Mert Karbay’la Yeni Dünya Sosyal Medya kitabı üzerine söyleşi: “Tükendik, sıkıldık.”

- Sizi bu kitabın temelindeki tezi yazmaya sevk eden “sıkıntı” neydi, derdiniz neydi yani? Sosyal medyayla ilgili bir sıkıntı, bir dert olduğu kesin…

Başlangıçta henüz kavramsallaştıramasam da iki husus ilgimi çekiyordu. Birincisi, dünyada ve tabii Türkiye’de, doğrultusundan pek de hoşlanmadığım, baş döndürücü bir dönüşümün içerisinde olduğumuzu düşünüyordum. Tüm yapıp etmelerin çıkar ve/veya hazları ençoklaştırma ilkesinden dolayımlanıp bunun dışında herhangi bir tür yapıp etmenin giderek daha nadir hale geldiği mevcut dünya işleyişinin özgün bir biçiminin, dünyadan alacaklı, mutsuz ama keyfi yerinde bir biçiminin yaygınlaşmaya başladığı kanaatindeydim. İkincisi, çok kısa bir süre içerisinde, sadece benim değil, tanıdığım hemen herkesin yakındığı bir dikkat dağınıklığı hasıl oldu. Yaşamın temposu akıl almaz ölçüde arttı, bununla baş edemeyen içsel tempomuzun verdiği reaksiyon ise dikkat aralığımız ve tahammül düzeyimizdeki düşüş oldu. Yetişemez olduk. Tükendik. Sıkıldık (genel!).

Bu iki hususun -ya da onların dolaylı neticelerinden olan imposter (sahtekârlık) sendromu ve tükenmişliğin- birbirleriyle bir düzeyde bağlantılı olduğunu görmek zor değil. İşte tam da bu düşünme, davranma, hissetme örüntüleri ile dağınık dikkati birlikte düşünmeye koyuldum. Başlangıçta bu yeni eğilimleri, halihazırda “neoliberal özne” adıyla yetkinlikle ortaya konmuş olanın, yani yaşamını bir şirket gibi örgütleyen, kârlarını, deneyimini ençoklaştırma, buna mukabil riskini ve potansiyel acılarını yayma, dışsallaştırma sürecinin dijitalleşmesi olarak kavramaya meyilliydim. Acaba dijitallikle karşılaşan mezkûr öznede ne tür değişimler, aşınmalar gerçekleşmişti? Hâlâ hedeflerine ulaşmak üzere başarma isteğiyle eyleyen, etkin, adanmış, performans/haz düzeneğine bağlı olan şirket-insan ya da girişimci özneden söz edebilir miydik? Yoksa, mutsuz ama keyfi yerinde olanların hikâyesi farklılaşıyor muydu?

- Devam etmeden… Bilinen sosyal medya uygulamaları üzerinden, belirli mecralar üzerinden örnekleyerek açabilir misiniz bu sorgulamayı?

Arkadaşlık ve flört uygulamaları, bu soruşturma için elverişli olabilir. Sonuçta kişiler kendi istedikleri türden bir profil açar, seçtikleri kimi özelliklerini öne çıkartır, beklentilerini net olarak yazar. Kartların görece açık oynandığı bu profillerde çeşitli alternatifler arasından, mesafe tanımaksızın ve aracıları askıya alarak karar ve sonuç alabilmenin cazip bir tarafı var şüphesiz. En az çaba ve riske karşılık en yüksek kazanım vaadini hissetmemek güç. Ancak bu tür uygulamalar, hızla, eşleştirmenin ötesine geçip arz ve talebi belirleyen bir piyasa (belki mahzurlu, ama açıklayıcı tabirle “ilişki piyasası”) işlevi görmeye başlıyor. Standartları, normları, trendleri, beklentileri şekillendiriyor. Çevrimiçi olsun çevrimdışı olsun ilişki dinamiklerini yönlendiriyor. Dolayısıyla en başta cezbeden vaatler, külfete dönüşebiliyor. Örneğin etkili bir profil oluşturma için mesai, beğenilmemenin verdiği kaygı, tek tuşla sola atılıp durmanın verdiği güvensizlik ve boş vermişlik, ezcümle profile indirgenmiş olmanın verdiği tekinsizlik...

Nitekim Twitter’ın politik tartışmanın dinamiklerini, Instagram’ın ise gusto sahibi olmanın, “bu hayatı yaşıyorum be!”nin ve good-vibe’ın içerimlerini belirleme sürecinde de benzer bir şey görüyoruz. Mütemadiyen sahicilik eksikliğinden, samimiyetsizlikten, hoyratlıktan ve tabii bitkinlikten, bir şeylere yetişememekten yakınılıyor. Bu bir semptom, diye düşünüyorum. Kişisel gelişim çılgınlığıysa bir başka semptom.

Bu minvalde, baştaki neoliberal özne ve onun dijitalleşmesi türü bir varsayımın açıklayamadığı noktaya vardığımı düşündüm. Dahası dijitalleşme ifadesinin de yetersiz kaldığına kanaat getirdim. Çünkü sözkonusu olan, örneğin geçmişin sözlü yol tarifinin bugün harita uygulamalarına evrilmesi, eskinin yemek tarifi olarak adlandırdığımız analog algoritmasının yerini bugünün gelişmiş arama motoru algoritmalarına bırakması türünden analogdan dijitale geçiş değil. Zaten akıllı cihazlarla kurduğumuz girift ilişki de, aynı örneği sürdürürsem, harita uygulamalarında ya da arama motorlarında değil, sosyal medya (bundan sonra SM) uygulamalarında gelişiyor. Bu sebeple yeni olanı kavramak, son yıllarda dünyada ve bizdeki dönüşümü anlamak için doğrudan SM’yi, onun işleyişini odağıma aldım.

- Yekpare bir söz sosyal medya alanından mı ediyoruz? Mecralar arasında farklar var mı; söylemsel farklar, dürtülen saikler bakımından farklar? Ve ne derece anlamlı farklar bunlar?

Farklı SM uygulamalarının işleyişleri ve içerikleri her zaman birbiriyle uyumlu değil. Çoklukla haklı şekilde Twitter öfkenin, Instagram ponçikliğin sahası vb. diye düşünülür, yer yer birbirlerine karşıt konumlandırılırlar. Yine de çeşitli farklarına rağmen bu mecralar benzer bir mantığa sahipler, benzer öznellikler ve dikkat dağınıklığı üretiyorlar. Sadece aynı ticari mantığa (yani meta olarak dikkat üretimine) değil, çok benzer algoritmalara, veri mantığına, ezcümle benzer bir işleyişe tabiler. Yakın vaatler sunuyorlar, benzer beklentilere sesleniyorlar, hemen hemen aynı şekilde eğlendirip oyalıyorlar.

Zaten bunun ayırdına vardığımda, neoliberal özne yaklaşımına başvurarak açıklanamayacak, ona sığmayan, ondan taşan, SM dolayımıyla cari olmuş davranışlar, tutumlar ve hisler patikası açıldı önümde. Zira SM, güç ilişkilerinin, çıkarların, isteklerin, beklentilerin alanı olduğu kadar deneyimin, şeffaflığın, dışavurmanın da alanı. Algoritmanın ve akıntıya kapılmanın alanı. Araştırmamda bu yeni patikayı, heterojen unsurlardan oluşsa da bir bütünlük arz eden SM’yi takip ettim. İncelememin SM’nin somut (ki bu somutluk, maden-fabrika-yazılım-emek dünyası üzerinde yükselir) etkilerine, bir başka deyişle yeni dünyaya dair olması gerektiği sonucuna vardım.

Yaşadığımız dönüşüm kolayca rakamlara dökülebilir, istatistikle gösterilebilir. Ama aynı zamanda dönüşümü yaşam ritmimizden de yakalayabiliriz. Son elli yılda daha az uyumaya ve daha hızlı yürümeye başlamışız; ki asıl dramatik değişim son 15 yılda gerçekleşmiş. Keza şarkıların intro bölümleri kısalmış; dinleyici ilk saniyelerde yakalanamazsa başka bir şarkıya atlayabilir. Müzik tekdüzeleşmiş (tek gam); dinleyiciyi yormamak uygun düşer. Hemen tüm bu hızlanma, tekdüzeleşmeler yığını için dönüm noktası 2000’ler ortası. Ya da bugün bir film izleyeceğimiz zaman filmin türünden bile önce süresine bakıyoruz (1 saat 15 dakikalıkmış, arkaya açar izlerim!) “Sanat filmi” şeklindeki kategorizasyonun, yüce sinema sanatını filan kastetmediğini, temposu düşük, sıkıcı ve “entel dantel”e tekabül ettiğini anlayabiliyoruz. Hemen sıkıldığımızdan ötürü süper kahraman filmleri dışında pek film izlemiyoruz. İzliyor gibi göründüğümüz eserler, Netflix’e gelen ve “izlenebilir gibi, çok kötü değil” kriterimizi aşan diziler. Eskisi gibi roman okuduğumuz da söylenemez. Hatta (Tweetleri saymazsak) herhangi bir şey okumuyoruz. Herkes her hal ve şartta, sürekli sıkılıyor.

Kuşkusuz eserlerin kalıcılığını bugünden ölçebilmek zor. Fakat günümüzde eserler, hikayeler, her şey parlıyor ve sönüyor. Değil 50 sene, 50 gün bile yaşayabileni ara ki bulasın. Üstelik gündemimizden düşmeyen tartışmaya kulak verecek olursak “ağzı olan konuştuğu için” hakikat suyu bulanmış durumda ve kaygıyla hakikat sonrasından yakınıyoruz.

- Mesele gerçeğin “bozunuma uğraması” veya onu bozunuma uğratan “Sanal”ın egemenliği mi?

Bana kalırsa bu gelişmeler sanallıkla alakalı değil. Ya da -sıklıkla düşülen bir başka yanılgı- sanal gerçeğin yerini aldığı için gerçekleşmiyor. Yine de SM hakkında konuşurken, neredeyse kaçınılmaz bir şekilde sanallığı ima ettiğimizi düşünüyorum. Burada sanal, imgelere, temsillere, görünüşlere işaret ediyor tabii, ama daha düz Türkçesiyle, sözgelimi: “Sosyal medya cengaverliği, klavye delikanlılığı, mahlasların arkasına saklananlar, oyun bağımlısı” tabirlerinde olsun, “takipçilerinizi arkadaşınız sanmayın,” ya da “yeni yeni meslekler türedi, kendilerine fenomen diyorlarmış” ve benzeri ifadelerde olsun, sanal, pejoratif bir ifade. Uçucu, iz bırakmayan, abartılı, yalan dolana, sahte olana tekabül ediyor. Pek muteber bir kaynak olmasa da TDK, sanal ifadesinin ilk anlamı olarak “gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan”ı vermiş. Bense, bu ifadenin tersine, SM’nin bir yazı mecrası olduğunu, hatta yazının asli mecrası olduğunu düşünüyorum. Yazı ne kadar gerçekse SM de o kadar gerçek.

Bir taraftan SM’nin sanal olduğunu biteviye tekrarlayıp duruyoruz. Diğer taraftan, sözgelimi iş başvurusu yapacak tanıdığımıza SM hesaplarını kapatmasını, en azından gizliye almasını tavsiye ederken, aslında kendi hakikatimizi söyleyecek olanın çevrimdışı “gerçek” yaşamımız değil de yalanlar mecrası olduğundan dem vurduğumuz SM olacağını dile getirmiş olmuyor muyuz? Keza bir etkinlik ya da bir deneyimde ilk refleks, telefonlara sarılmak oluyor; sanki o deneyimin hakikati, ona dair fotoğraf veya videonun SM’de paylaşılmasıyla ortaya çıkacakmış gibi. Örnekler çoğaltılabilir. Fakat kanımca sanallık tartışması, ister bir hareket noktası ister dönüp dolaşıp vardığımız kürkçü dükkanı olsun, SM’yi aydınlatmak, açıklamak bir tarafa, örtüyor.

Çünkü SM, değindiğim üzere, en başta bir yazı mekânı, bir dijital forum. Misal ekşisözlük, dünyadaki öncü SM’lerden biri. Fakat SM deyince aklımıza öncelikle Youtube, Instagram, TikTok ve benzerleri, yani dar anlamıyla SM geliyor. Bunlarsa ilk elde yazıdan ziyade sese, fotoğrafa ve videoya dayanıyor gibi gözüküyorlar. Yine de bir karikatür düşünelim. Çoklukla konuşma balonu içerisindeki alfabetik yazıyı okumadan, sadece çizime bakarak (resim-yazıyı okuyarak) da epeyce bir şey anlayabiliriz. Hatta baloncuk içerisinde yazı, anlamını çizime borçludur; iki yazı birbirini tamamlar. Şunu söylemek istiyorum. Eğer yazının alfabetik yazıdan ibaret olduğu şeklindeki hatalı olduğu ayan beyan varsayımımızı bir kenara bırakırsak, kısaltmaların, emojilerin, resimlerin, giflerin, memlerin de SM yazısına dahil olduğunu fark edebiliriz. Hatta giderek görsel-işitselleşen SM’deki videoların, ses dosyalarının başka türden de olsalar birer yazı olduğunu görebiliriz. Eş deyişle yazı, sözün uzantısı değildir, sözü temsil etmez; bilakis söz, yazının dışavurumlarından birisine tekabül eder. Ki SM’nin hem koda, yani 0 ve 1’lerin yazısına dayandığını, hem de SM’nin sözlü niteliklerinin ve üretimlerinin, kaçınılmaz olarak kurallarına, işleyişine tabi olduğu yazıdan türediğini dikkate aldığımızda, SM’nin yazıyla var olduğunu yakalayabiliriz.

Bu perspektiften bakıldığında SM uygulamaları arasındaki farkların tali olması gibi SM’nin çeşitli yazıları arasındaki farkın da ikincil önemde olduğu görülebilir. Bence SM bahsinde kritik mesele, SM yazısının diğer yazılar, sözgelimi akademik yazı, sanat, edebiyat, bilimsel yazı kadar tesirli olması, hatta giderek onlardan daha etkili hale gelmeye başlaması. Mesela istatistikler, ABD’de ortalama bir kişinin edebiyat okuduğundan kat be kat daha fazla Facebook yazısı okuduğunu, Instagram’ın resim-yazısını okuduğunu gösteriyor. Bu bağlamda hem kamuoyunu belirleme kapasitesi hem de mesleklerin, piyasaların, giderek her şeyin ona tabi olmasından hareketle SM’nin, yeni dünyanın itici gücü olduğunu söyleyebiliriz. Dahası ister yukarıdaki iş başvurusu ve etkinlik örneklerinde olduğu gibi hakikatin dışavurulduğu bir mekân, isterse de ağzı olan dilediği gibi konuştuğu için hakikat suyunun bulandırıldığı bir keşmekeş olarak alınsın, SM’nin hakikatle yakından bir ilişki içerisinde olduğu görülür. Zaten tüm dünyanın giderek vaktini daha sık SM’de geçiriyor olması, orada hakiki bir şeyleri bulduğunun işareti değilse nedir?

- Kitaptaki analizinizde  “dispozitif” kavramı kilit bir işlev görüyor. Foucalt’tan bildiğimiz bu kavramı ve onu nasıl kullandığınızı açıklamanızı isteyeceğim. Öncesinde, bu kavramın gerekliliğini nasıl ‘aklettiğinizi’…

SM, önce yazıya, oradan da dünyaya bir müdahale. Bu sebeple siyasal olarak kavranmalı, diye düşünüyorum. Ki SM dediğimde hem SM uygulamalarını hem de kendisi doğrudan SM tanımına dahil olmasa da sosyalmedyalaşanları kastediyorum. Mesela Game of Thrones, bir edebi eser ya da bir TV dizisi olarak elbette SM unsuru değil. Fakat GoT “fenomeni”, SM olmadan (alıntılar, memler, dramalar, hype, son sezonuna dair hayal kırıklığı ve öfke; nitekim yapımcılar bize düzgün bir final borçlular! onlardan alacaklıyız!) düşünülemez. Keza oyunlar, oynanmak kadar topluca izlenen ve chat’te üzerine tartışılan bir şeye dönüşür.

Yani SM derken kastettiğim çok geniş, heterojen bir yığın. İşte bir kavram ve strateji olarak dispozitifi, bu nedenle çağırdım. Zira SM’yi dispozitif olarak ele aldığımızda öncelikle, sanallık tuzağından kurtuluyoruz. Onun hakikatle yakından ilişkili olduğunu, hakikat ürettiğini teslim ediyoruz. Ayrıca dispozitif, bir iktidar ilişkisini, yönetimselliği ve özneleşmeyi ima ediyor. Nitekim SM’yi bir dispozitif kavramı ve stratejisi olarak ele almak, onun davranışlara, düşüncelere, hislere sirayet edebilme kudretini, farklı farklı unsurları zorlamadan/emretmeden düzenleyebildiğini ifade ettiği gibi SM üzerinden dünyanın ele alışında yazıya, itiraflara, dışavurumlara, güç ilişkilerine, oyalanmalara odaklanma imkânı sunuyor. SM, elinize aldığınızda siz nasıl isterseniz öyle iş gören, bıraktığınızda ise orada öylece duran bir “araç” değil, özneleştiren bir dispozitif. Öyle ki etkin bir katılımcı değil de sessizce okuyup izleyen, dijital ayak izleriyle var olanlardan bile olsanız profillenmekten kaçamazsınız. Dispozitifin akışında politik bir dönüşüme önayak olamadığınız durumlarda da, ister aktif şekilde dahil olmuş olun ister pasif, dispozitifin etkilerini üstlenmişsiniz demektir.

Bu sebeplerle SM’nin ancak bir dispozitif olarak hakkıyla kavranabileceğini ileri sürüyorum. Dispozitif kavram ve stratejisi ile, öncelikle yazıya sonra da dünyaya bir müdahale anlamına gelen, topluluklaştıran kolektif yazısıyla hakikat üreten, yazarına ve okuruna dikkat dağınıklığı damgası vuran SM’yi anlayabileceğimize inanıyorum. Dahası, bu yaklaşımın öznelliklerdeki dönüşümü anlamanın anahtarlarından biri olduğunu düşünüyorum. Artık ona, eskiye nispetle “yeni dünya” olarak seslenmemizi haklı kılacak denli değişikliğe uğramış olan dünyamızı kavramak, bu dönüşümün motoru olan SM dispozitifinin incelenmesinden geçiyor.

- Kitabın organizasyonuna girelim biraz. “Büyük veri” ile başlıyorsunuz…

Birinci kısım, araştırmamın temelini kurma işlevi görüyor ve büyük/ham veriyle başlıyor. Başlangıçta ben de, pek çoklarımız gibi, büyük veriyi, hacimsel bir büyüklükten ibaret görüyordum. Üzerine çalıştıkça büyük verinin, istatistik, risk/sigorta, aktüeryayı da kendisine tabi kılan ama onlardan farklı, hatta zaman zaman onlarda kısa devre yaratacak şekilde devinen, salt korelasyona, örüntülere bağlı çalışma eğiliminde, henüz tam olarak vakıf olamadığımız bir işleyişi olduğunu idrak ettim. Onun ayırt edici niteliği büyüklükten ziyade eşzamanlı ve ham olması, büyüdükçe daha da hamlaşması. Adeta nesnelliğin kendisi, eşzamanlı olarak kaydedilebiliyor diye savlanıyor. Zaten bu sebeple, büyük verinin, hiçbir modele, teoriye ve teorisyene gereksinim duymaksızın, korelasyonlarla kendi kendine konuştuğu varsayılabiliyordu. Bunu vurgulayabilmek üzere, onu büyük/ham veri şeklinde kullandım. Hatta metnimi iki düzeyli bir kurguyla yazmayı dahi düşündüm: Altta büyük/ham verinin işleyişi, ikinci düzeyde ise verinin üzerinde yükselen SM’nin işleyişi. Fakat hızlıca bundan vazgeçtim. Çünkü SM, büyük/ham verinin başat unsuru. Üstelik büyük/ham verinin özgünlüğünü, yani onun geçmişin büyük verisinden (sözgelimi Osmanlı’dan günümüze Türkiye’nin enflasyon verisinden) farkını, insanın aşırı detaylı, ham ve eşzamanlı verisi, yani SM verisi tesis ediyor.

- Aktör kim, veya kimler, burada? Büyük veriye ve büyük veri ile kim hükmediyor?

Bu yepyeni, sürekli büyüyen, çeşitlenen ve derinleşen büyük/ham veriyle ne yapılabileceğini belirleyenler ne devletler ne de uluslararası kurumlar; ki onlar genelde geriden geliyor. Büyük/ham verinin nasıl artırılıp çeşitlenebileceğini, nasıl çerçevelenebileceğini ve işlevselleştirilebileceğini belirleyebilen ve bir düzeye kadar doğrultusunu tayin eden, görünürdeki Big Tech, yani çoklukla SM şirketleri ve aslında onların da tabi olduğu algoritmik işleyiş. Daha iyi veri üreten, verileştiren, her şeyi veriyle ifade ederek şeyleri, insanları profilleştirebilen şirketler büyüyüp, sivriliyor. Diğer şirketleri yutup algoritmik akışta yeni yataklar açıyor. Algoritmik yönetimsellik başlığında anlattığım, SM algoritmalarının da tabi olduğu bu profilleme mantığıydı. Daha başarılı profilleştirme için kuşkusuz daha iyi algoritmik yaklaşım gerekir şüphesiz, fakat en az onun kadar önemlisi, daha fazla veri gerekir. Yani insanların paylaşmaya gönüllü olması, daha fazla dışavurması, o servislere yönelmesi gerekiyor. Kısaca SM şirketleri, yazmayı ve oradaki yazıyı çekici kılabildikleri sürece varlıklarını sürdürebilirler. Dolayısıyla büyük/ham verideki yeniliklerde biri, profilleme mantığıyla yakın ilişkisi. Tüm bu süreç, bir noktaya kadar dijital ayak iziyle, ama ondan da ziyade SM yazısıyla mümkün oluyor.

Tam da bu nedenle SM’nin dispozitif olarak kavranışı önem kazanıyor. Böylelikle çevrimiçi ve dışı olan birlikte kavramanın yanı sıra büyük/ham verinin yeniliğini de tanıyoruz. Veri ile SM’nin birlikteliğini, profilleme mantığını gözetirken yazıya, yani yapıp etmelere odaklanabiliyoruz. Bir başka deyişle SM’nin yazısı bizi çekiyor, işleyişi dikkatimizi dönüştürüyor.

Kitabın ikinci kısımdaysa dispozitif olarak SM’nin iki temel çıktısı ve politik etkisini yani halk yazısı ile dikkat dağınıklığını ele alıyorum. SM yazıyla var oluyor. Ancak bu yazı, kendine has, tuhaf bir yazı. Geleneksel medya makyajından hoşlanmıyor, samimiyet arıyor. Gramere pek riayet etmiyor. Sonsuz bir geribesleme mekanizmasına yaslanıyor, yani kolektif olmaya meyyal. Ölçek, potansiyel olarak tüm dünya. O sebeple çoklukla basın açıklaması gibi de yazılıyor. Hız ve keyif, onun alametifarikalarından. Belli bir mesafeden bakıldığında tekdüze gibi gözüküyor, yaklaşıldığındaysa sürekli parlayıp söndüğü fark ediliyor. Bu bağlamda “hep aynı hep yeni”nin alanında. Giderek de görsel-işitselleşme eğiliminde. Alabildiğine şeffaf olan yeni dünyada itirafa pek de yer kalmadığından ötürü olsa gerek, fazlasıyla dışavurumcu.

- Şu “halk yazısı” kavramını da geçerken açsak… Burada “halkçı” bir açılım var mı?!

Bu yazı, “SM yazısı” adından fazlasını, özgün bir isimlendirmeyi hak ediyor kuşkusuz. Halk yazısı terkibindeki halk ifadesinin kimi mahzurları olduğunu reddetmiyorum. Siyasal teoride halk, aynı anda hem elit olmayana hem herkese hem de (Amerikan halkı örneğinde olduğu gibi) siyasal birliğe, yani en az üç şeye gönderme yapan muğlaklıkla yüklü. Halk yazısı terkibi de bu muğlaklığı taşıyor. İlk elde, kendisinden önceki yazılardan farklı olarak okumuş yazmışların değil, şimdiye dek sesi pek duyulmamış olan, eli kalem tutmayanların, platformsuzlaştırılmış olanların yazısına gönderme yapıyor. Ama aynı zamanda (potansiyel olarak) herkesin yazısına da gönderme yapıyor. Sadece herkesin yazısı da değil, herkesin herkese karşı eşdüzeyler arası yazısı. Zaten asıl tehlike olarak görülen de bu. SM çevrimiçi kadar çevrimdışı sözün odağını belirleyebiliyor, kaydırabiliyor. Halkın kimi elit hakikatlere kayıtsız kalıp kendi hakikatini anlatması, hatalı şekilde hakikat sonrası olarak yaftalanıyor.

Halk yazısı, editörsüz, yani “dizginsiz” bir yazı. SM, hikayeler anlatmayı olanaklı kılıyor ve kişiye influence’ı ölçüsünde “eski”nin, “boomer”ın, diplomaların, otoritelerin kapısını kırarak, eş deyişle geleneksel kapı bekçilerini alaşağı ederek varoluş imkânı sunuyor. Çekim unsuru olmasının bir sebebi de bu. Bunu bazen trollükle yapıyor, bazen Küratörlükle yapıyor. Hasılı halk, kendi hikayesini, kendi hakikatini anlatıyor. SM halkına bakınca sadece cahil, öfkeli, linççi kalabalıklar görmek, başka da bir potansiyel görmemek, geçmiş yüzyılların yaygın kitle korkusuna benziyor. Belki tümüyle yersiz değil, fakat nafile. Çağ değişti. Artık ne analog dünyaya dönmek mümkün ne de sözü “liyakat” usulünce dağıtmak. Zaten söz, geçmişte de liyakat usulüyle dağıtılmıyordu ve liyakat, her zaman arzulanır değil. Neyin liyakat, kimin layık olduğunun tayin ediliş süreci ise bir başka mevzuu. Hepsinden önemlisi kendimize şunu sormamız gerekiyor: “Çok bozdu” dediğimiz ekşisözlük’ü mü okumayı tercih ederiz, yoksa en iyi haliyle Hürriyet gazetesini mi? Seçim bu ikisi arasında olmak zorunda değil diyebilirsiniz. Yine de, iyi kitapların giderek daha az, kötü tweetlerin giderek daha fazla okunduğunu görüyoruz. Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, SM’nin demokratik vaatlerini ve potansiyelini cari kılmak, daha özgürlükçü ve eşitlikçi yazma biçimleri keşfetmek üzere daha çok çalışmamız gerekiyor...

- Son zamanların müesses hale gelmiş “şikayeti” olarak dikkat dağınıklığı üzerinde de duruyorsunuz…

SM dünyası, özgün bir senkron içerisinde işliyor. Bir kedi fotoğrafı ile katliam görüntüsünün birbirini izlemesi, SM öncesinde pek alıştığımız bir şey değildi. Yine de bu benzemezler, SM’nin kaydırma hareketinde somutlaşan akışında, bağlamsızlığında, ya da kendine özgü bağlamında anlam kazanıyor. Nasıl ki halk yazısı geleneksel otoritelerin altını oyup her yazıyı aynı düzlemde eşdüzeyliyorsa, SM’nin işleyişindeki bu hipersenkronik unsur, yeni dünyanın tüm bağlamlarını dağıtıyor, kendisine tabi kılıyor. Yani SM, hem bu temayülleri olanaklı kılıp perçinliyor hem de onunla dünyayı yoğuruyor, yeni dünyaya dikkat dağınıklığı damgasını vuruyor.

Bir süredir nörobilimler, hakikatin yitimini de dikkat dağınıklığını da türsel eğilimlerimizle açıklamaya çabalıyor. SM, bir bağımlılık olarak tanımlanıp tıbbileştirmenin eşiğinde. Halbuki sormak gerekir: Hakikat mücadelesi, söz söyleme, sözünü hâkim kılma mücadelesi, söz üzerindeki bu müdahale ne zamandan beri tıbbi bir sorun oldu? Hakikat sonrası türselliğimizden, mantıksal safsatalara olan eğilimimizden kaynaklanıyor olsa onun tartışması için Trump’ı, yılın kelimesi seçildiği 2016’yı bekler miydik?

Yazmak için can attık, yazdık, yazımızla bir şeyler yaptığımızı, var olduğumuzu, özne olduğumuzu hissettik. Belagatin şehvetine kapılıp yazdıkça yazdık. Kendi yazımıza meftun olduk ve ondan başkasına dikkat yetiremez hale geldik. Bu süreç içerisinde dikkatlerimizin dağıldı. Kuşkusuz insan olmamızdan kaynaklı çeşitli zaaflarla malûldük, ancak bu zaafları yeni bir hakikat, yeni bir dünya şekillendirmekte kullanan maharetli unsur, bir dispozitif olarak SM’dir. Başka deyişle, dikkatimiz dağılmadı, onu kendi istediğimizle, canı gönülden SM’ye teslim ettik, o da kendi işleyişiyle yoğurdu ve yoğurmaya devam ediyor. Ritmimizi bozan bu. Sıkılmamız, tahammül eşiğimizin düşüşü, katlanamayışımız bundan. Her şeyi deneyimleştirmemizin, raconlarımızın, aforizmalarımızın, dramalarımızın kaynağı burası.

- Kitabın son bölümü, sosyal medya evrenindeki öznelik olanakları veya “pozisyonları” ile ilgili…

Zaten kitabın üçüncü ve son kısmında, yeni dünyayla kurduğumuz yeni ilişkilere odaklanıyorum. Dispozitifin bir akış kurduğunu, insanların da bu akışta kimi pozisyonlar almak durumunda kaldıklarını iddia ediyorum. Bu bağlamda kişilerin yeni tutum ve davranış öbeklerini, içerisinden çıktıkları dispozitifi gözetecek şekilde birer toplumsal tip olarak işaret etmek gerekiyor. Kişiler, akışla ilişkileri içerisinde özne olduklarını hissediyor. Trollüyor, yani kurmaksızın yıkıyor, nihilistik nitelikler sergileyebiliyor. Yahut birtakım akışları bir araya getirerek yeni akışlar örgütlüyor, Küratör’lük yapıyorlar. Oyunbazlar ise akışla surf yapıyor, maceraya atılıyor. Bedelini çokça düşünmeden, bazen farkında olmaksızın risk alıyor. Hepsi de influence-ları, etkileri ölçüsünde var olduklarını hissediyor, biliyor. Bunu en bariz şekilde Influencer toplumsal tipinde görüyoruz. Akışları ve karşı-akışları yakalıyor, yorumluyor, şekil veriyor. Akışta rehberlik ediyor. Yeni dünyanın akışlarında şaşalamışlara, sürüklenenlere güven telkin ediyor. Akıbetini tam olarak kestiremesek de şimdilik pek parlak gözükmeyen, fakat halk yazısının demokratikleştirici potansiyeliyle iyimser olmamız için çeşitli ipuçları da sunan bu akışın yeni tipleri, akışı, yani yeni dünyamızı daha isabetli anlayabilmemizin anahtarını sunuyor.