Değişim: CHP ve Türkiye

31 Mart Seçimleri, öncesinde umulandan daha az ilgi doğurdu, ne var ki sonucuyla beklenenden daha fazla etki uyandırdı. Bunda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kurultayında başlayan “değişim”in kendisi kuşkusuz önemli bir belirleyen. Şimdi parti, bir kez daha kurultaya gidiyor. Bu kurultayın da benzer bir etkiyi uyandırması olası. Ama gelecek seçim henüz göz erimine girmediğine göre, bu etkinin sürgit kılınabilmesi için başka değişkenlere de gereksinim var. Bunları saptamanın basit bir yolu geçtiğimiz seçimlere ve 1 Nisan’dan şimdiye değin olan “şakası bol” tüm gelişmelere bakmaktan geçiyor.

31 Mart Seçimleri, CHP’deki değişimin (daha doğru bir söyleyişle değişim olasılığının) seçmen tarafından inandırıcı bulunmasıyla ve dahası –moda finans tabiriyle– satın alınmasıyla, kısmen açıklanabilir. Partiler düzeyinde dağılan kurumsal muhalefet blokunun tabanda belirmesi de seçim sonuçlarını etkileyen bir diğer önemli etken; ama buna seçimin yerel niteliğinin pekiştirici etkisini ve stratejik oy verme eğilimlerindeki dönemsel değişkenleri de peşi sıra eklemeliyiz.

Sözgelimi ülkenin Batısındaki Kürt oylarının CHP’ye yönelmesinde, seçmenin iktidar blokuna kaybettirme stratejisinin etkisi göz ardı edilemez. Yine de durum bununla sınırlı değil: Evet, seçimlerde Kürt siyaseti, etkin olduğu illerde tüm baskılara karşın dikkate değer bir kayba uğramadı; ama tabandaki siyasetsizleşme eğilimini bu illerdeki katılım oranlarından ve yerel gözlemlerden çıkarmak da pekâlâ olası. (Kuşkusuz seçim sonuçlarını tanımama girişimine karşı Van’daki anlık kabarışa daha dikkatli bakmalıyız.[1]) Dahası Kürt siyasetinin özellikle ülkenin Batısında –hem örgütsel hem de kitle mobilizasyonu bağlamında– beklenenden daha dağınık bir görüntü veriyor olmasını kayda geçirmeliyiz. Bu durum, sonuçlarda CHP lehine etki eden bileşenlerden biri olduğu kadar Kürt hareketindeki süreğen bir eğilimin yeni evresi olarak da düşünülebilir. Belki de Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) Kürt siyasetinin çatı partisi olarak özcü bir pozisyona doğru ilerlemesi/çekilmesi, Batı’da düşündüğünden daha büyük bir tabansızlaşma (ya da şimdilik tabanı amorf kılma) eğilimi yaratıyordur. Hareketin özne, paydaş ve destekçilerinin artan oranlı eleştiriye kapanma tercihi de bu eğilimi hızlandırıyor olabilir. Türkiye İşçi Partisi’ndeki (TİP) son geniş çaplı kopuş, sosyalist hareket içinden yeni bir temas imkânı yaratarak bu eğilimi ne denli yavaşlatabilir; bunu göreceğiz görmesine ama mevcut pozisyonun yapısal dinamikleri, gidişata set çekilmesini doğrusu zorlaştırıyor.

Seçimlerde (ve ardından yapılagelen anketlerde) ekonomik darboğazın kitleler üzerindeki etkisini herkes dile getiriyor. Gençler ve yaşlılar benzer kaygıları paylaşıyorlar. Seçimlerin sonucunda en önemli belirleyen belli ki gerçekten bu ekonomik itki. Ancak bu itkiyi gereğinden fazla vurgulamak –kısmen unutulmuş bir terimle– ekonomizme savrulmak olur. Sonuçta kriz ve onun doğurduğu rahatsızlık somut gerçeklerdir, ama onu hem yaratan hem de aşma iradesi gösteren neredeyse tüm unsurlar gerçek öznelerin politik beyan ve becerileriyle şekillenir; dahası “seçmen” denen dönemsel varlık, bu politik irade beyanına (ve daha çok da bu beyanın inandırıcılığına) reaksiyon verir. Eskiden, özellikle sosyalist hareket içinde temelde sınıfların birbirleriyle ilişkilerinin, sınıf içi dinamiklerin ve dönemsel bilinç düzeylerinin verili durumunun seçimlerle resmedildiği, bundan başka da kendisine bir anlam yüklenmesi gerekmediği –aşırı vurgulu bir propagandizm hattında– çoklukla dile getirilirdi. Eğilimleri, seçimler aracılığıyla yorumlamak aslında eskisi kadar kolay değil; dahası anketler bile bunun için çoğu zaman yeterli olmuyor: Gösterilen (toplumsal) reflekslerin zaman aralığı günümüz dünyasında çokça daraldı (buna mukabil spontaneliği arttı) ve bu daralma oranında şiddetinin öngörülemezliği de genişledi. Ana akım siyasetlerin politika üretme yeteneklerinin azalmasıyla birlikte, uzun vadeli eğilimleri sadece seçim sonuçlarına dayanarak değerlendirmek artık yeterli olmayabilir. Bu bağlamda, seçimlerde köktenci partilerin ve kopuşçu söylemlerin kendilerine yeterince yer bulamaması, bu eğilimlerin ülke genelinde tabanda yayılmadığı anlamına gelmez.

Daha açık bir söyleyişle seçimlerin yerel niteliği sağ-radikalizme savrulmayı engellemiş olabilir; bunu doğal olarak kayda geçirmek gerekir: Merkez siyasetin gerçek ve büyük sorunları göğüsleyemiyor oluşu ile bu sorunlar üzerinde sörf yaparak kitlelerle etkili bir şekilde iletişim kurabilen kökten-milliyetçi ve muhafazakâr partilerin varlığı arasındaki dönemsel boşluğu, kitlelerin muhalefete son kez "hadi harekete geç!" şeklinde zorlaması olarak da belki yorumlayabiliriz. Yine de bu zorlamanın büyük bir şevkle değil, ziyadesiyle zorunluluktan gündeme getirildiğini de unutmamalıyız. Eğer bu partiler örgütlenmede daha etkin olsalardı, durum farklı olabilirdi: Mevcut beceriksizlikleri bir şans! Özellikle Ümit Özdağ örneğinde karizmatik liderlik beklentisinin, karikatürize bir reaksiyonerlik hâline büründüğünden bizatihi parti inşasına engel olduğunu görüyoruz. Yeniden Refah Partisi örneğinde ise, kadro düzeyindeki reaksiyon ile taban düzeyindeki reaksiyon arasında anlamsal farklılıklar bulunuyor: Yerelde kadrolar ikbal peşindeyken, taban “intikam” arayışında. Ne var ki bu tabanın, ağırlıkla yaşlanmış ve yılgın bir nüfusla şekillenmesi, kadroların savrulmasını engellemeyi de çoğunlukla imkânsız kılıyor; gerçekleşen son “transferleri” bu bağlam içinde anlamlandırabiliriz.

Peki, hâl böyleyken (ana) muhalefet harekete geçti mi, ona bakalım: Seçimlerle birlikte –istense– meşruiyeti dahi tartışmaya açılabilecek tuhaf bir koalisyonla kendini ifade eden mevcut rejim(sizlik), kendi kas gücünü göstermek istercesine yer yer ve kontrollü olarak baskıyı arttırmayı yeğlerken, CHP yumuşama-normalleşme sarmalında tüzük kurultayına gitmeyi seçti. Kurultay, CHP’deki değişimi kuvveden fiile çıkarır mı, göreceğiz. Sonuçta parti, kendi içinde yerleşmiş ve uzun yıllardır süregelen dengelere sahip, ancak bu dengeler artık oldukça köhne bir yapı oluşturmuş durumda: Bu yapı, yerel iktidar nimetlerinden ve çeşitli güç odaklarının yıllar boyunca korudukları konfor alanlarından besleniyor. Bu nedenle parti, kendini aşabilmek ve ilerleyebilmek için risk almak ve bu köhneleşmiş güç ilişkilerini aşmak zorunda.

Parti içinde değişimi isteyenlerin topyekûn diğerkâm adımlar attığı da söylenemez. Ne var ki tüm bu unsurların parti dışındaki gelişmeleri parti içine aktarmak istedikleri, yani seçim sonuçlarını, dünyanın hâl ve gidişatını parti içinde bir kaldıraç olarak kullanmak istedikleri aşikâr. Geçmişte siyasî öncüler, özellikle kendilerine devrimcilik addedenler, kitlelerle kurdukları ilişkiyi açıklamak için "triger kayışı" benzetmesi kullanırdı. Ancak, günümüzde bu ilişki çoğunlukla tersine dönmüş durumda; artık partilerin içindeki dinamikler, dışarıdaki değişimlerle biçimlendirilmek isteniyor. (Daha doğrusu tahterevalli, bir yöne gereğinden ağır basıyor.) CHP’ye de çeşitli biçim ve düzeylerde dışarıdan bilinç aktarılıyor.[2] Bu illa kötü bir şey olmak zorunda değil; belli ki partinin buna ihtiyacı var. Bu da CHP’nin kendini yenileyebilmesi için mevcut güç dengelerini ve yapıları gözden geçirmesi gerektiği anlamına geliyor.

Bu gözden geçirme nasıl bir ahvalde gerçekleşecek, sonuçta dış olayların basıncını parti içindeki yönetsel/örgütsel değişimin aracı olarak kullanmak bir yere kadar. Partilerin varlık nedeni kendi programlarını hayata geçirkmekse eğer, bu program hattında sürgit bir örgütlenme faaliyeti içinde toplumsallığı yeniden (ve yeniden) biçimlendirmek de onların görevi ve sorumluluğu: Bu görev ve sorumluluk, partilerin sadece varlıklarını sürdürmeleri için değil, aynı zamanda toplumsal tabanlarını güçlendirerek ideolojik ve politik etki alanlarını genişletmeleri açısından da elzem.[3] Partilerin hayatta kalabilmesi, bu sürekli örgütlenme ve toplumsal dönüşüm çabasıyla doğrudan ilişkili. Bu durumda CHP’nin bir verili düzen partisinden çıkıp, bir “siyasal program” partisi hâline gelmesi gerekiyor. (İnsan yazmak zorunda kaldığı şeylere bazen gerçekten hayret ediyor!) Çünkü verili düzen, çok da matah bir şey değil. Bu da örgütün dış olaylara reaksiyon veren bir insan yığını olmasının ötesine geçip proaktif devinim içinde evrilen organik bir bütün hâline gelmesiyle mümkün. Kitlelerin verili bilinç düzeyi, yanlış planlanmış ışık-kapatma eylemleriyle, lokal sorunları dile getiren örgüt ağırlıklı zorlama dar-mitinglerle yükseltilemez. Parti, toplumsal muhalefetin kendini ifade ettiği bir kanal hâline gelmek durumda, bu da geniş çaplı üye kaydı ve bu yeni kadroların parti örgütlerinde söz sahibi olması ve sorumluluk almasıyla mümkün. (Oysa partiye çağrılar üzerine kayıt olup deneyimlediği hayal kırıklığını dile getirenlerin sayısı hiç de az değil.) Sıkça dile getirilen “sosyal-demokrat parti” ifadesi de bugün için bir boş-gösteren. Parti yönetiminin bunu anlaması, program ve programa uyumlu bir örgüt üzerine daha çok kafa yorması gerekiyor. Program, hukukî bir zorunlulukla hazırlanmış ve ardından rafa kaldırılmış hatırat olamaz. Programsız bir azlık olarak mevcut CHP, fedakâr kadroların üstünde kendine alan açan çıkar odaklarının rant talepleri anlamına gelirken, programsız olası bir çokluk olarak da kendisini bütünüyle yönsüz bırakacak bir savruluşa ya da kitlelerin kendinden topyekûn umudu kesmesine sürüklenir.

Şimdi çok hızlı bir şekilde Türkiye’nin şimdiki zamanın basıncı altında ezilen siyasetininin şu birkaç ayını özetleyelim; ki bu bile ciddi mesai gerektiriyor: 1 Mayıs’taki manasız yasağı, Sinan Ateş suikastı davasını, kabak tadı veren Yargıtay seçimlerini, Devlet Bahçeli ikonografisi üzerine olan çalışmalardaki artışı(!), Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki bozkurdu[4], Kayseri’deki linç ve infiali, başta uyuşturucu olmak üzere her türden çeteyle mücadeledeki gelgitleri, artık hemen herkesin koyverdiği eğitimdeki (karşı-)reformu, olimpiyat oyunlarındaki yekûn başarısızlığı, sokak köpeklerini itlaf girişimini, Filistin meselesinde Hamas’ın aşırı-yüksek perdeden sahiplenilmesini, yaptım-olducu Instagram yasağını, Eskişehir’deki “yalnız kurt”u ve tüm bunların paspartusu olarak yumuşama-normalleşme tartışmasını bir çırpıda sıralayabiliriz sanırım.

Bu olayların her biri (ve daha fazlası) ülkeye dair kuşkusuz bir şey söylüyor: Atılan nazar, çizmek istediğim çerçeve için işlevsel olabilir. Örneğin şu tuhaf dokulu paspartuyu ele alalım: Medyascope’taki ortak yayınlarında Kemal Can yumuşama ifadesinin, muhalefetin yumuşaması, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) ve Cumhurbaşkanı’na yönlendirilen itirazlardaki yumuşama beklentisi anlamına geldiğini sıklıkla dile getirdi. Yine bu yayınlarda Ruşen Çakır ve Kadri Gürsel de benzer şekilde tarafların normalleşmeden beklentisinin farklılığını vurguladılar. Gerçekten de parti içinde, parti için, partiyle kendisi ve kadrosu için bir denge siyaseti yürüten ve bu denge içinde kendine –Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmelerini de kullanarak– alan açan Özgür Özel’in bu normalleşme beklentisinden istifade ettiğini, en azından kendi özgül ağırlığını arttırma çabasında belli bir başarıya ulaştığını hem bu yorumcular, hem de anketler söylüyor.

Kısmî ve geçici normalleşmenin Tayyip Erdoğan’a sağladığı imkânınsa kendisinin manevra alanını genişletmek olduğu söyleniyor. Aslında bu okuma kimi başka yorumcularda Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Devlet Bahçeli’nin kendisini esir ettiği şeklinde (bir miktar hakikat barındıran) çok abartılı bir yorumla birlikte dile getiriliyor. Erdoğan’a çizilen bir kuş kadar hür, ama altın kafeste perspektifini bir an için bütünüyle doğru kabul edelim. Bu durumda ana akım muhalefet olarak –iktidar olma perspektifinden– günlük politikanızı nasıl kurarsınız: Ya MHP’ye yüklenerek Cumhurbaşkanı’nı “özgürleştirmeye” çalışırsınız ya da MHP’ye daha iyi bir “ortak” olacağınızı göstermeye… İki türlü de bu, politik bağımsızlıktan caymak anlamına gelir. Muhalefete fırsatçılık ve çakallık dışında hiçbir şey önermeyen bu perspektifin TV’de saat öldürmeye çalışan eli-çubuklular dışında kimseye bir faydası olduğuna inanmıyorum. Bu nedenle AKP ve MHP’yi, kendi içlerinde kesin ve gerçek bir parçalanmaya gidene kadar tek ve bütün addetmek, tabanlarını ise bunlardan bütünüyle ayrı düşünmek, bu iki aktöre de ara ara nefes aldıran tüm varsayımlardan kurtulmak anlamına gelecektir.

İktidar perspektifi olan bir partinin politik bağımsızlığından caymasının absürtlüğünü burada ayrıca dile getirmeye gerek yok. Öte yandan muhalefet partilerinin kendi bağımsız politik çizgilerini inşa etme noktasında oldukça mütereddit olduklarını belirtmeliyiz. (İYİ Parti’yi büyük ölçüde çözülüşe iten de bu.) İktidarın bulanık suya düşen şekilsiz yansıması olarak köşelerinde bekleyip atanma sıralarının gelmesini bekleyen Kılıçdaroğlu siyaseti –dar grupçu sekter tabanın gözünde cevval, bürokratik çerçevede sadık, geniş kitleler nazarında güvenilmez– ile iktidar olabileceğini sanmak, herhalde bugün en sık düşülen yanlış. Sonuçta normalleşme tartışmasının kendisi dahi ne idüğü belirsiz bir düzlemde politik muğlaklık(lar) yaratarak kitleleri pasifize etmeye yarıyor, hepsi bu. Aşılması gereken bu tartışmanın bir sorusu da Türkiye’nin normalinin ne olduğu: Belleğim beni yanıltmıyorsa bu normal, sürgit bir rejim krizi ile ifade edilirdi. Türkiye’nin şu ya da bu şekilde güçlü vesayetlere ihtiyaç duyması da bundandı: Krizi mümkünse dondurmak, değilse görünmez kılmak.

Bugüne geldiğimizde rejimsizliği, rejim krizinden evla göre gören bir anlayışla idare edilen bir ülkedir Türkiye. Aynı şekilde refleks verme kabiliyetinin artması pahasına (ki o da tartışılır) her tür hukuksuzluğa, yöneticilerin adam sendeciliğine, çıkarcılığına, liyakatsizliğine olur verenlerin ülkesidir Türkiye. Sonuçta rejim tartışmasının kendisinden kaçınma gayreti, Genel Seçimler’deki başarısızlıkla açıklanabilir belki ama, aslında bu tartışmayı bürokratik bir düzlemden çıkarıp gündelik olanın yaşamsallığında sloganlaştırmak da pekâlâ mümkündür; dahası gereklidir. Üstelik bağımsız bir politik çizgi, rejim tartışması yapılmadan (en azından yeniden kurumlaşma talebi dile getirilmeden) bugün için inşa edilemez görünüyor.

Kurumsal partilerin program tartışması ve bilincinden bu denli uzaklaşmış olması aslında ilginç bir durum. Parantez açmaya değer: Sosyalist hareketin trajikomik bahtsızlığı da burada kendini gösterir. Sol hareketlerin tarihi, bir yerde program tartışmaları üzerinde şekillenir. Dönem ve durum analizi, asgari ve azami program tartışmaları, kimi sektörlerde geçiş programı arayışları, kitle seferberlikleri içinde politik partilerin inşa perspektifi ve benzeri başlıkların hemen hepsi, bugün düzen içi kurumsal kitle partilerinin ele alması gereken ihtiyaçları karşılar. Bu ihtiyaçlardan kaçınıldığı ölçüde radikal sektörler kendilerine alan açabilirler. Öte yandan kısmen de olsa radikalize olmaktan ya da en azından kendini uzun soluklu politikalarla bağlamaktan korkan/kaçınan merkez siyasetin yaşamaya devam etmesi aynı oranda zorlaşır.

Ağırlıklı çalışmaları güvenlik bürokrasi ve devlet üzerine olan Mark Neocleous, “Devleti Tahayyül Etmek” (çev. Akın Sarı, NotaBene: 2015) kitabının hemen başında tahayyülün, eskiden “siyasal mücadelenin önemli bir parçası” olduğunu dile getirir. Yine Neocleous, kitabının "body politc" kısmını "siyasal düşüncenin merkezi bir mecazı" olarak ele alırken modern demokrasilerin “beden”i gayet akıllıca muğlak kıldığını ama bu mecazın aslında hiç terk edilmediğini anlatır. Neocleous, faşizm örneğinde iddia edildiği gibi modernlik öncesi kalıplara dönülmediğini, sadece bu muğlaklığın terk edildiğini dile getirir, vs. Sanırım otoriter (ve ilerisi) rejimlerin bir sorunu da devletin temsili ile onunla özdeşim kurulan, kurdurulan gerçek kişiler arasındaki mesafenin, yaşlılıktan, hastalıktan, şundan bundan illa açılıyor olmasıdır: Bu durumun istikrar vaadi ile tezat oluşturur. Bugün iktidar blokunda bu mesafenin açıldığını ve muhalefetin tam da bu boşluğa genç ve vizyoner öncülerle talip olması gerektiğini dile getirmek akla yatkındır ama yeterli değildir. Aynı şekilde bugün “politik bağımsızlık”, “talep ve programın organik bütünlüğü” ile “siyasal mücadelenin önemli bir parçası olarak yeni bir gelecek vizyonu” aktif politikanın merkezine geri taşınmak durumundadır. Boşluk ancak bu sayede dolar.

Dahası Türkiye gibi sermaye yetersiz ülkelerin tanımlı bir ufku, mümkün mertebe ortak bir değerler sistemi olmalıdır. Türkiye'nin en büyük talihsizliğinin kendi eliyle bu ufuk ve sistemi demokratik bir dönüşüme tabi tutmak yerine tırtıklaya tırtıklaya ortadan kaldırması olduğu söylenebilir. Bugün neoliberal çözülüşle sarmaş dolaş ilerleyen bu değer kaybını hemen herkes tespit eder ama yaygın ve büyük sorunlara yanlış yanıtlar verenler sorunların kendisinden daha büyük maliyetlere neden olmaktan da geri durmaz.[5]

Retoriğin gereğinden fazla prim yaptığı bu dönemde politik netlik, bu maliyeteleri de üstlenecek şekilde ancak program ve programa inanmış kadrolar aracılığıyla kendine alan açabilir. Politik netlik sağlanmadan atılacak her adım, çözümsüzlüğü derinleştirir ve yatay düzlemdeki toplumsal kutuplaşmayı artırır. Dahası “toplumsuzlaşma” sürecini hızlandırır. Bu nedenle, toplumun geniş kesimlerini kucaklayan, onların ihtiyaç ve taleplerine cevap verebilen bir siyasi vizyon gereklidir. Bu vizyon, yalnızca mevcut sorunları çözmeyi değil, aynı zamanda geleceğe dair umutları da filizlendirmeyi amaçlamalıdır. Ve belki de en önemlisi, burada kastedilen şey "reklamcılık" değildir.


[1] Van'daki kitlesel tepkinin ülkenin Batısında da belli bakımlardan karşılık bulduğunu ve bunun, kitleler nezdinde "demokrasi"nin hem korunması hem de talep edilmesi gereken bir mevzi olarak görülmesinden kaynaklandığını hemen belirtmemiz gerekiyor. Bu yazıda vurgulanacak "program" arayışının başlangıç noktası da, bu tür mevzilerin somutlaştırılması çağrısıdır.

[2] Burada akla başta “küresel beklentiler” geliyor. Ama aslında İyi Parti’nin güvenilmezliği karşısında siyasetsiz bir siyasetle CHP içinde yer almayı tercih eden Mansur Yavaş ve benzer isimlerin varlığı da İç-Batı Anadolu’nun taşralı kökleriyle hafıza ilişkisini koruyan milliyetçi nüfusunu ve metropollerin kentli-milliyetçilerini yavaşça CHP’ye yönlendirmekle kalmıyor, onların bilincini de parti içine taşıyor. Birazdan metinde program tartışması bağlamında başka bir şekilde vurgulayacağım gibi CHP mevcut durumda henüz tam manasıyla yönlendirilmemiş, sıkıca birbirine bağlanmamış bir troyka tarafından çekiştiriliyor. Komik olan çekiştirmenin bileşkesi tarafından da tam olarak yönlendirilemiyor; bir hedef doğrultusunda ilerlemiyor oluşu. O, daha ziyade parti dışı etkenlerin açtığı patikada zoraki sürükleniyor. (Bu noktada bileşkeyi etkileyen bir faktör olarak –daha ziyade bir takoz görevi gören– eski genel başkan ve destekçilerini de atlamamak gerekir.)

[3] Tuhaf bir şekilde iktidar bloku da bu toplumsallaşma eksikliğinden muzdarip. Sözgelimi Türkiye'de çeşitli düzeylerde Filistin meselesine yüksek perdeden verilen destek, kurumsal aklın sorunu İran kapanından kurtarma girişimi olarak yorumlanabilir. Ama aynı şekilde bu destek, AKP’nin kendi meşruiyetini kuracağı “toplumsal dava” olarak yeniden işlevlendirilmek istenebilir. Tüm ittirmelere karşın, sorunun geniş ölçekli toplumsal tabanının oluşturulamaması, hem iktidarın inandırıcılığının büyük ölçüde yıprandığını hem de kitlelerin devletle kurduğu ilişkideki gevşekliği gösterir. Ayrıca bu durum, iktidara yönelik mevcut hoşnutsuzluğu yanlış yorumlamayı engelleyebilir: Bugün nasıl elde edildiği belli olmayan bir zenginliği gözümüzün içine soktukları için değil, nasıl elde edilmiş olursa olsun böyle bir zenginlik artık toplum tarafından erişilebilir olma hayalinin dışına çıktığı için tepki uyandırmaktadır. Sonuçta, Türkiye’de “Deli Yürek” dizisinden “Kurtlar Vadisi”ne, tarihî goygoylardan devletin çeşitli şekillerde mistifike edildiği çağdaş dizilere kadar tüm kitlesel endoktrinasyon çabalarının çıktısı manevi bir derinlik ya da fedakâr bir milliyetçilik değil, çakralı araba sevdası olmuştur.

[4] Yazıda ayrıca değinmeyeceğim için şu notu düşmem gerekir: Toplumda bir anda yayılan bozkurt sevdasını, MHP’nin manipüle etme çabasının ötesinde, kentli, seküler (daha doğrusu İslamcı-olmayan), tabandan gelen yeni nesil bir ulusçuluğun işareti olarak görmeliyiz. Biriken bu alâmetlere daha fazla dikkat edilmeli…

[5] Bu "maarif" meselesi de böyledir: Eğitimdeki nitelik kaybını onu seyrelterek, toplumdaki değer erozyonunu geçmişin köhne payandalarını keyfekeder döşeyerek aşma çabası olsa olsa aymazlıktır.