Evin Sosyolojisi: Pürüzsüz, Modern Yaşamlar

Yaşanmışlığın izleri silinmeli. Kaykılmış yastık, oturulmuş, buruşmuş, örtüsü kaymış koltuk… Dağınıklık affedilemez. Ev; yaşanılan, yaşayan bir yer değil, sergilenen bir obje olmalı. Eşyalar pürüzsüz, çizgisiz, lekesiz, girintisiz çıkıntısız, tozsuz, hasarsız. Plastik musluk hortumu, dağınık bulaşıklık, çiçekli perde kabul edilemez, tek renk jaluzi kullanılmalı. Ortada hiçbir nesne görünmemeli. Dağınık olmayan, yirmi dört kavanozun etiketiyle asker misali sıralı, çekmecede durduğu, pahalı makinelerin sergilenmesine izin verilen, yeni laboratuvar mutfak. Bej ve açık renklerin hâkim olduğu evler. Uyumsuzluğa, fazlalıklara, bozukluğa yer yok. Gündelik hayat, nesneleriyle birlikte kuşatmanın, operasyonun alanı. Estetik algı tarafından kuşatılan, dikte edilen. Estetik sınırlarının dışında kalan evler derhal sorunları bulunup çözülmesi, ilk fırsatta yeniden dekore edilmesi, gösterilmemesi, fotoğraf video çekerken gösterilmemesi gereken mekanlar. Sadeleşmeyi doğru anlamış mıyız?

Kahve makinesinin türlü kahve çeşitleri yapabiliyor olması yetmiyor, işlevselliğinin yanında görüntüsüyle de mesaj vermeli. Örneğin vintage görünümlü, piyasadaki ortalama kahve makinesinin sahip olduğu tüm fonksiyonlara sahip ancak tasarımı nedeniyle çok daha yüksek fiyata satılan makineler; sahibinin zevk sahibi olduğunu, rafine zevkleri için para harcamaktan çekinmeyen, aynı zamanda eşyanın ruhuna önem veren biri olduğunu söylüyor, toplumdaki hiyerarşik konumunu belirliyor. 1950'li, 1960’lı yılların renk, boyut ve formuna sahip kahve makineleri günümüzde tekrar birebir aynı şekliyle üretiliyor. Tost makinesinin de vintage olması ve kahve makinesiyle uyum sağlaması; diğer mutfak eşyalarıyla da sadece mekânsal ve form benzerliği açısından değil ‘ahlaki’ bir birliktelik sağlıyor. İşlevini yerine fazlasıyla getiren aletler simgesel olarak da kendinden emin bir duruş sergileyerek nesnelere katılmak istenen ‘ruhun’ gururla taşındığını da gösteriyor.

Dönüşüp Duran/Duramayan Eşyalar

Koltuğun yatağa, sehpanın masaya dönüşebilmesi; eşyaların uzayıp kısalması, açılıp kapanması genişlemesi, tüm bu dönüşüm kabiliyetleri insanın artık mekâna sığmamasından kaynaklanıyor. Şehirlerde fiziksel olarak az kişinin geniş evlere sahip olma şansı var. Kişi başına düşen alan giderek azalıyor. Ek olarak, modern eşyaların zekâ ürünü, çok fonksiyonlu olmak gibi iddiaları da var. Varoluşları çözülmeyi bekleyen bilmece gibi, esas fonksiyonunu yerine getirirken farklı sorunlara da çözüm bulmaya odaklanarak tasarlanıyorlar. Yemek odasının yemek masası, sandalyeler ve büfeden oluştuğu, yemek yemek için kullanıldığı; evin bölmelerinin sadece kendi amacı için kullanıldığı bir yaşam tarzından, daha fazla işlevsellik, yer kazanma merkezli akıllı tasarımlara kaydığını görüyoruz. İnsanlar farklı fonksiyonlarından faydalandığı eşyalarla -örneğin gündüz üzerinde oturup gece uyuduğu koltuk- daha serbest, çok yönlü ve dinamik ilişkiler kuruyorlar. Kendi temel fonksiyonundan özgürleşen, farklı işlevsellikler kazanan eşyalar, insanların da mekanla olan bağlarının zayıflaması ve özgürleşmesi sonucu doğuyor. Sanayi devrimi ile hukuken özgürleşen, ilişkileri ve sorumlulukları gevşeyen insan; emeğini de satmaya başlamasıyla, kendi özgürleşirken nesneleri de özgürleştirmeye başlamıştır.

Bakıştığımız Nesneler

Sığındığımız, yaşadığımız, özgürlük alanı olan evlerimiz; işlevsel, simgesel, seri üretim nesnelerle dolu olduğunda; evimizin biricikliğini inşa edebilmek, olağanlaşmaktan kurtulmak adına hiçbir fonksiyona sahip olmayan dekor nesnelere yönelmeye başlarız. Tasarım objeler varlıklarıyla umutsuz mesajlar vermek ister gibi evin farklı bölmelerine serpiştirilirler. Umutsuzluk farklılaşmanın mümkün olmayışından kaynaklanır. Nesneler eve ruh kazandırmak gibi anlamsız bir çabaya araç olduklarında, mutsuzluğun sembolü olurlar. Bazen gidilen bir ülkenin bit pazarından alınan kimsenin ne olduğunu anlamadığı bir obje, bazen anlaşılmaya muhtaç modern sanat objesi, kuralına uygun oynanan sıkıcı ve ezberlenmiş bir oyunda yapılan son dakika taktiği gibi öylece var olurlar. İşlevselliğe sahip olmayan nesnelerle mekâna ruh kazandırmak istemek özgün olmaya çabalamaya denk düşmektedir. Günümüzde birbiriyle uyumlu nesnelerin bir araya getirilmesi, eşyaların iletişimini sağlasa da soyut dil seviyesinde yetersiz kalmaktadır. Sadece bakıştığımız, ortam oluşturan, hikayesini anlatarak simgeselleştirdiğimiz nesneleri doğurmaktadır. Hikayelere olan ihtiyaç evdeki eşyalara da yansımaktadır.

Ortadan Kaybolması Gereken Nesneler

Modern evlerin karakteristik ve doğal olmayan başka bir özelliği ise simgesel olan nesneler dışındakilerin neredeyse tamamının saklanmasıyla oluşması beklenen estetik algısıdır. Modern mutfaklarda yemek yapmak/yemek için ihtiyaç duyulan araç ve gereçlerin, malzemelerin tamamı çekmecelerde, dolaplarda, onlara özel yapılan bölmelerde, aynı boy, renk ve şekle sahip kavanozlarda, belirli aparatlarla ayrılmış, sınıflandırılmış, ustalıkla ortadan kaldırılmıştır. Yaşanıldığına, yemek yapıldığına dair tüm emareler raflara, dolaplara bölmelere tıkılarak yok edilmiştir. Koku, dağınıklık, kirlilik gözükmeden, kahve makinesi gibi simgesel nesnelerin sergilendiği laboratuvar ortamı oluşturulmuştur. Evin diğer bölgelerinde de aynı şekilde tüm makineler dolaplara gizlenmiştir. Ütü, çamaşır/bulaşık makinesi, temizlik malzemeleri dolaplara, bölmelere gizlenmiştir. Yaşamın izleri yok edilerek sergi alanına, müzeye çevrilen mekanlar oluşturulmuştur.

Evini Sunan ‘Daire’ İnsanları

Ev sahibi adeta bir müze sergi rehberi gibi hareket ederek, evdeki her nesnenin hikayesini, duygusal bağını, tasarım sürecini -belki de ‘yaşam’ öyküsü demeliyim- büyük bir gururla anlatır. Nesnelerin de evde adeta yaşayan bir insan gibi anlatılmaları; eve getirilişi, imalat süreci (doğuşu), kullanımı, bakımı, evde mekanının değişimi (insan gibi bakımının sağlanması), aksesuar ve eklentiler satın alınması, (bakımı için para harcanması), işlevini kaybettiğinde de dekor olarak ‘yaşamına’ devam ettirilmesi yaşam öyküsü olarak adlandırılıyor. Nesneler üzerinden insan ölümsüzlüğe öykünürken, nesnelerin de bakımının sağlanarak, para harcanarak, mekânı değiştirilerek adeta ruh/can kazandırılmaya çalışılması insanın içine düştüğü dipsiz yalnızlığı daha da büyütüyor.

Eski evlerin satın alınarak ‘tadilat’ yapılması, tamamen modern görünüme kavuşturulması evin büyük bir kısmı yıkılarak yapılsa da yaşanmışlığın korunduğu iddiasını taşımaktadır. Eski evi tamamen yıkarak geriye hiçbir şey bırakmamak yeni yapılan evi değerli kılmak konusunda yeterli olmayacaktır. Genellikle ufak bir bölmeyi, ya da birtakım nesneleri saklayarak, evin diğerlerinden ayrılan bir özelliğe sahip olması sağlanır. Mimar ya da projeyi tasarlayan ev sahibi, sakladığı eski nesneyi örneğin kapı, sağlam taş bir duvar, şömine, tandır fırın yeni evde de tutarak, kendini gerçekten evinde kabul edebilecek, kaygılarından kurtulabilecektir. Diğer taraftan; farklı sebepleri olmakla birlikte eskiye ait objelerin devirler arası geçişini sağlamak zamanın başlangıcı ve sonunun tayin edilmesi, somutlaştırılması konusunda önemli bir işlev sağlar. Geçmişten bugüne uzanan, ölmeyen, somut bir nesne yardımıyla devirler arası seyahat başarıyla tamamlanmış, ölümsüzlük sağlanmış olur. Saklanan eski nesnelerin aynı işlevselliği sürdürmesi beklenmez, farklı bir işe yaramaları için yeniden tasarlanabilir ya da kullanılmadan sadece teşhir edilerek bugünden (ölümden) kaçışı, nefes almayı sağlarlar. Örneğin kapı, artık kapı olarak kullanılmaz dolap kapısı veya ayna olarak var olmaya devam edebilir, eski fonksiyonunu sürdürmeden sadece varlığını sürdürebilir. Peki; eskiye ait olan, çoğunluğu yıkılarak modern bir biçimde inşa edilen bu evlerin, tamamının yıkılması söz konusu olduğunda nasıl bir fark oluşuyor? Proje sahibi açısından evin tamamen yıkılarak dönüştürülmesi; aldığı eğitim, sosyokültürel konum ve zihinsel açıdan kabul edilemez olur. Eğitimsiz sıradan bir müteahhit gibi davranmak sonucunda hissedilen utanç ve kaygı duygusunun ortadan kaldırılması gereklidir. Eski nesneyi işlevsiz olarak kullanmak, teşhir etmek bile farklı bir söylem üretmek açısından yeterlidir. Ev sahibinin bu kararı sınıfsal bağlamda ele alınabilir. Belirli bir ekonomik sosyal kültürel düzeye sahip kişiler nesneyi değeri açısından ele alıp dekora yönelebilirken, ekonomik olarak şanslı olmayan toplumsal tabakalar işlevselliğe yönelebilirler. Her iki grup da nesneler aracılığıyla tamamen farklı da olsa kendi erdemlerine ulaşmak için çabalarlar. Alt toplumsal sınıflar tamamen moderne, teknolojiye yani ‘güç’ erdemine ulaşmak isterken, şanslı toplumsal sınıflar eskiye ait nesnelerle ‘köken’, ‘yaşanmışlık’ gibi daha içe dönük ve soyut erdemlere ulaşmayı istemektedirler. Güç ve yaşanmışlık ilgili sınıfların sahip olmadıkları ancak ulaşmak istedikleri erdemler olarak farklı bağlamlarda yüceltilir. Daire gibi programlarda gelir düzeyi yüksek kişilerin dünyanın farklı şehirlerinde gezerek topladıkları işlevsiz nesnelere işlevsellik kazandırma çabası; yaşatmaya çalışmak, yaşanmışlığı devam ettirme, içe dönük pahalı bir uğraş olarak aynı zamanda salt işlevselliğe de dayanmayarak yapaylıktan kaçınma umududur. Evlerindeki eskiye ait objelerden veya bölmelerden bahsederken takındıkları tavır ve ses tonu adeta mitolojik bir hikâyeyi nesillere aktarma çabasına, ortak bilinci besleyen simgesel bir ayine dönüşmektedir. Modern yaşamın içine konulan eski nesnelerle; ikili bir anlamın, var oluşun, bir aradalığın ve ölümsüzlüğün mümkün oluşu, mitolojik olaylar, ilahi güçler ile bağlantı kurma arzulanmaktadır.

Ev sahibi gittiği gezdiği ülkelerden topladığı, tasarlayarak ürettiği/ürettirdiği, aile büyüklerinden kalan eski zaman objelerini dönüştürdüğü, bit pazarından satın alarak tamir ettirdiği, çoğunlukla işlevlerinin dışına çıkartılmakla övünülen nesneleri sunan, bilgi veren, kendi zevkini reklamını yapan insandır. Eşyaları tasarlayarak, yerlerini belirleyerek; onlara hükmeden, mesaj üreten, denetleyen, yaşamı kontrol altında tutmaya çalışırken; küçük alanlar için çözümler sunarak, kendisi için üretilen sisteme gönüllü razı oluşlarını fark etmemektedirler bile. Ölçülere uygun, tam oturan, yakışan, farklı görünen nesnelere sahip olmakla zekâ faktörünü önemli bir biçimde ön plana çıkaran, mesajlarını iyi sunan Daire insanları; kullandıkları söz dağarcıklarıyla da söylemlerini desteklemekte ve mekanlarına ruh kazandırma çabalarına övgü beklemektedirler. Doğal olmayan, sınıflandırılmış, belli iddiaları olan, güdümlenmiş, satın alma/tüketme üzerine kurulu kökünü unutmuş bir dünyada kendi dilleriyle, simgesel nesneleriyle mesaj vermektedirler.