Fransa Özelinde Üniversitedeki Felsefe Eğitiminde Kadın ve Cinsiyet Sorunu
1970’li yıllardan ve kadın özgürlüğü hareketlerinin ortaya çıkmasından bu yana tarihçiler, edebiyatçılar, hukukçular, antropologlar ve sosyologlar kadının hukuki statüsü ve imgesi üzerine çeşitli analizler üretiyorlar. Feminist yaklaşımlar içerisinde ilk olarak ABD’de ortaya çıkan ve bugün neredeyse birçok Avrupa ülkesine de yayılmış olan Cinsiyet Çalışmaları (les études de genre) Fransa’daki edebiyat, beşeri bilimler, tarih, sosyoloji ve antropoloji gibi bölümlerde ihmal edilemeyecek derecede bir ağırlığa sahip. Bununla birlikte, Fransa’da felsefeciler ve felsefe tarihçilerinin bu konuya olan ilgisi esasında hem çok nadir hem de çok yakın zamana ait bir gelişmedir. Fransa üniversitelerindeki felsefe öğrencilerine, cinsiyet meselesi üzerine olan dersler yalnızca birkaç on yıl önce önerilmeye başlandı. Bu tarihe kadar bu disiplinlerdeki hâkim zihniyet veya algı bu problemlerin felsefi olmadığını ileri sürecek kadar ileri gidebiliyordu. Felsefi konuların evrensel ve özellikle de rasyonel aklı ilgilendiren konular olması gerektiği yönündeki sav ileri sürülüyordu. Dolayısıyla kadın ve cinsiyet sorunsalları, felsefi söylem içerisinde kendilerine yer bulamıyorlardı. Bu konudaki argüman aslında çoğu kişi açısından pek de inandırıcı değildi. İşin aslı felsefe tarafından evrensel olarak kabul edilen özne (konu) çoğu zaman eril öznedir (konu). Bunun sonucu olarak kadınlar hem felsefe alanından dışlanmış hem de çoğu zaman kadınların yazdıkları görünmez kılınmıştır.
Fransa liselerindeki felsefe programlarında ise Hannah Arendt dışında bir kadın filozof ismine rastlamak pek mümkün değildir. Simone de Beauvoir ve Simone Weil gibi isimlerle karşılaşılamamakta bile. Kadın sorunsalı üzerine filozofların metinlerini bulmak için bilinmeyen eserlere ya da kıyıda kalmış, unutulmuş ve sıradışı yazarların metinlerine veya broşürlerine ulaşmak zorunda değiliz sadece. İşin aslı büyük filozofların çok büyük bir kısmı bu tür konulara düşüncenin gerçek nesneleri olarak yaklaşmıştır. Bu nedenle de bunların felsefi konular olmadığını ileri süren karanlık fikirlere bir anlam vermek oldukça zor görünüyor. Antik Yunan’dan bu yana Avrupa felsefesi tarihinde şöyle bir yol alırsak, cinsiyetler arası hiyerarşik bir ayrıma dayanan hâkim bir düşüncenin olduğunu ve bu ayrım içinde erkek cinsiyetinin hiyerarşik olarak yukarıda yer alırken kadın cinsiyetinin aşağılara konumlandırıldığını görürüz. Bunun sonucu olarak da kadının kültürel, dinsel, ekonomik ve siyasal iktidar alanlarından dışlanmasının meşruiyeti inşa edilmiş oldu. Ne var ki bu hâkim ve çoğunluğun paylaştığı düşüncelerin yanında, Montaigne ve Diderot’nun düşünceleri gibi ince nüanslara sahip olan özgürleştirici fikirler ve cereyanlar da vardır. Doğrusu bunlar fazlasıyla analiz edilmeye değer. Benim burada Montaigne’i seçme sebebim ise doktora tezimi Montaigne üzerine hazırlamış olmam: Montaigne ve Kararsız Cinsiyet.
Montaigne’in Özgürleştirici Düşüncesinin Orijinalliği
İlk okuyuşta muğlak bir metin
İlk bakışta, kadın ve cinsiyet meselesiyle ilgili olarak özgürleştirici orijinal bir düşüncenin arayışı sırasında Montaigne’nin çalışma konusu olarak seçilmiş olması pek de açık bir husus gibi görülmeyebilir. Denemeler’in okunması sırasında genel olarak Montaigne’nin kendi döneminin muğlak mizojenisi (kadın düşmanlığı) dışında olmadığını veya Spinoza ile benzer ahmaklıkları paylaştığını düşünebiliriz. İşin gerçeği Denemeler içerisinde kafa karıştırıcı ve muğlak bir sentez bulunur. Bir yandan kadınlar üzerine özgürleştirici ve cesur fikirler buluruz; diğer yanda ise oldukça muhafazakâr fikirlerle karşılaşırız. İşin aslı bu durum Montaigne’in de kendi çağdaşları gibi gelenek ve modernlik arasındaki çelişkileri tam anlamıyla aşamayan biri olduğunu hissettiriyor. Montaigne’de mizojenik öğeler hiç de az değil. Örneğin, eşinin sürekli krizlerinden dolayı acı çektiğini söyleyen Sokrates’e yönelik empatisini sürekli dile getirir. İyi ve mutlu bir evliliğin ancak kör bir kadınla sağır bir erkek arasında kurulabileceğini yazan yine Montaigne’dir. Annelerin çocuklarına karşı olan sevgi ve aşklarının çok kırılgan olduğunu, bu sevginin ancak çocuklar küçük, bağımlı ve bakıma muhtaç oldukları sürece devam edeceğini ifade eder. Kadın arzusunun doyumsuz bir yapıda olduğuna dair anlayışı da reddetmez. Arzunun aşırıya kaçan niteliğini ve kadın cinsel iştahının erkeğinkinin çok ötesinde olduğunu göstermek için aynı zamanda hem kadın hem de erkek olan transseksüel falcı Tirésias örneğini verir. Yine bunun yanında bu delice iştahın ve arzunun terbiye ve kontrol edilmesi için günlük cinsel birleşme sayısını altı ile sınırlayan Kraliçe Argon örneğin verir mesela (Kitap III, Bölüm 5). Bütün bu önermeler açıkçası insanı güldürüyor. Montaigne okurken bazen oldukça fazla güleriz. Fakat tam da bu çelişkiler sayesinde Denemeler metni hem bir cazibe hem de bir kaçma ve uzaklaşma hissi oluşturur.
Bu ilk okumanın yarattığı zorluklar ve önyargılardan kurtulmayı denemek için metne güven duymak ve ona dikkat vermek dolayısıyla onun zenginliği üzerine bir bahse girmek doğru yaklaşım olabilir.
Denemeler’in bize gösterdikleri
Benim açımdan Denemeler okumasının burada göstermek istediğim ve beni çarpan üç önemli noktası bulunuyor: (1) Montaigne’in kadınlar ve kadın meselesi üzerine olan görüşleri Denemeler içinde dağınık şekildedir. Tamamen bu konulara ayrılmış müstakil bir bölüm yoktur. Temel bir konu haline gelmese de -ki Denemeler’de hangi konunun temel olduğunu söylemek çok zordur- kadın ve cinsiyet sorunları, daha önce yazıldığından ve ifade edildiğinden daha farklı ve fazla bir şekilde Denemeler içinde bir ağırlığa sahiptir. Eğer Montaigne’nin kendisi “kendi kitabının temel konusu ve nesnesi” değilse, kadın sorunsalı kitabın önemli bir bileşenini oluşturmaktadır. (2) Montaigne Denemeler’de ele aldığı sorularını basit bir tartışmanın konuları gibi değil de hakiki bir felsefi tartışmanın unsurları gibi ele alır. Konular felsefi düşünüşün gerçek nesneleridir. (3) Cinsiyet farklılıkları pek de alışık olunmayan bir düşünce biçimiyle ve tutarlı olarak onda bir felsefi söylem bulabileceğimiz şekilde ele alınır. Bu üç nokta ilk bakışta hemen kendini açık edip ele vermez ve bu yönüyle de açıklanması gerekir. Şimdi bu hususları teker teker ele alabiliriz.
(1) Montaigne kadın meselesine asıl olarak “Gelenek Üzerine Söylev” kısmında değinir. Bu bölümde Montaigne, konuya ek olarak, otorite sahibi düşünür ve düşünür benzeri figürlerce geleneğin nesilden nesile aktarıldığı bir kurum olarak görülebilecek halk kültürü meselesine de değinir. Bu kısımda klasik felsefecileri, yargıçları ve hatta doktorları da bu otorite sahibi ve geleneği aktaran düşün insanları grubuna ekler. Montaigne bahse konu bölümde, tartıştığı meseleler üzerine yazan hem klasik hem de kendi çağdaşı düşünürleri oldukça iyi bildiğini göstermektedir. Montaigne’in özellikle Platon, Aristoteles, Plutarhos, Galien ve kilise babalarının felsefi gelenek içinde yazdıklarına çok büyük oranda hâkim olduğu görmekteyiz. Rönesans dönemine baktığımızda, kadın sorunsalının, içinde kadın muhaliflerinin ve savunucularının kavgaya tutuştukları “Kadın Mücadelesi/ Kavgası” olarak adlandırılan olgu içinde sürdüğünü görüyoruz. Bu kavga farklı temalar altında sürüyordu: kız çocuklarının eğitilmesi veya kadınların kültürel alana özgürce ulaşmaları, evlilik ve özel hayat kuralları, kadının ekonomik ve siyasal alandaki iktidarının meşruiyeti. Bu tartışmalara özellikle engizisyon mahkemeleri tarafından yürütülen cadı avı ile bağlantılı olan ve cadılık konusuyla ilgili yazılan tebliğlerde de rastlıyoruz.
(2) ve (3). konulara gelirsek en önemli husus bu maddeler bağlamında Montaigne’in kadın ve cinsiyet meselesini felsefi soruşturmanın hakiki ve gerçek bir nesnesi olarak görmesi ve bunu orijinal bir felsefi düşünce ekseninde incelemesidir.
Montaigne’in kadınlar üzerine özel yazılarını, ironik olarak tanımlayabileceğimiz özel bir yazı üslubunun dışında anlayamayız. Montaigne özellikle hâkim kültürün mizojenik tavrını onu savunmak için değil, tam tersine bu kültürel algıları etkin bir akıl yürütme ile tersine çevirerek bu algıların içsel mantığındaki saçmalığı göstermeye çalışmak için kullanır. İşin aslı kadın konusunda yazdıklarına baktığımızda Montaigne’in ele aldığı konuyu tam anlamıyla açığa kavuşturacak oldukça karmaşık retorik araçlar kullandığını görüyoruz. Sıklıkla kullandığı retorik stratejisi tersine çevirme yöntemidir. Bunun yanında çözme (la dissolution), yerinden etme (le déplacement) ve çelişkili savunular (l’apologie paradoxale) bulunur.
Bu ironik-retorik şüpheci felsefenin en temel karakteristiklerinden biridir. Ancak Montaigne’e özgü olan bu modern şüphecilik ışığında Monteigne’nin kadın meselesiyle ilgili yazdıklarını anlayabiliriz. Bu şüphecilik içinde Montaigne’in yazdıkları önemli bir felsefi değere sahip olur.
Montaigne’in Denemeler’de kadın sorunsalını ele alması iki boyut içinde incelenebilir. (1) Çoğu zaman anlatıldığı üzere konformist olmayan, aksine yenilikçi ve alt-üst edicidir. Montaigne hâkim mizojenik söylem içindeki önyargıları tersine çevirerek bunların pek de makul olmadıklarını göstermeye çalışır. (2) Fakat bu altüst ediş veya yıkımla da yetinmez. Gerçekten de özgürleştirici görünen başka bir düşünce ortaya koyar.
Montaigne’in yıktığı
Montaigne özellikle Hıristiyanlık düşüncesi ve felsefi gelenek tarafından savunulan kadın ve erkek arasında kurulan hiyerarşik temsillere saldırır. Montaigne’in öncelikli hasımları Aristoteles ve dinî fanatiklerdir. Sadece bunlar da değildir. Kendi çağdaşları arasında bulunan ve Rönesans’ın mizojenik kültürünün temsilcilerine de savaş açar.
Dönemin düşüncesi içinde, farklı cinsiyetler arasında kurulan hiyerarşik temsiller ya bir doğalcılığa bağlanmakta ya da kadın ve erkek diye birbirinden tamamen farklı iki doğanın olduğu fikrine yaslanmaktadır. Bu temsile göre bu cinslerden biri aşağıda bir diğeri ise hiyerarşik olarak yukarıdadır. Montaigne ise kendi şüpheci antropolojisi içinde ne insanın, ne hayvanların ne de tanrının gerçekte ne olduğunu biliyoruz der. Özne esas olarak kendinde bir muammadır. Nasıl ki insan denilen türün en temelinde ne olduğunu bilmiyoruz ve nasıl ki öznenin kimliği zamana bağlı ve değişkense, bunun sonucunda da tam olarak tanımlanamaz bir fenomen ise nasıl oluyor da cinsel çeşitliliğin sabit bir doğada olduğunu ve değişmediğini savunuyoruz. Erkeksi ve kadınsı kategoriler de en nihayetinde akışkandır. Farklı cinsler tarafından kolayca üstlenilebilir ve onaylanabilirler.
Zamanına yönelik bir reddiye ve itiraz olarak Denemeler erkek hâkimiyetinin akıldışılığına ve adaletsizliğine karşı güçlü bir itiraz sunar. Bu haliyle Denemeler kadın özgürleşmesine de bir çağrı mahiyetindedir. Rönesans döneminde, mahrem hayat kurallarından, kadınların kültürel ve siyasi hayata katılmalarına ve cadı avlarına kadar uzanan kadınların kavgası olgusu paylaşılan temel bir inanca yaslanıyordu: kadınlar cinsel arzulara erkeklerden çok daha fazla mahkûm olmuş ve boyun eğmiş durumdadırlar. Aslında bu fikri Havva tarafından işlenen ilk günahta temsil edildiği şekliyle Hıristiyanlık düşüncesinde bulduğumuz gibi Aristoteles ve Platon’da da buluyoruz. Bu fikir az çok bütün bir Rönesans düşüncesini katetmektedir. Hatta bugün bile bu tür fikirlerin peşinde koşan insanlar olduğunu inkâr edemeyiz. Bütün bu düşüncelerin sonunda, kadın asla doyuma ulaşmayan bir cins olarak kurgulandığı için ona uslu olmayı, sessizliği ve kendinden feragat etmeyi öğreten çok sıkı bir eğitim uygulamak gerekir düşüncesine ve tespitine varılmaktadır. Evlilik içinde daima kontrol altına alınmalıdır. Kadının arzuları daima evlilik hayatı ve kadın-erkek birlikteliği ekseninde idare ve kontrol edilmelidir. Bunun temel amacı ise her an sadakatsizlikle sonuçlanabilecek olan kadınların sözde taşan heveslerinin ve şehvetlerinin kontrol altına alınmak istenmesiydi. Bu aynı zamanda kadınların siyasi yönetimden ve ekonomik sorumluluklardan dışlanmaları açısından da önemliydi. Bu anlayışa göre kadınların başta olması ve siyasi hayatı yönetmesi, hem devlet hem de özel hayat için düzensizlikten ve kargaşadan başka bir şey demek değildi. Cadı avı konusuna baktığımızda karşımıza çıkanın yine kadının arzusuna yönelik bir korku olduğunu görüyoruz. Kadınlar aşırıya kaçan cinsel iştahlarından dolayı şeytanın yoldaşları ve işbirlikçileri olarak görülüyorlardı.
Montaigne’in inşa ettiği ve kurduğu
Montaigne kadın ve erkek cinsellikleri ve cinsiyetleri arasında kurulan bu farklılığı ciddi bir soruşturmaya tabi tutar. Ona göre insan denen varlık ayrımsız bir şekilde arzuları tarafından idare edilir. Bunun doğal sonucu da kadın ve erkeklerin eşitliğinin onaylanmasıdır:
Bana göre kadın ve erkek, kurumların ve kültürün dışında aynı temel ortaklıkları paylaşmaktadır. Bu kurumlar olmaksızın kadın ve erkek arasındaki farklar çok da büyük değildir. Örneğin Platon ideal devlet tanımı ekseninde kadınların da tıpkı erkekler gibi savaş işlerinde, sporda, eğitimde ve dahası topluma dair bütün işlerde ayrımsız bir şekilde yer almaları gerektiğini savunur. Hatta filozof Antisthène kadın ve erkek arasındaki bütün erdem farklarını silecek kadar ileri gider (Denemeler, Vergilius’un Dizeleri Üzerine, Kitap III, Bölüm 5).
Bunun sonucunda beliren şey kadın muhaliflerinin savundukları klasik tezleri önemli ölçüde tersine çeviren yeni bir durumdur: eğitim, evlilik, kadınların yönetimi ve cadılık gibi konuların başka bir bakışla ele alınmasıdır.
Yeni bir pedagoji
Montaigne erkek çocuklarına önerilenden farksız bir şekilde kız çocukları için de bağımsız yargı ve düşünme gücünü öne çıkaran özgür bir eğitim önerir. Hiçbir zaman yaşadığı dönemde moda olduğu üzere kadınlar ve kız çocukları için akıllı uslu, sessiz ve bakire olmaya dikkatleri çekmez. Bunları çok da mühim konular olarak görmez. Bütün bunların aksine, özellikle masumiyetleri yüzünden erkekler tarafından kötü muameleye uğramamaları ve istismar edilmemeleri için kız çocuklarına da yeterli bir cinsellik eğitiminin verilmesi gerektiğini düşünür. Dahası kadınları şiir ve sanata daha da yatkın kılan kendi bedenleriyle kurdukları ilişkinin erkeklerin çok ötesinde olduğunu düşünüp bunu da takdir eder.
Evlilik
Montaigne kadın-erkek birlikteliği etrafında kurulmuş olan ahlâkiliği de eleştirir. "Vergilius'un Dizeleri Üzerine" bölümünde, ilk bakışta kadınların cinsel arzularının doyurulamaz derecede olduğunu ifade eden ve buna karşı dikkatli olunmaya çağıran önyargıyı paylaştığı düşünülebilir. Ancak burada görülmedik ve çarpıcı bir şekilde, kadınlar üzerinde sınırsız tahakküm kurma arzusunda olan dinsel otoriteye ve pedagoglara eleştiri oklarını yöneltir. Montaigne’e göre kadın cinselliğini kontrol etmeye çalışan erkekler, olsa olsa ikiyüzlüdür. Bir defa kendileri kadınlara yönelik tertiplemeye çalıştıkları böyle bir disiplinden yoksundurlar. Kadınları suçlayarak, bütün inisiyatifi ve özgürlüğü kendi geleneksel tavırlarına ve ahlaklarına vermek istemektedirler.
Kadınların ekonomik ve siyasi iktidarı
Ataerkil hâkimiyete karşı, Montaigne iğneleme ve hiciv yöntemini de devreye sokar. Ekonomik konularda rollerin paylaşılmasını veya tersine çevrilmesini savunur. Özgürlüğü ve kendisinin özgür olma keyfini tercih ettiğini, mevcut görev dağılımının kendisine sıkıcı geldiğini ve bu yüzden ekonomik ve siyasi meselelerin kadınlar tarafından yönetilmesine razı olduğunu ve buna da gerçek bir güven duyduğunu söyler. Burada iktidar meselelerini biraz değersizleştirdikten sonra bu görevi kadınlara tevdi etse de kadınların böyle bir görevi rahatlıkla yapabileceklerine olan güvenini ifade etmesi ve bunu tanıması yeni bir jest olarak algılanabilir.
Siyasi alana baktığımızda, Montaigne Fransa özelinde uzun zamandan bu yana iktidarın erkekler lehine gelişmesine neden olan Salique[1] yasasının meşruiyeti hakkındaki şüphelerinin de altını çizer. Montaigne bu tarz bir yasanın tamamen ulusal bir icat olduğunu ve hiçbir metinde bu yasanın izlerine rastlanmadığını ifade eder. Ona göre, özellikle kralların eksikliğinde ortaya çıkan yönetim deneyimleri kadınların yönetme kabiliyetlerini açıkça ortaya koymaktadır.
Cadılar meselesi
Montaigne özellikle cadılık meselesi etrafında oluşan kavgalara müdahalede bulunur. Cadı mahkemelerini, bu mesele etrafındaki cadı avını bir hâkim olarak suçlar ve eleştirir. Dogmatizmi, barbarlığı ve kör cehaleti mahkûm eder.
Montaigne’e göre cadılık asla şeytanla yapılan bir sözleşme meselesi değildir. Buna asla inanmaz. Ona göre daha çok, cadı olarak görülenler ya melankoliye tutulmuş ya da delirmiş zavallı kadınlardır. Bu kadınlar, yakılması gereken değil, tedaviye ihtiyaçları olan kişilerdir. Dahası cadı olarak suçlanan kadınları savunmanın ötesine geçer ve bu kovuşturmaların kökeninde olan hakiki sebeplere eğilmeye çalışır. Hadım edici bir unsur olarak görülen kadın arzusu etrafında oluşan korkuyu işaret ederek belki de bütün bir kadın düşmanlığına işaret eder.
Aşka övgü
Arzuya ve kadınlara yönelik bu bilinçdışı nefretin tam karşısında yer alan Montaigne, içinde duyguların yüksek bir soyluluğunu ve bunun etik ifadesini bulduğu tutkulu aşkın değerini teslim ederek onu över. Bu kendi başına zamanı için orijinal bir önermedir. Felsefe içinde çok nadir bir şekilde heteroseksüel aşkın övüldüğünü ve takdir edildiğini görürüz. Montaigne tutkuların bir yana bırakılmasıyla bilgeliğe ve huzura ulaşılmasını salık veren öğretinin çok uzağında bir şekilde arzuların insanı harekete geçiren ve tetikleyen yönünü değerli görür. Bununla birlikte hayatın sıkıcılığını ortadan kaldıran, tatmini erteleyen ve arayışı sürekli kılan aşkın acılarına yönelik bir erotizme veya aşkın engelleri sanatına dikkatleri çeker. Kadınlar kolayca elde edilemeyecek özgür özneler olduklarında ve bunun sonucunda elde etme daima belirsiz kaldığında daha fazla arzu edilir olacaklardır. Kadınlara yönelik şiddetin genel geçer olduğu bir dönemde kadınların rızası olmaksızın onların bedenleri üzerinde güç yoluyla hâkimiyet kurulmasına karşı çıkar. Zevk sadece fiziksel bir mesele değildir. Ahlâki ve ruhsal bir yöne de sahip olmalıdır. Gerçek zevk ancak aşk ve saygının birlikteliğinde ortaya çıkar. Bütün bunların nihayetinde, Montaigne kadın ve erkeğin benzer şekilde eşit onurunu ve otonomisini kabul eder.
Başka bir topluluk inşası
Montaigne’in kadınlara yönelik büyük saygısı onun yine kadınlarla kurduğu entelektüel dostluklarda görülür. Yorumcular genel itibarıyla Pierre Eyquem ve La Boétie gibi erkek figürlerin Montaigne ve Denemeler’in yazılması üzerindeki etkilerini öne çıkarırlar. Ne var ki Denemeler içinde ithaf edilen bölümler sadece kadınlara adanmıştır. Bu mesele önceki metin eleştirileri tarafından çoğu zaman göz ardı edilen önemli konulardan biridir.
Bu ithafların ötesinde, cesaret göstererek daha henüz tanınmadığı halde Montaigne ile tanışmaya giden genç bir kadın okuru anmamak olmaz: Marie de Gournay. “Kendini Beğenmişlik Üzerine” bölümünde, Montaigne bütün bir Avrupa’da tanınmış bir yazar olsa da, metninin okuyucular açısından taşıdığı zorluklarından dolayı bazı yanlış anlaşılmalara kapı araladığını kabul eder. Kitabının cahil ve sıradan vülger tipler tarafından asla anlaşılamayacağını, ancak bağımsız yargılama ve sabırlı bir çalışma gösterebilen kendini bilen ve güçlü ruhlar tarafından hazmedilip anlaşılabileceğini ifade eder. Kadın ve erkek okuyucuları arasında düşüncelerinin ulaşmasını istediği iki ismi özellikle zikreder: Charron ve Marie de Gournay. Aynı bölümde Marie de Gournay’i ruhsal müttefiki ve manevi kızı olarak tarif eder.
Denemeler’deki Yunanca ve Latince atıfların çevirisini Marie de Gournay’e borçluyuz. 1592 yılında, Montaigne’in ölümü üzerine Montaigne’in eşi ve kızı, Denemeler’in sonrası baskısı (1595) görevini ona bırakırlar. Marie de Gournay, Montaigne’in metninin dehasını ortaya koyan bir de önsöz yazar o baskıya. 1622 yılında, kadın meselesi etrafında dönen kavga zarfında (alfabe kavgası bir başka adıyla)[2] Marie de Gournay, içinde cinsiyetlerin eşitliğinin rasyonel bir kanıtını sunan, “Kadınların ve Erkeklerin Eşitliği Üzerine” başlıklı bir bildiri önerdi. İşin aslı, modern felsefi feminizmin öncüsüdür diyebiliriz Gournay için. Montaigne’e olan entelektüel borcunun daima farkındadır. Marie de Gournay’nin feminizmi, Montaigne’nin ölümünden sonra onun felsefi söyleminin kadınların kurtuluşu açısından taşıdığı öneminin bir açıklayıcısı veya kanıtı olarak kabul edilebilir.
Montaigne ve Kadın Meselesi Üzerine Çalışmanın Sınırları
Montaigne üzerine çalışmanın esas zorluğu Montaigne’i sadece belli bir yönde ve belli bir meselenin savunusu olarak ele alma çabasında yatmaktadır. Montaigne çok sarih bir şekilde önerilerinin veya yazılarının sadece belli bir meselenin savunusu için kullanılamayacağını belirtir. Bu doğrultuda şu açıklamayı yapar: “Beni onurlandırsa bile beni olduğumdan başka biri göstermeye çalışanları düzeltmek için seve seve öteki dünyadan tekrar döneceğimdir.” Tam da bu nedenledir ki Montaigne düşüncesini, anakronizm meselesine ek olarak, “feminizm” kavramıyla tanımlamaya çalışmak metodolojik açıdan zordur. Bununla birlikte Montaigne’in kadın meselesi üzerine düşünceleri modern düşünce açısından orijinal yeni kapılar da açıyor. Meseleye farklı iki feminist düşünce cereyanı açısından yaklaşabiliriz: İlki özellikle ABD kaynaklı cinsiyet çalışmaları tarafından temsil edilen cereyandır; bir diğeri ise farklılığa vurgu yapan feminizmdir. İlgi çekici bir modern vurgu ile birlikte Montaigne’in düşüncesi bu iki feminist cereyan ile yakın bağlara sahiptir. Montaigne bu iki cereyana da yakın fikirler formüle eder. Bunun yanında fikirlerinin gücü bu iki yaklaşım arasındaki ayrımı da aşmasındadır.
Özetle cinsiyet çalışmaları etrafında oluşan düşünce kendini bir cinsin savunusu olarak ifade eder. Bu teorilere göre, cinsiyet farkları türün yeniden devamı için ortaya çıkan biyolojik bir farklılık olmasına rağmen -ki daima yeni bir teknik değişime de sahne olabilir- ve bu haliyle cinsiyetler arası farklar doğal, ahlâki ve psikolojik kökenlerinin ötesinde sosyal kurgulardır. Aynı şekilde Montaigne’e göre, kadın ve erkek cinsiyetler asla sabit bir doğaya bağlanamazlar. Bunlar daha çok erkek egemenliğini keyfî bir şekilde sürdürmeye yarayan ideolojik ve kültürel inşalardır. Montaigne’in modern şüpheciliği çerçevesinde baktığımızda, istikrarlı ve sabit bir kimliğe sahip haliyle jenerik özne bir kurgudan başka bir şey değildir. İşin aslı, Denemeler’de Montaigne sürekli bir şekilde erkeksi ve kadınsı kategorileri bozmaya ve muğlaklaştırmaya çalışır. Geleneksel kültürün kadınlarla özdeşleştirdiği birçok özelliği kendi üzerine alır. Ya da tam tersini yapar. Örneğin kendini yumuşak başlı ve şefkatli olarak tanımlar. En ufak bir kararın ona ağır geldiğini ve beklemeyi tercih ettiğini ifade eder. Kadınların güçlülüğünün, sıkılığının ve cesaretlerinin altını çizer. Biliyoruz ki bu tür erdemler tarihte hep erkeksi özellikler olarak kabul edilegelmiştir.
Cinsiyet çalışmalarının aksine farklılığa dayalı feminizm (le féminisme différentialiste) ikinci aksa vurgu yapmaktadır. Denemeler’in bazı temel bölümlerinde, Montaigne kadınların doğal olarak sahip oldukları bazı gerçek kabiliyetlere vurgu yapar ve kadınların bu özelliklerini korumaları gerektiğini düşünür. Bu özellikleri sonradan toplum tarafından dayatılan yapay ve anlaşılmaz karışık özelliklerden ayırarak, kadınların bunların peşinde koşmalarına veya bunları dikkate almalarına gerek olmadığını düşünür. Özellikle kadınlardan daha üstün olmayan erkeklerin yine kadınlar tarafından taklit edilmesi konusunda dikkatli olunması gerektiğini düşünür. Kadınların kendi bedenleriyle kurdukları öznel ve derin ilişkiyi değerli görür; buna çok hakiki ve özel bir önem verir. Farklılığa dayalı feminizm ile kurduğu yakınlık da gerçekten kayda değer ve açıktır bu anlamda. Elbette böyle çok kısa ve doğrudan yorumlar düşüncesinin zenginliğini de belli ölçülerde gölgeliyor. Cinsiyet teorilerine karşı olarak Montaigne kadın-erkek arasındaki ayrımsızlık/farksızlık imgelemini eleştirir. Özellikle kadın-erkek arasındaki ufak farklıkları bile ortadan kaldıran düşünce kadar Montaigne’nin düşüncesine yabancı bir şey yoktur. Kadın ve erkek arasında ne kadar az farklılık olsa da yine de bir farklılık unsuru bulunur ona göre. Montaigne “aradaki farkın çok büyük olmadığını”, ama yine de bir farkın olduğunu ifade eder. Peki, bu fark nerededir?
Montaigne sadece kadınlara has bazı ayrımlardan ve özelliklerden bahsetse de bunları doğal ya da özsel ayrımlar olarak düşünmek kolay değildir. Montaigne’nin modern şüpheciliği çerçevesinde Varlık, Doğa ya da Öz gibi hususlar aslında bilinç için tam olarak ulaşılabilecek ve anlaşılacak şeyler değildirler. Bazı hususların neden sadece kadınlara ait olacağını kabul etmek kolay görünmüyor. Bu tutarlı da olmazdı pek.
Peki, burada yine bir erkek tahayyülü ya da fantezisi mi bulunuyor? Ya da esasında kültür dediğimiz şeyin öyle büyük bir etkisi var ki, bu zamanla acaba ikinci bir doğa mı oluşturuyor? İşin aslı, bu soru açıkta kalır. Montaigne açısından cinsiyetler arası ayrım meselesi daima açık kalacak ve çözülemeyecek bir problem gibidir. Öyle görünüyor ki tam da açıklığı ve imkânsızlığı muhafaza etmek çok daha önemlidir.
[1] İktidar ve miras üzerine erkeklere öncelik veren ve kadınları dışlayan bir yasa.
[2] Kadın düşmanları ve savunucuları arasındaki kavga.
Fransızcadan çeviren: Latif Yılmaz
Not: Bu metin 2022 yılında Ankara’da Tekhne Kültür Derneği’nde Isabelle Krier tarafından yapılan Fransızca bir söyleşinin tam çevirisidir. Metindeki Montaigne alıntıları için bkz. Michel de Montaigne, Essais, édition critique par André Tournon en 3 volumes, Imprimerie Nationale Éditions, Paris, 1998-2003.