“Yeryüzünün Lanetlileri” Sonunda Mutlaka Kazanır: Cezayir Savaşı (1966) Filmi ve Sömürgecilik

Yahudi İtalyan Komünist sinemacı Gillo Pontecorvo’nun yönettiği Cezayir Savaşı (1966), emperyalizmi sömürgeleştirilenlerin bakış açısından eleştiren neo-realist bir filmdir. Pontecorvo’nun filmi Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962) sırasında yerliler ile Fransız sömürge güçleri arasındaki şehrin Kasbah mıntıkasında cereyan eden savaşa odaklanır. Cezayir Savaşı, Cezayir’in kontrolü için verilen mücadeleyi öne çıkararak hem Fransız ordusunun uyguladığı acımasız taktikleri hem de Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FLN) bağımsızlık amacıyla şiddete nasıl tevessül ettiklerine dair bize gerçekçi bir perspektif açar. Bu bakımdan film, 20’nci yüzyıl ve sonrasındaki tüm kayda değer sömürgecilik karşıtı direniş hareketleri için bir arka plan vasfına haizdir. Söz konusu durum, daha geniş bir çerçeveden bakıldığı zaman İsrail işgaline karşı mücadele eden Filistinliler için de geçerlidir. Yakın bağlamda, mevzu bahis şiddet tezahürü, 7 Ekim 2023’te İsrail’i işgal eden ve İsrail tarihinde benzeri görülmemiş bir kargaşaya neden olan Hamas gibi militan gruplarla da ilişkili bir manzara arz eder. Her ne kadar da kadınlar ve çocukların kurbanlar olması yüzünden bütün bunlar dehşet verici görünüme bürünse de filmin bakış açısından, hasıl olan şiddetin gerekçesi hemen hemen her daim insanlık dışı ve acımasız bir işgalin kurbanlarının lehinedir. Pontecorvo’nun da gösterdiği gibi, işgal altındakiler işgalci bir güce direnildiği zaman orta yol yoktur. Eşyanın tabiatı gereği, sömürgeciliğin kurbanları özgürlük mücadelelerinde aşırı tedbirlere başvuracaklardır. Haklı ya da haksız olmaları, ne yazık ki hem işgal hem de direniş siyasetinin arka planına havale edilecek etik bir meseledir. Şiddet vakaların içinde akıp gittiği sömürgeci bağlam çelişki yüklüdür. Örneğin, Fransa Nazi işgaline karşı savaşan Avrupa ülkelerinden biriyken, Fransızların aynı zamanda emperyal bir güç olması büyük bir ironidir. Fransızlar Nazilere direndiğinde, bu öyle ya da böyle, kahramanlık addediliyor. Cezayirliler Fransa’ya direndiğinde ise, bu bir şekilde terörizm telakki ediliyor. Filmde, isyanı bastırması için 1957’de Cezayir’e getirtilen Philippe Mathieu’nun sözleri bu açıdan “manidardır”:

Bizler deli ya da sadist değiliz beyler! Bugün bize Faşist diyenler, birçoğumuzun Direniş’e yaptığı katkıyı unutuyorlar. Bize Nazi diyenler, aramızda Dachau ve Buchenwald’dan sağ çıkanların olduğunu bilmiyorlar. Bizler askeriz ve tek görevimiz kazanmaktır.

Bu anlamda, temelini ikili zıtlığa dayalı akıl yürütmeden alan bu şiddet mantığı bütün diğer işgal bağlamlarında karşımıza çıkmaktadır: Filistinlilerin meşru direnişi anti-semitizmdir. Oysa İsrail Araplara ve Filistinlilere zulmettiğinde bu bir “nefsi müdafaadır”. Pontecorvo, işgalin ağırlığı altında ezilen bir halkın özlemlerini izleyici nazarında görünür kılmak için yoğun ölçüde belgesel tarzı bir dolayıma müracaat ediyor.

Cezayir Savaşı’nda (1956-1957) Fransızlar zafere ulaşmak için rutin işkence, cinayet ve zorla ortadan kaldırma yöntemlerine başvurdular. Ancak Fransızlar ve FLN arasında süren Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nı (1954-1962) kazanan- sonunda işgalden kurtulan -Cezayirliler oldu. Pontecorvo bize emperyalizme karşı verilen uzun mücadelede yaşanan her yenilginin tam anlamıyla işgalci gücün nihai zaferi anlamına gelmediğini gösteriyor. Bilakis, işgal sömürge halkının yenilgilerine rağmen, eninde sonunda, son bulacaktır. Bu nedenle Filistinlilerin ve bilhassa Gazze insanının maruz kaldığı korkunç acılara rağmen, İsrail’in bu savaşı kaybettiğine ve Filistinlilerin kazandığına dair çok az şüphe olduğu açıktır. Pontecorvo’nun Cezayir Savaşı filminden çıkarılacak en önemli sonuç budur.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı filmini dikkatle izleyen, hatta sömürgeciliğin nasıl işlediğini bizim gibi ilk elden deneyimlememiş bir izleyici bile, öncelikle şu sarsıcı gerçeğin farkına varacaktır: Sömürgecilik gücünü cinayetten değil, işkenceden alır[1]. Bu anlamda sömürgeciliği yapılandıran esas unsur erkeklerin ve kadınların duygularına kayıtsız bir sömürge aklıdır. Bunun nedeni, pek insanca olmasa da fazlasıyla basittir: İşkence sömürgeciye cinayetten daha fazla fayda sağlar. Bu bakımdan işkence epeyce araçsaldır. Gelgelelim, sömürge insanının çaresizliği ve bu çaresizlik duygusunun tetiklediği direnişi idrak etmek de böyle bir izafet çerçevesi içerisinde gerçekleşir. Görünen odur ki, C. G. Jung’un o isabetli deyişiyle, iyileştirici güç yaranın kendisinden gelir.

Sömürge-karşıtı direniş, sömürgeci gücün aksine, gün ışığından imtina eder. Eski bir tarihçiye kulak verecek olursak, bu ilişkinin sebebi belki de güçlü olanın istediğini, zayıf olanın ise yapmak zorunda olduğunu yapmasıdır[2]. Gelgelelim, kolonyal baskı dünyanın en yavan ve amiyane işlerinden biridir. Sömürgeciye karşı direnişin ise poetik ve yaşamsal bir tarafı vardır. Tabii bu noktada sömürge baskısı altında yaşayanların semptomatik hatalarına saplanmamak kaydıyla. Tedhiş sömürgecide korku uyandırır uyandırmasına ama hiçbir zaman sömürge insanına gerçek özgürlük getirmez. Hatta işleri daha da kötü bir hale sokar. Özellikle de uzun vadede. Sömürgede yaşanan şiddetin ise sömürgecinin acımasızlığını gözler önüne serdiğini söylemeye gerek bile yoktur. Dahası, şiddetin, öyle ya da böyle, bumerang etkisi ile sömürgeci vahşete karşı geri döneceği, filmde de defalarca görüldüğü gibi, gün gibi aşikârdır. Burada daha da dikkat çekici olan şey ise gerek sömürgeci gerekse sömürge insanı ölüme meydan okuyan can sıkıntısı ve çılgınlığın kısır döngüsüne hapsolmasıdır. Film bir bakıma bunu anlamamızı sağlar.

Dolayısıyla sömürgeci tahakkümün ezici yüküne verilecek en uygun tepki şiddet veya milliyetçilik değil, kelimenin her anlamıyla eşitliği esas kabul eden – içerideki tüm yapısal güçlüklere kucak açan- radikal bir demokrasidir. Milliyetçilik demişken: Kolonyal deneyimlerin bizim gibi sömürge insanlarına öğrettiği en tatsız deneyimlerden biri de iç sömürgeciliktir ki bu tür bir sömürgecilik giriştiği vahşeti milliyetçilik kılıfında gizler. Zenginliğin, gücün ve kaynakların birkaç elde toplanması, film boyunca tanık olduğumuz üzere, iç sömürgeciliğin alametifarikasıdır ve sömürge tarihinin ayrılmaz bir desenidir. Böylesi bir iç sömürgecilik, hastalık semptomlarının çoğunu yok eden tedaviyi müteakiben bünyede baki enfeksiyondur. Nitekim başka sömürge deneyimlerine de baktığımız zaman iç sömürgeciliğin “yasal” bir kılıfla vuku bulan “organize bir soygun” olduğunu anlamak zor değildir. Sömürgecinin bu tanıdık karakteri- ki bu statükoyu olduğu gibi korumaktır- yerli burjuvazide de önümüze çıkar. Sömürge zenginlerini haiz oldukları servetin aslında kendilerine ait olmadığına ikna etmek deveye hendek atlatmaktan daha zordur. Günün sonunda sömürge zenginlerin gemi azıya almış narsisizmi öyle bir raddeye varır ki, yalnızca kendi gerçekliklerine inanırlar. Nihayetinde bir sömürgecinin asla barışık olamayacağı tek şey kendisidir.

Cezayir Savaşı filmini izleyici nazarında “gerçekçi” kılan ve kimi sömürge-karşıtı filmlerde gözden kaçırılan en kritik unsur ise sessizlik uğraklarıdır. Bu tür sessiz dönemler, sömürge-karşıtı direnişin Fransız sömürgecilere karşı mücadele edebilmek için ihtiyaç duyduğu enerjiyi depoladığı uğraklardır ve deyim yerindeyse, bir dönüm noktasıdır. Dahası, Cezayir’de cereyan eden bu sessizlik, ezilen sömürge insanının anti-sömürgeci ateşin fitilini de yakması için vakıf olması gereken “ezilerek yaşamaya mahkûm edildiği” gerçeğidir. Tabii, bizim tabirimizle “vakıf olmak”, farkındalıktan çok zulmün bitmesi gerektiğine, aksi takdirde, bedenlerimizin telef olacağına tüm ruhumuz ve bedenimizle inanmak demektir. Tıpkı her Filistinlinin zulme uğradığını öğrendiği gün, İsrail’in hem muharebeyi hem de savaşı kaybetmiş olacağı gibi. Cezayir’de sömürge-karşıtı devrim, filmde de gördüğümüz üzere, sadece ve sadece çıplak olarak gerçekleşir. 

Öte yandan tepeden bakma ve horgörü, sömürge insanının sömürgeciye karşı hissettiği duygu yelpazesinin en ucunda bulunur ve İtalyan yönetmen bu deneyimi son derece canlı bir şekilde bize hissettirmiştir. Eminiz ki vaktiyle Irak ve Afganistan’da bulunan Amerikalıların, yerli insanların kendilerine karşı küçümseme dışında hiçbir duygu beslemediklerine dair en ufak bir fikri bile yoktu. George Orwell gibi kısmen duyarlı sömürge memurlarını tenzih etmekle birlikte, “alıngan” sömürgeci güç alay edilip hor görüldüğünü kolay kolay anlayamaz.[3] Sömürgeci hor görü ise sömürgecinin tam da kendi zoraki ironisinde tezahür eder. Bu narsisizmin sebeplerinden biri sömürgecinin kendi gücünün meşruiyetine neredeyse sarsılmaz bir ilahi duyguyla sarılmasıdır. Onursuz bir şekilde yaşamaktansa, her an ölüme razı olmanın getirdiği o kesinlik duygusuna ihtiyaç duyanlar ise, filmin de bize gösterdiği gibi, aslında Cezayir insanıdır.

Söz horgörüden açılmışken: Sömürge-karşıtı direniş boyunca Cezayirli sömürge insanı, Fransız sömürgeciyi insanlıktan çıkarmak için onu küçük görerek kışkırtır. Küçük görmenin sömürge bürokrasisinin hesapları bozan ya da tersine çevirecek bir etkileme gücü vardır. Sömürgeciyi, onun kendi sömürgeci benliğini insan olarak tanıyamayacağı bir hale dönüştürmeye çalışır; o en kötü benliğe. Sömürge-karşıtı mücadele, her mücadeleye içkin, korku ve yalnızlığı ilga eder. Ancak bir şeyi anlamakta ya da en azından unutmamakta fayda var: Sömürgeci lâftan ve tehditten anlamaz ve en önemlisi kolay kolay hiçbir şeyden vazgeçmez. Fakat ezilen ve baskı altında yaşayan bu pis dünyanın “yeryüzünün lanetlileri[4]” sonunda mutlaka kazanır.

Cezayir Savaşı filminin bir diğer kilometre taşı meselesi da adaletsizlik ve yasa arasındaki çekişme ilişkisidir. Filmde tanık olduğumuz adalet ve yasa arasındaki nüansı tam da usta yönetmen Pontecorvo’ya has çarpıcı bir müdahaledir.[5] Çünkü meselenin adalet olduğu yerde yasalar gereksizdir. Adaletsizliğin olduğu yerde ise hukuk başlı başına bir amaç haline gelir ve Pontecorvo adaletsizlik ve yasa geriliminin bağlantı ve dikiş yerlerini açığa vurur. 

Filmin en önemli katkısını ise sona bıraktık: Kadınları eşit olarak benimsemeyen sömürge-karşıtı bir devrim bir devrim değildir. Kadınların öfkesi özgürlük yolunun mihenk taşıdır.


[1] Özellikle sömürgedeki işkence ile Nazilerin uyguladığı işkence birbirine benzemez değildir: “Roberto Rossellini’nin Roma, Açık Şehir (1945) filminde, Gestapo subayının teki, maruz kaldığı onca acımasız işkenceye rağmen bir türlü konuşmayan direnişçiye dair- görünüşe göre pek de ikna olmuşa benzemeyen- Nazi dostuna şöyle der: ‘Şafaktan önce ötmesi gereken bir herif var… Konuşacak… Yoksa bu bir İtalyan’ın en az bir Alman kadar değerli olduğu anlamına gelir! Bu da tüm köle ve üstün-ırkın taşıdığı kan arasında fark anlamına gelir! Savaşın varoluş nedeni de tam da budur’.  Eğer Almanlar kendilerinin “üstün ırk”, Alman kanının da dünyadaki diğer “köle-ırk”lardan farklı ve üstün olduğuna inanmasalardı, Nazizm denen şey ortaya çıkmazdı. Gestapo subayının burada vurgulamak istediği şey aslında dönüp dolaşıp aslında şu noktaya geliyordu: Ya üstün ırksın ya da köle ırk, yoksa kesinlikle ‘bu savaş için hiçbir sebep yoktur’. Nazizm emperyalizmin bir ürünüdür. Çünkü sömürgelerdeki şiddet eve Nazi şiddeti kılığında ithal edilmiştir. Tam da bu sebepten dolayı, sömürgelerde yüzyıllar boyunca tezahür eden batı şiddeti, aslına bakarsak Holokost buzdağının yalnızca gözle görünen kısmıdır.” Yazı için bkz. Kona, Prakash. (2016, 26 Aralık). “Naziler, Postkolonyal Söylem, 21. Yüzyıl’ın Amerikan Yeni-Muhafazakarlârı ve Kaçınılmaz Yazgı”. (Çev. ve dipnotlar: İbrahim Beyazoğlu). Gaile. Erişim Tarihi 11 Kasım 2024 https://www.yeniduzen.com/naziler-postkolonyal-soylem-21-yuzyilin-amerikan-yeni-muhafazakarlari-ve-kacinilmaz-y-84666h.htm

 

[2] “Thukydides”. İçerisinde Ratcliffe, S. (Der.), Oxford Essential Quotations.: Oxford University Press. Erişim Tarihi 14 Kasım. 2024, https://www.oxfordreference.com/view/10.1093/acref/9780191866692.001.0001/q-oro-ed6-00010932

 

[3] Sömürge insanının “efendisine” tepeden bakmasına dair George Orwell’in Bir Fili Vurmak hikâyesini bu konuda tipik bir örnek olarak anımsanabilir. Orwell’in Burma anılarına bakılırsa, orada yaşadıkları bu konuda tipik bir epizot olarak gösterilebilir. Orwell, G. (2012).  “Bir Fili Vurmak”. İçerisinde Neden Yazıyorum. (Çev. L. Konca). İkinci Baskı. İstanbul: Sel Yayıncılık, s. 98-107.

[4] Fanon, F. (2024). Yeryüzünün Lanetlileri. (Çev. Ş. Süer). İstanbul: İletişim Yayınları.

[5] Robert Young’ın da bize anımsattığı üzere postkolonyal söylem aslında müdahaleci bir “söylem”dir ve Pontecorvo “müdahaleci” sözünün hakkını veren bir yönetmendir. Tabii ki şu moda olagelen söylem/teori ve pratik/müdahale ayrımına yenik düşmeden. Zira bunu fark ettiğimiz zaman yönetmenin stratejisi farklı bir anlam kazanıyor. Young, R. J. C. (2024). Postkolonyalizm. (Çev. T. Sivrikaya) İstanbul: İletişim.