçi bir değişim formülü konusunda benim kafam oldukça karışık. Bunun bir nedeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yarattığı değişikliklerdir. Bu sistem gerçekten bütün devlet kurumlarını öyle bir değiştirdi ki bu kurumların istenen daha demokratik bir modele yeniden yerleştirilmeleri bence neredeyse imkânsız. Burada, önümüzdeki dönemde iktidara gelecek olanların “kurucu” bir perspektif sahibi olmaları ve ülkeyi sanki yeniden kuruyormuşçasına davranmaları gerekiyor. Böyle bir olasılık var mı diye soracak olursanız, bende böyle bir beklenti de yok. O nedenle de her şey şimdiye kadar yürüdüğü gibi gidecek, ülkenin temel ekonomik sorunlarını çözmek yerine geçici işlerle uğraşıp duracağız.
Muhalefetin -“Millet İttifakı”nın, Gelecek-Deva partilerinin ve HDP’nin- ekonomi politikasına ilişkin tutumlarını nasıl tarif edersiniz?
Elimizde Millet İttifakı’nın nasıl bir ekonomi arzu ettiğine ilişkin bir doküman olmasa da bu altı partinin bakış açılarının yakın olduğunu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bozduğu birçok şeyi eskiye benzer durumlara getirerek sistemde bir çeşit “reform” yapmak istediğini anlıyorum. Ama biraz önce dediğim gibi bu ülkenin “reformlarla” düzelmesinin çok ötesinde bir değişime ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu yıkımdan sonra ne siyaset alanı ve ne de ekonomi alanı bence “reformlarla” düzelebilir. Daha radikal bir bakış açısıyla, “kurucu” bir bakış açısıyla sorunlara yaklaşmamız lazım. Kürt sorunu başta olmak üzere, ülkemizde bir “biz” duygusu yaratmayı mümkün kılacak bir kucaklaşma olmadığı sürece çok bir şey olmaz. HDP’nin ekonomiye nasıl yaklaştığı konusu ise üzerinde uzun konuşmayı gerektirecek bir konu. Onu da, eğer arzu ederseniz, bir başka zaman yaparız.