Başladığı günden beri yoğun bir izlenme oranına sahip olan ve Doctor Cha isimli Güney Kore dizisinden uyarlanan Bahar, uzunca süredir ekranlarda görmeye alışkın olmadığımız bir yerden, seyirciyi, bilhassa kadın seyirciyi yakalayarak farklı bir feminist güçlenme ilişkisi oluşturmaya meyletti. Muhafazakâr toplum yapısıyla Türkiye’deki dizi sektörünün yakınlaşmakta zorlanmayacağı bir sosyal ilişkiler ağına sahip olan Kore dizi dünyası, bugün özellikle adolesanlar arasında büyük bir popülariteye sahip. Ancak uyarlamaya “şimdilik” sadık kalınmakla beraber “Doktor Bahar”ı “Doctor Cha”dan ayıran birçok husus var. Cast seçiminden sinematografik estetiğe kadar açık ara muadilinden ayrılan ve çarpıcı bir sezon finali yapan Bahar dizisini bu yazının konusu yapan nokta, dokuzuncu bölümde dizinin başrol karakteri olan Bahar’ın, Nil Karaibrahimgil’e ait olan “Ben Aptal Mıyım” şarkısını seyirciyi mest eden performansıyla seslendirdikten sonra yaptığı konuşma ve bu konuşma sırasında Bahar’ın hastane psikiyatristinin de onayına sunduğu bir kavram: “Sindrella Kompleksi” ya da Bahar’ın söylediği haliyle “Sindrella Sendromu”. Meslekî kariyerini eşi, çocukları ve eşinin ailesi için yarıda bırakan Doktor Bahar’ın kendisine donör olabilecekken “kaçan” eşi Doktor Timur’un gözlerine bakarak sahnede yaptığı konuşma ya da attığı “tirat” şu şekilde:
Hepiniz öncelikle geceye hoş geldiniz. Küçük bir duyuru yapmak istiyorum. Bu gece aynı zamanda bir organ bağışı gecesi olsun istiyoruz biz. Çok yakın bir zamanda ben de böyle bir ihtiyaçla sınandım. Biz kadınlar, yaşamımız boyunca sevdiklerimiz için bir sürü fedakârlık yapıyoruz. Bizden istenilenleri yaptığımızda, bizden isteneni kusursuz bir şekilde yaptığımızda galiba biraz da içten içe o hayalini kurduğumuz ödüle ulaşabileceğimizi zannediyoruz. Aslında “Külkedisi Sendromu” da deniyor buna, hocam siz daha iyi bilirsiniz. Bunu da aslında birazcık özgürleşme korkusu getiriyor. Ama ne oluyor, yani arabalar balkabağına döndüğünde elimizden giden zamanla böyle baş başa kaldığımızda, işte o zaman korkular başlıyor. Gelecek korkusu, çocuklarımıza ne olur kaygısı, bizi mutsuz evliliklere, evlere odalara hapsetti. Ve kötü haber, ucunda ödül yok! Bundan kısa bir süre önce ödül bekleyen bir külkedisi iken, yani, bir karaciğer yetmezliği yaşadım, eşim uyumlu çıktı ama donör olmadı. Yaa neyse ben… Şu anda da bunu, aslında uyanmak için sihirli sözcüklere ya da intikam almak için öfkeye ihtiyacım yok, benim kendime, bizim kendimize vereceğimiz en büyük ödül kendimizi hatırlamak. Ben de bunu yaptım, kendimi hatırladım.
İşte tam da satır aralarındaki bu kavramsal nokta atışları, “Bahar: Uyanmaya Hazır Mısın?” dizisini, feminist bir uyanışa ve (diziye yapılan seyirci yorumlarına da bakılacak olursa) seyirci için bir “güçlenme (empowerment)” hikâyesine dönüşme potansiyeli taşıyor. Peki bahsedilen bu Sindrella Kompleksi ne demek ve iş yaşamını nasıl etkiliyor derseniz, cevabı Colette Dowling’den alıyoruz.
Colette Dowling’in Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu’nu ele aldığı kitabında[1] geliştirdiği kompleks, kurtarılmaya ihtiyacı olmayan bugünün kadını için, uygun veya yapıcı gözükmeyen ve öğretilmiş bir kurtarılma arzusuna dayanır. Her kadın için net olmayan bu arzu, neredeyse her kadında vardır ve en az beklenen anda ortaya çıkarak kadınların hırslarını söndürür. İlgili arzunun, kadınların ve çocukların vahşilerden korunmak için erkeğin fiziksel gücüne ihtiyaç duyduğu mağara günlerine dek götürülebilir olduğu savını öne süren Dowling, günümüze uygun düşmeyen bu arzunun bugünün kadınını eski ve yeni sosyal görüşler arasında bıraktığını söyler. Ancak artık ona göre, kadınlar eski rollerine de dönmeyecektir; bu işlevsel ve gerçekçi değildir. Artık beyaz atlı prensler yoktur, mağara adamları daha küçük ve zayıftır. Bu anlamda da çağdaş dünyada yaşamak için gerekenler açısından erkekler kadınlardan daha güçlü, daha zeki ya da daha cesur değildir ama daha tecrübelidir. Bu sebeple kadınların özgürleşmede tek gerçek hedefi olmalıdır: o da kendilerini içeriden özgürleştirmek. Dowling’e göre, bugünün kadınını engelleyen temel güç, kişisel ve ruhsal bağımlılık, başkalarının bakımı ve gözetimi altında olmaya yönelik derin arzudur. İşte Dowling, kadını, aklını ve yaratıcılığını tam olarak kullanmaktan alıkoyan ve büyük ölçüde bastırılmış tutumlardan ve korkulardan oluşan bu olguya, Sindrella Kompleksi diyor. Sindrella gibi, bugünün kadını da hâlâ dışarıdan bir şeylerin kendi yaşamlarını dönüştürmesini istiyor.[2] Bu korku, elbette toplumsal yapılarca öğretilen ve kadınların iç dünyalarında inşa edilen bir korku. Başkasına/erkeğe duyulan/duyulması için tarihsel olarak güdülenen kadının başkasına yönelik hissettiği bu ihtiyaç ve bağımlılık, kadının üretken bir şekilde çalışmasını birçok açıdan engelliyor. Kurtuluşun başkasına bağlanmaktan geçtiğini söyleyen/öğreten mit, kadınlara sonsuza kadar çalışmalarının gerekmeyeceği yolundaki gizli mesajı da içinde taşır. Birdenbire çalışmayı zorunlu kılan herhangi bir vakanın ortaya çıkması halinde de çoğu kadın bu sebeple, keskin bir öfkenin kucağına düşer. Nasıl olursa olur ve “çalışmak zorunda kalmak” bir kadın için başarısızlık göstergesi halini alır. Toplumsal inşa içinde birçok korku geliştiren günümüz kadınının korkularının çoğunun gerçekle hiçbir bağı yoktur ancak korkular, kadınların hayatının içine çok yoğun bir şekilde sızmış ve onları kuşatmıştır. Özellikle erkekler karşısında becerikli ve iyi olma ya da beceriksizlik korkusu geliştiren kadınların, korkmaktan vazgeçmedikleri sürece özgür olamayacakları, Dowling tarafından özellikle vurgulanır.
Yazarın dikkat çektiği ve Bahar karakterinde de gözlemlediğimiz temel kalıp, kadınların bağımlı olmak için yetiştirildiğine ilişkin yargıdır. İster eş ister anne olsun, kadınların çocukluklarını sonsuza kadar uzatan bir bağımlılık ilişkisiyle büyütülmesi, aile evinden ilk ayrılışta ya da bağlı olduğu evliliği yıktığında kadınların derin bir şok yaşamasına sebep olur. Toplumsal beklentilerin ve ebeveynlerin korkularının da etkisiyle yaşamak için çeşitli kalıplarla çevrelenen ve büyütülen kadınlar, ailelerinin çocuk yaştaki aşırı koruyucu tutumları, eğitim sistemindeki cinsiyet farklılıklarına dayanan kodlamalar, sürekli başkalarına yaslanmanın öğretilmesi, aşırı yardım davranışıyla geliştirilen duygusal bağımlılık, ergenlikte engellenme ve daha birçok sebeple büyük bir bağımsızlık korkusu geliştirir.
Çalışma korkusu, bahsedilen bağımsızlık korkusu ile iç içe geçmiş korkulardan biridir. İş yaşamı ile olan ilişkiselliğini tepkisellik üstünden kurması öğretilen kadın, “erkeğin izin verdiği” ya da “ihtiyaç duyduğu” anlarda çalışma hayatına sokulduğu uzun yıllar boyunca belli bir alışkanlığa yönlendirilmiştir. Çalışma arzusunun bu nedenle içten değil, dıştan geldiğine inandırılan kadınların çalışması çoğu kez ya izne tabi kılınmış ya da ek gelir getirici işlevle sınırlandırılmıştır. Belki de bu sebeple modernite ardılı dönem için ekonomik krizlerin tetikleyicisi ilan edilmiş ve suçlanmışlardır. Bağımsızlık korkusuyla donatılan kadının ekonomik gerekçelerle çalışma yaşamına “çağrılması”, kadınların çalışma korkusunu dışarıdan itici bir güçle “kırmış” gözükse de her an geri döndürülme ya da ihtiyacın sona erme ihtimali ile tehditkâr bir hava oluşturulmuştur. Söz konusu tehditkâr tutuma ilaveten uygulanan devlet politikaları ise kadını erkeğe sosyal güvenlik anlamında bağımlı kılarak çalışma korkusu ile bağımsızlık korkusunu birbirine kenetlemiştir.
Böylesi bir iklim, bağımlılık duygusunun devamlılığını sağlamak için önkoşuldur. Ataerkil yapıların devamlılığı için canlı tutulan bu korkular, ancak kadınların özgürlüğü ve bağımsızlığı içsel bir itki ile elde etmesiyle ortadan kalkacaktır. Bu bağlamda, Dowling’in de vurguladığı gibi belki de hiçbir korku özgürlüğe yönelişten daha ürkütücü değildir. Özgürlüğün ve bağımsızlığın toplumdan ya da bir erkekten alınamayacağını söyleyen yazar, özgürlüğe ulaşmak için kendimizi emniyette hissetmek maksadıyla kendimize vurduğumuz her tür prangadan/bağımlılıktan kurtulmamız gerektiğini salık verir.
Bahar, tam da Dowling’in salık verdiği gibi, eşinin donör olmamasının itici gücüyle önce çalışma korkusunun üstüne gider. Çalışma hayatının ilk döneminde ne hastanedekiler ne de evli olduğu kişi onu destekler. Ancak Bahar kendini, üniversitede tıp eğitimi alan genç kadını hatırlamakta kararlıdır. Bu anlamda Bahar’ın üstesinden geldiği ilk korkusu çalışma korkusudur. Dizi devam etmekle birlikte her bölümde adım adım Bahar’ın farklı korkuları ile mücadele ettiğini görürüz. Bahar artık dışarıdan bir şeyin onun yaşamını dönüştürmesini beklemiyor. İçeriden özgürleşmesi, uyanışı başlayan Bahar karakteri, Sindrella Kompleksi’nin sınırlarını çok sert bir şekilde zorluyor. Bu bağlamda, aşılması kolay olmayan bağımsızlık korkusunu ve kurtarılma arzusunu, karakterin gelişim çizgisi üstünden zamanla aşmaya başlaması, bizi Bahar’ın uyanışını feminist bir uyanış olarak nitelendirmeye yöneltiyor.
Biz kadınlar, bugün, içimizde yüzlerce yılın tortusunu taşıyan birçok korkuya sahibiz. Genetik hastalık gibi genetik korkuları var kadınların. Bazen yeni bir işe başlamaktan, bazen yeni bir şehre taşınmaktan, bazen de sadece sokakta yürümekten korkuyoruz. Bu korkularımızın bir kısmının paranoid bir tınısı olabilir ama çoğu korkumuz ne yazık ki temelsiz değil. Toplumun kadınlar için inşa ettiği hayat standartları korkularımızı, yarattığı risk algılarını da canlı tutarak var etmekte ve kadınları bir bağımlılık ilişkisine yönlendirmektedir. Kadınların kendi potansiyellerini, yaratıcılıklarını açığa çıkarmasını engelleyen, onları korku ve bağımlılıkla sınırlayan bu olgunun, yani Sindrella Kompleksi’nin aşılmasının tek yolu Dowling için kadının kendi içsel özgürlüğünü kurmasıdır. Uyanışını gerçekleştiren kadını ise şu şekilde tanımlar Dowling:
Öğrendiğim bir şey varsa o da, özgürlüğün ve bağımsızlığın, başkalarından (genelde toplumdan ya da erkeklerden) alınamayacağı, sadece, yoğun emekler sonucu içeriden geliştirilebileceğidir. Buna ulaşmak için, kendimizi emniyette hissetmek amacıyla kelepçe gibi kullandığımız her türlü bağımlılıktan vazgeçmek zorundayız. Yine de bu alışveriş o kadar tehlikeli değil. Kendine inanan kadın, yetenekleri dışındaki şeylere ilişkin boş hayallerle kendini aptal yerine koymak zorunda değil. Aynı zamanda, usta ve hazırlıklı olduğu işlerle karşılaşınca geri de çekilmeyecektir. Böyle bir kadın gerçekçidir, ayakları yere basar, kendini sever. Sonunda başkalarını sevmekte de özgürdür, çünkü kendini sevmektedir. Bütün bunlar, özgürlüğe uyanan kadının bir özelliğidir.
Dowling’in bu cümleleri yer yer kişisel gelişim kitaplarının klişe cümlelerini anımsatsa da kadınların güçlenme ilişkisi için önemli bir formül sunuyor. Ana akım televizyon kanallarının birinde yayınlanan bir kadın hikâyesinde böylesi bir kompleksin yer alması ve birçok kadının karakterle özdeş ilişki kurması, Dowling’in kurduğu formülasyondaki eksik parçayı gösteriyor: kadın dayanışması. Kadınların içeriden kurduğu özgürleşmeyi sokağa taşımasını ve bu özgürlüğün daimiliğini sağlayacak olan kadınların birlikte özgürleşmesi olacaktır. Bireysel uyanışların toplumsal uyanışlara dönüştüğü “baharlar” görmek umuduyla…
[1] Dowling, C. (2020). Sindrella Kompleksi: Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu, Afrika Yayınevi.
[2] A.g.e., s. 22-28.